YUSUF YAĞDIRAN
Duraksız bir öyküdür yaşam. Soluğunuza saklanan acı, yürümeyi öğretir size. Geriye dönme şansınız yoktur. Ya yaşarsınız ya da ölürsünüz. Aşk, öyküneceğiniz tek şeydir yol boyu. Düş kırgını olsanız da bitmez sesinizdeki arayış. Kanayan her yarayı seversiniz, kabuk bağlamış olanlarını da kanatarak. Çünkü bu dünyada yaşamak, bir yokluğu anlamaktır.
Cenk Mutluyakalı’nın Salıncak adlı yapıtı, “yokluğun bilinci” olarak çıkıyor karşımıza. Söz konusu olan, bir anlatıcının aşkla kanattığı bir öykü değil sadece. Yokluğa düşülmüş cesur ve ayık bir ses. Bu sesi arşınlayacaksanız bir yokluğun kanatılacağını bilin. Sonunda tüm varsıllığınızın bir arayış olduğunu anlayıp sil baştan yaşamaya yekinebilirsiniz.
Öznel olarak kısaca tanımlamaya çalıştığım Salıncak, Kıbrıs ve Kıbrıslı bir yurtsever olma ekseninde akan bir yolculuk. Yolculuğun her yol çatında aşk var. İnsana, toprağa, çocukluğa dair ölümsüz bir aşk. Her şeyin birbirine benzediği ve benzeşen her şeyin öfkeyle yokluğa mahkûm edildiği yerde, söylenecek son söz bir başlangıcı işaret ediyor bu nedenle.
Roman, kahraman anlatıcı olan Alexia’nın geçmişine, yaşadığı topluma ve kadınlığa meydan okumasıyla başlıyor. “Sınırları Aşmak” başlıklı bu ilk bölüm, çeperini aşmaya kararlı bir kadının varlık sorunsalına dönüşen geçmişiyle hesaplaşmasına tanık kılıyor okuru.
Kapalı Maraş, Kıbrıs’ta hayalet ve metruk kent
Alexia; Kocaman Adam’la yaşadığı cinsel kaçamak boyunca, eylemlerindeki “kendine özgülüğü” yitirmiş, başka’ya dönüşmüş veya başka’da batmış, kaybolmuş bir “ben”dir. Düşünsel anlamda “şeyleşme” diye de tanımlayabileceğimiz bu durumda, özüyle varlığı arasına aşılması güç engeller yığmış ve çoğu zaman da bu “amaca dönüşmüş engel araçlar”ın tahakkümü altında kalmıştır. Ama bu bir “eşik” hâlidir. Aşk yarasının açtığı boşlukla yaşamak zorunda kalan Alexia, “bağlanma” ve “tutunma” kavramlarını sorguladığı anlatının ilerleyen bölümlerinde, bir kadın olmanın bilinciyle hareket eder. “Kadın”ın otantik varlığını sınırlayan, onu “benzeri kılarak” yok etmeye çalışan bir “öteki” olarak erkek algısına başkaldırır. Ona “ben”in sınırlarını belirleme hakkını vermemekle kalmaz, onu özellikle “ben’in olanaklarını keşfettiren” bir değer olarak anlamlandırmayı başarır. Kendisini doğacak çocuğuyla yüzüstü bırakan (ona ihanet eden) büyük aşkı Andonis’in yarattığı yabancılaşmayı, kişisel tarihinin kazanımları ve aşkın yaşatıcı yüzüyle aşar.
Kadının ötekileştirilmesine karşı güçlü bir itirazla başlayan roman, devam eden bölümlerde “Kıbrıslı olma” gerçekliğinden (yani “evden”) koparılmış insanların yaşamına dokunuyor. Kendini yokluğa götüren bir süreci onayan, cellatlarını kutsayıp yücelten, belli bir bilinç yıkımı ve beyin yıkama etkinliğinin talihsiz ürünü haline gelmiş Kıbrıslıların karşısına Alexia’nın babasını, Hriktatis Amca’yı ve Salih’in babasını çıkarıyor. Alexia’nın okul arkadaşlarında ve karşıt benzerlerinde karşılık bulan şovenist refleks; ruhunu bir oturma yerine dönüştürmüş, eve dönmekte kararlı yürekli Kıbrıslılara çarpıp un ufak oluyor. Herkesin kendi tarihince saymakla bitiremeyeceği 1974’teki savaşı tüm gerçekliğiyle gözler önüne serip İsrailli muhalif yönetmen Udi Aloni’nin Bağışlamak filminde yaptığı gibi yüzleşerek affetmenin yolunu açıyor. Alexia ve kızı Despina, “dıştanlık”ın kör bataklığına saplanmayıp kendi içlerine dönmeyi ve orada oturmayı öğreniyorlar. Enosis, çıkartma, mübadele, sürgün ve benzeri tüm somut engelleri aşıp tarihselliği sağlayan bellek mekânlarına tutunuyor ve orada kurdukları kendilik bilinciyle hem uzamsal boyutta dünyayla hem de zamansal boyutta toplumsal geçmişle bağ kuruyorlar. Yaşadıklarının, düşlediklerinin ve unuttuklarının toplanma merkezi olan bellek mekânlarına sığınan ve “birlikte yaşama” iradesini sahiplenen tüm Kıbrıslılar gibi eve dönüş yolunu buluyorlar. Annesinin kendisini salladığı salıncakta kızını sallayan Alexia, muhtemelen Salih’in gözlerinden çoğalan umutla yürüyor yolun kalanını.
