Kurallara karşı çıkan veya bunlara uymayan oyuncu, bir oyunbozandır. Oyuncular topluluğunu tehdit etmektedir. Oyunbozan bu topluluğun büyülü dünyasını bozmaktadır ve bu nedenle haindir, atılması gerekir. Büyük ciddiyet âleminde bile sahte oyuncular, ikiyüzlüler ve sahtekârlar oyunbozanlardan daha fazla şansa sahip olmuşlardır.
- Huizinga, Homo-Ludens
Çocukluğum 1980’li yılların ekonomik ve siyasal olarak pek çok kurum, ilişki ve aygıtlarının yerlerinden sökülüp yerlerine başkalarının ekildiği bir tuhaf zamanlar Türkiye’sinin İstanbul ilinde, tarla/çiftlik, dükkân ve fabrika gibi çalışma mekânlarının henüz bir arada bulunabildiği Eyüp – Kemerburgaz dolaylarında geçti. Bir başka deyişle kent merkezi ile mahalle ve köylerin dönüşmekte olan yaşam pratiklerinin son kerte izlerini takip etmek mümkündü bir şekilde. Öyle ki, çocuk yaşımda en sevdiğim şeylerden biri, köy yerindeki geçimlik üretim yapan tarlamızdan biraz uzaktaki bir fabrikanın bahçesinde öğle paydosunu voleybol, yakar top vb. oyunlar oynayarak geçiren işçilerin eğlencelerini dışarıdan izlemeye gitmekti. Büyülü bir dünya gibi gelirdi bana o fabrikanın bahçesi. Çok geçmedi, fabrikanın yerini yeni lüks konutların inşaatları aldı. Tıpkı bizim de tarlamızın yerine havuzlu villaların dikildiği gibi. O zamanlar nereden bilebilirdim değişmekte olan şeyin sadece mekânlardan ibaret olmadığını.
Geçenlerde bir arkadaşım, bir işyerinde farklı katmanlardan çalışanların hep birlikte bir işyeri etkinliği olarak paintball oynamaya gittiklerini söylemişti. Ve de bu gibi etkinliklerin pek sık yapıldığından, hatta bunun pek çok işyeri için de yaygın bir uygulama olduğundan dem vurmuştu. İşte bu hikâyeyi duyduğumda o fabrikanın bahçesini anımsamıştım birden ve dilimden şu tümce dökülmüştü: Devir değişti.
Toplumsal ilişkilerin, toplumu oluşturan kesimler arasındaki farklılık ve benzerliklerin, gündelik yaşam pratiklerinin, kimlik oluşumlarının, bunların sembolik düzeyde açığa çıkarımının, dil üretiminin ve eğlence anlayışının incelenmeye kalkışılması durumunda karşımıza çıkması kaçınılmaz temel kavram elbette ‘kültür’ olmalı. Bunu derken, üzerinde düşünülmesi, kavranması, ayrıştırılması ve diğer kavramlarla-olgularla ilişkilendirilmesi imkânsızlığın sınırlarında dolaşan bir kavramdan söz ettiğimin farkındayım. Üstüne üstlük, on yıllar boyunca bu konuya akademik bir hassasiyet gösterildiği ve böylelikle çok çeşitli bir literatür oluşması da cabası. Yine de herhangi bir verili düşünce setinin referansından hareket etmeden konuya dair birkaç gözlemimi paylaşmaktır niyetim. Elbette, öznenin kendisini ve dolayısıyla bunun bir parçası olan düşün sürecini üreten maddi ve tarihsel koşulların varlığının kabulünü de şerh koymak koşuluyla.
En genel ve alışılageldik ifadesiyle kültür, insanlar arasında gidip gelen değerler, gelenekler, inançlar, etkileşimler, davranışlar ve tutumlara işaret eder. Oysa bundan fazlasıdır. Kültür yaşar-ölür, üretir-üretilir aynı zamanda. Endüstriyel-metalaşan boyutu olduğu gibi halen arkaik düzlemde karşılık bulan örüntüler sunar. Üretim ve bölüşüm ilişkileriyle ve ideolojiyle bağıntılıdır. Bu yanıyla görünenin ardındaki hakikatin anlaşılması ve ifşa edilmesi bakımından son derece zengin bir madendir. Nitekim David Rowe’ın Popüler Kültürler[1] isimli kitabındaki ifadesiyle ‘kültürün ideolojik boyutu, kültürün toplumun oluşumu ve iktidar biçimlenmeleri konusunda yapılacak sonsuz üretkenlikteki bir kaynağı olduğunu da garanti eder’.
Fabrika bahçesinden kurmaca ormanlarda paintball’a uzanan pratik değişimine dönecek olursak kültür kavramıyla ilişkili olarak bizi bir tehlike bekler. O da yalın haliyle sorulacak şu sorularda karşılığını bulur: Hangi kültür? Kimin kültürü? Bu örnekte özne olarak ileri çıkan işçiler ise: Hangi işçi? İşyeri ya da örgüt kültürüne ilişkin bir sorunsallaştırmaysa: Hangi işyeri, biçiminde soru yankısını bulmalıdır. Ve bu sorular tarihselliğin (tarihi değil) ışığı altında yanıtlanmaya çalışılarak değişen kültürün gerçeğine ulaşılabilir. Her şey bir yana sadece işçinin sınıfsallığına ilişkin hâlihazırda yürüyen ve üzerinde uzlaşılmaz tartışmalara dikkat çekerek bu soruların yanıtlanmasının güçlüğünün altını çizelim. Bu nedenle benim algıladığım biçimiyle sözünü edebileceğim şey burada işçi sınıfının kültürü değil. Her ne kadar birazdan sözünü edeceğim üzere işyeri-çalışma kültürü artık belirli bir mekânla sınırlanmaktan azade olsa da, sınıf kültürü dendiğinde bunu örneğin muhafazakâr kültür, popüler kültür vb kategorilerden bağımsız ele almak olanaksızlaşır. O nedenle işyerinde değişen kültür denmesi bu bakımdan daha kolay ve işlevseldir.
KİMİN GEMİSİ
O nedenle hangi işyeri ya da hangi çalışma sorularını sormak bu aşamada gerekir. Öncelikle, kestirmeden giderek günümüz işyerinin içinde yer aldığı ve okuyucunun iyi bildiği tarihsel durağı kısaca betimleyelim. ‘Küresel’, ‘yeni’ ya da artık nasıl adlandırıyorsak, günümüz kapitalizminin genel çalışma tarzının ‘esneklik’, ‘güvencesizlik’, ‘iğretilik’, ‘parçalı işgücü’ biçiminde zuhur ettiği muhakkak. İşyerleri bakımından bu durum büyük ölçekli mekânlardan daha küçük ve orta büyüklükteki mekânlara doğru evrimiyle karşılığını bulur. Bu süreçte işyerinde çalışan için belirli bir çalışma zamanı olgusu anlamını yitirir, işyerleri denen mekânlar bir yandan neredeyse her bir işçiye has kişiselleşirken diğer yandan çalışma, bu mekânsal sınırı aşarak işçinin yeniden üretim alanları dâhil tüm yaşam alanlarını içerisine alacak biçimde oburlaşır. İşçinin fiziksel ve zihinsel emek gücü böylelikle geçmişe kıyasla daha fazla sermayenin denetimine tabi olur. Üstelik sermaye bunu işçiye daha fazla özgürlük sunar-mış gibi görünümünü çalışma ilişkilerine yedirerek elde eder. Oysa, işçinin sözümona içsel bir süreçle işyerinin selameti açısından ortaya koyduğu emeğin asgâriyeti kaybolmuştur. Ondan artık yaratıcı emek dâhil sürekli fazlası beklenedurur. Burada işyerini kast ederek ‘biz bir aileyiz’ ya da daha çarpıcı biçimde ‘hepimiz aynı gemideyiz’ söyleminin nasıl ete kemiğe büründüğü önem kazanır. Aslında toplumu topyekün bir gemiye tıkıştırmaya çalışan genel siyasal söylemle buradaki neredeyse aynılık kesinlikle tesadüfî değildir. Artık bu gemi için sadece belirli süreler dâhilinde çalışmak yetmez, okyanusta yüzebilmesinin ve de sert dalgaların çarptığı kriz dönemlerinde batmamasının sorumluluğu da işçiye yüklenir. Bu geminin paternalist, erkek egemen ve hak edilmiş olanın lütfedilene dönüştüren bir aile metaforuna işaret ettiğini bilmem söylemeye gerek var mıdır?
Günümüz işyerine ilişkin genel kabul gören bu anlatı acaba her toplum ve de her işyeri için ne denli geçerlidir? Konuya dair kritik unsur bence burasıdır. Kısaca sıraladığımız bu koşulların her işyeri için kesişen yanları elbette vardır. Ancak kuşkusuz ki farklılaşan yanları da vardır. Kanımca değerli olan bu farklılıkları tespit edebilmektir. Örneğin halen makinenin denetimine bir şekilde tabi olan işçinin işyeri pratikleriyle makineyle doğrudan bağlantılı çalışmayan işçinin işyeri pratikleri nerelerde farklılaşır sorusu cevaplanmalıdır. (Burada bir değişiklik yapıp bilgisayarı da makine olarak gören ve bunun yabancılaştırıcı etkisini anlatan Ian Chambers’e kulak verilebilir). Ancak bunun cevabının sözünü ettiğim makine başındaki işçinin gözlenmesi yoluyla elde edilebileceği de muhakkak. Burada böylesine birincil tespitlere sahip olmadığımdan farklılıklara değil kesişimlere bakmakla yetinmenin yoksulluğuna değinmek istedim.