Bir daha geri gelmeyecekler sandık/ Geldiler/
Ellerinde kapılarımızın anahtarı (Gürgenç Korkmazel dizeleri)
Anlatıcıların, nesneleri ve insanları tanımlamak uğruna, sıfat çöplüğüne çevirdikleri yapıtlarını düşününce, Salıncak’ın gücünü de anlamaya başlıyorsunuz. Eylemlerin tanımlanmadığı yerde, varlığa dair ne söyleseniz boştur. Yazar, bu gerçekliğin yansımasıdır ki çoğu anlatıcının küçümsediği şeyi yapıyor. Tümce içerisinde zarf kullanımını yoğunlaştırarak anlatıma derinlik ve akıcılık katıyor. Ancak bunu yaparken de gürültücü çoğunluktan ayrışıyor. Psikanaliz adına bir şey bilmedikleri halde, iki kitaptan sonra Freudlaşan çağrışımlardan alabildiğine uzaklaşıyor. “Yeryüzünde söylenmedik söz yoktur”un savunucularını utandırmak için mi bilinmez, “ben de hep bunu söylemek istemiştim” dedirtiyor insana. Türkçeyi kullanmadaki ustalığı, tümüyle yalın satırlardaki gizemli müzikle sezdiriyor kendini. Örneksiz ve ilk olma saplantısından o kadar uzak ki ne yöresel söylemlerle dolduruyor satırları ne de zincirleme kargaşa tamlamalarıyla. Sözcükleri sahiplendikçe ince bir yağmur işliyor içinize. Bu bağıtta yazarın gazetecilik deneyimi, öykülerin yüzüne de yansıyor. Söylemek istediğini söylüyor yalnızca. Ne fazla, ne eksik; ne ağdalı, ne basit.
Salıncak romanının yazarı Cenk Mutluyakalı
Anlatısında kahraman anlatıcıyı tercih eden yazar, gözlem gücünü tip/karakter anlatımında gösteriyor. Roman boyunca tanıştığımız Hriktatis Amca, Kocaman Adam, Andonis, Nadia ve Salih’in anne babası gibi onlarca kişinin bize çok tanıdık gelmesi bundandır. Romanda kısa süreli de olsa bize merhaba diyen öğretmen Nikos, tipin sınırlarını zorlayan bir akademisyen olarak yaşamımıza değmeyi başarmış öğretmenlerimizi anımsatıyor nitekim. Yaşam dersinin o ince ruhlu işçilerini… Hele Salih… Güneş yanığı, genç ruhlu o gönülçelen… Erkek egemen dünyada güce/erke yaslanmaksızın insan kalmakta ısrar eden koca yürekli Salih… Salt varlığıyla bile, erkekliğin arsız cirmine dair uzun bir reddiye oluyor gönlümüzde. Alexia, insan ruhunun ulaşabileceği tüm karmaşayı içselleştirip özetleyen bir kadın olarak kadının özgürleştiği bir zemine yürüyor inatla. “Bedenim, ruhum ve yaşamım yalnızca bana aittir,” demekten ve bunun gereğini yapmaktan bir an olsun geri durmuyor. Despina da tıpkı annesi gibi anlatının kimsesiz ve buyurgan yüzünü omuzluyor bir başına. Davrandığı yerde ters yüz ediyor ezberi. Biliyorsunuz ki bu anne-kız, zamanın kendisidir. Araya yıllar ve söylenmemiş sözler girmiş olsa da yitik bir aşka ve yurda kimse olunmalıdır.
Öykülerinde genellikle dış mekânı kullanan Cenk Mutluyakalı, bu yolla eylem temelli akıcı bir olay örgüsü oluşturuyor. Anlık aktarımlarda ve ruh çözümlemelerinde başvurduğu iç mekân kullanımı ise betimlemelerindeki zenginlikle kimlik kazanıyor. “Taş yerinde ağırdır” misali, tüm kahramanları yaşadıkları yerlerle özetliyor aslında. Bu bağlamda görsel zekâsı gelişkin bir yazar olmanın avantajlarını çok iyi kullanıyor. “Larnaka” ve “Kerinya” bölümlerinde gerektiğinde zaman atlamalarıyla eşzamanlılık yaratan yazar, “1974” ve “Sokağın Çocukluğu” bölümlerinde aktardığı savaş ve yıkım görüntüleriyle gerçeğin üstündeki örtüyü kaldırıyor. Mekân tasarımında iğreti olan tek bir unsurun olmadığını görmek, gerçekçi yazın olgusunun varlığını da kanıtlıyor.
Zaman kullanımında, anlatının tüm olanaklarını kullanan Cenk Mutluyakalı, Salıncak’ta evrenin bütününü sezdiren bir yolu seçmiş. Bireyin yaşamından yola çıkıp türün (insanın) anlatıcısı rolünü de üstleniyor. Bu rol sayesinde de ”dün”, “an” ve “gelecek” kavramlarıyla varsıllaşan bir bütünlük yaratıyor. Zaman, bu kitapta yaşam sürecinin farklı noktalarını ifade etmiyor sadece, türe (insana) ait her şeyin faklı dönemlerdeki durağanlığını ve evrimini de içeriyor; aşk olgusunun zamanla değişen ve değişmeyen her yönünü bütünlüyor. Felsefe, edebiyat ve toplumbilimlerin potasında aşkın doğası ve metafiziği üzerine bir sorgu odası yapılandırıyor, yaratılış dinamiğini irdeliyor. Alexia bedenini ve ruhunu anlamaya çalışır. İçine sinecek yanıtı bulmadan da evet demez. Onun aşk karşısında sergilediği her eylem, farklı zamanlarda ve farklı mekânlarda yaşamış, yaşayacak insanların ortak tavrı ve yazgısıdır. Bazen ölümdür aşk, bazen yeniden doğuş, bazense kaçış.
Çağdaş literatürün, yapıt incelemelerinde özellikle üzerinde durduğu bir kavram var: Zihniyet. Her yapıtın, yazıldığı dönemin izlerini taşıdığı gerçeğinden hareket eden akademisyenler, dönemsel yapı taşları saptanmadıkça hiçbir yapıtın özüne ulaşılamayacağını savunuyorlar. Salıncak’ı da gerçekten anlayabilmek için 1974’ü yaratan süreci ve Kıbrıs’ın yitik umudunu çok iyi bilmek ve bu dönemi içselleştirmek gerekiyor. Aksi durumda ne evinden olmuş insanların sızısını ne sevdiklerini toprağa verenlerin yarasını ne de düş kırgını bıçkın yürekleri anlayabilirsiniz.
Salıncak’ın kurgusundaki en temel unsurlardan biri de olay örgüsündeki geçişlerdir. Serim, düğüm ve çözüm bölümleri olarak da bildiğimiz bağlantı noktaları, sağlıklı bir anlatının vazgeçilmezidir. Cenk Mutluyakalı, bu bağlamda çok sağlam bir yapı sunuyor bize. Alexia’nın cinsel ve duygusal arayışıyla başlayan merak ve gerilim, Kıbrıs’ın öyküye girmesiyle yavaş yavaş artıp şiirsel bir sona varıyor. Küllenmeye durmuş bir acının, umulmadık bir karşılaşmayla kora dönüşünü ve aslında hiç bölünmemiş bir yurdun eve dönüşünü izliyoruz şarkı şarkı. Ve nihayet Alexia, onlarca kez öldürüp tekrar dirilttiği bir umudu üleştiriyor hepimize. “Senin gözlerin benim gökyüzümdür, senin saçların benim rüzgârım!” sesi yankılanıyor iman tahtamızda. Bir yandan kanatıp bir yandan sağaltıyor yaralarımızı.
Son olarak Salıncak’taki can alıcı imgelerden söz etmek istiyorum. İmgenin yalnızca şiire özgü olmadığı bir gerçek. Nitekim Salıncak, söylemedikleriyle de var ediyor kendini.
Alexia’nın özlem duyduğu çocukluğunu, koparılıp uzaklaştırıldığı evini, dünyayı yerinden sarsma tutkusunu o kadar güzel anlatıyor ki “salıncak”. Yaşama değgin tek umudu o oluveriyor neredeyse. Salıncağın boşlukta sürekli sallandığı her an, yitiriyor sesini sanki aşk. Ta ki Despina o salıncakta göğe komşu oluncaya dek.
Alexia’nın koynunda solan “arap yasemeni”, bir kadın feryadı oluyor göğe karışan kokusuyla. O an seziyorsunuz, sahiplenilmenin insanın tek sığınağı olduğunu. Alexia oluyorsunuz çiçekten çiçeğe ölen.
Sonra bir “yastık” kalıyor kucağınızda. Ağladıkça sağalacağını sanıyorsunuz yaralarınızın. Annenizin kollarındaymışsınız gibi çocuk… Yıllarca susturduğunuz sesi uyandırıyor. Kendinize dönüyorsunuz istemsiz. Var olduğunu sandığınız her şey, yoksullaşıyor ansızın. Yaşam, bedenini sese vermiş bir yastığın izinde değersizleşiyor. Bir kimse arıyorsunuz yokluğunuza yüz olacak.
Şimdi aynaya baktığınız her an, bir yokluğu anlatıyor en çok. Kapamayın gözlerinizi. Kulaklarınızdaki uğultu hiç dinmeyecek. Yürüyün artık! Korkmadan… Bakarsınız yolda buluruz birbirimizi. Bir yokluğu anlayacak kadar cesaretimiz varsa.