BOŞ ZAMAN, SOSYAL MEDYA VE OYUN
Sözü edilen benzerliklerden biri ‘boş zaman’ kavramına ilişkindir. Sanırım geçmişte fabrika bahçesinde oyunlar oynayan işçinin artık günümüzde o oyunları oynayacak, en azından bir bakıma içeriğini kendi belirleyebildiği, kendine ait bir boş zamanının olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Bu zaman yitimine mekânsal kayıp da eşlik eder haliyle. Çünkü zaman ve mekân silinmiş, sınırsızlaşmıştır. O nedenle işyerinde kültür dendiğinde eski tanımlamasıyla ne sadece çalışma zamanındaki pratikler ne de sadece boş zaman pratikleri anlaşılmalıdır. İş yerinin mekânsal yapısında çalışanların birlikte paylaşmaya dayatıldıkları kültürel unsurlar-kodlar elbette hep olagelmiştir. Bugünün temel farkı ısrarla altını çizmeye çalıştığımız gibi bu unsurların artık yere göğe sığmayacak bir biçimde işçinin tüm yaşamına boca edilmesidir.
Buradaki temel sorun, işçilerin boş zamanlarını nasıl değerlendirdikleri değil artık tek başına. İster işyerinde ister işyeri dışında olsun çalışanların birlikte yaptıkları etkinliklerin, işçilerin gündelik yaşam deneyimlerinden bağımsızlaştırmak artık olanaksız hale gelmiştir. Çünkü boş zaman ve burada eğlence-haz sunan etkinlikler kaybolurken yerine zamanın tümüne yayılan bir çalışma ve eğlence anlayışı oturtulmaya çalışılır. Egemen örgütsel çalışmalar disiplininin ileri sürdüğü, işyerlerinin çalışanlara eğlenceli bir ortam sunmak yoluyla verimliliğin artacağı söyleminin ardında yatan budur. Bu minvalde işyeri dışında tertiplenen ve eğlence vadeden şeyler mevcut statükoyu, toplumsal hiyerarşiyi, neoliberal ideolojiyi, bireysellik ve rekabeti kanıksatmak amacıyla kurgulanır.
Bunun da sihri, sermayenin boş zamanı çalarken oradaki haz duygusunu sanki tüm yaşama yayıyormuş gibi yapmasında yatar. Ve de içimizi acıtacak biçimde bunu kültürden eski bir pratik olan oyun kavramının içini boşaltıp onu araçsallaştırmasıyla yapar. Kısacası eğlence ve oyun günümüzde pekâlâ bir boyunduruk aracı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Oysa oyun öncelikle özgür insanı şart koşar. Oyuna girmek ya da oyundan çıkmak tamamen oyuncunun iradesindedir. Ve haz almak esastır. Burada sürekli gülüşmekten, şakalaşmaktan, alaysı tutumlardan söz edilmiyor. Aksine oyuncu, tüm ciddiyetiyle oynar. Yeri geldiğinde hiç de gülmez, bazen oyunları kaybetmenin üzüntüsünü yaşar ama nihayetinde özgürlük ve haz duygularını deneyimler. Oysa oyun metaforuyla çalışmanın şekillendirilmesi bu ikisini de sunamaz.
Bu konudaki acıklı deneyimlerden biri olan bizatihi bir oyun ya da oyunun parçası olarak yaşamımızda yer alan sosyal-sanal medyaya da uğramak gerekir. Önceleri bir boş zaman etkinliği planlamak, organize etmek, hayata geçirmek ve ardından hikâyesini paylaşarak tüketmek günler hatta bazen haftalar alırken artık günümüzde özellikle tüketim aşaması saatler içerisinde sona eriyor. Bunu beceren şey aslında hikâyenin sosyal medya kanalıdır. Hadi adına yine boş zaman etkinliği diyelim, çalışanların birlikte gerçekleştirdikleri etkinliklerin, artık bir hayat belirtisinin aynadaki yansıması kılığına bürünen sosyal medya paylaşımları ile bütünlenmesi tüketimi hızlandırır ve bir yenisinin hazırlıklarının derhal başlatılmasını güdüler. Bu da başlı başına boş zaman denen şeyin değersizleşme sürecini meydana getirir.
Her bir işçinin aynı oyunda (aynı gemide) olduğunun ve ne de güzel eğleniyoruz yanılsamasının yaratıldığı, çalışmaya dair tüm pratiklerin eğlence maskesi çok kolay bir sınava tabi tutularak düşürülebilir. O da oyunbozan olmaktan geçer. Oyunbozan görülecektir ki sadece dışlanmakla, ötekileştirilmekle kalmaz, şiddete maruz kalır, yeri gelir yaşamak gibi en temel hakları elinden alınır. Konunu bu aşamasında aslında bir açmazlık var. O da şudur: oyunbozanların sayısının artarak yeni bir oyun kurmalarıdır. Sahici bir oyun. Özgürlüğün gerçekten yaşandığı bir oyun.
Sanırım bu nedenlerle fabrika bahçesindeki öğlen paydosu oyunlarını, cep telefonları, sosyal medyalar, spor müsabakaları da dâhil eğlence diye bize kaktırılan ve de yaşamımızın ipotek altına alan şeylere kıyasla sahici buluyorum. Elbette arzum bu sahiciliğin bir saatle sınırlı kalmayıp günün her saati için geçerli olduğu bir yaşamadır.
[1] David Rowe, Popüler Kültürler,Çeviren: Mehmet Küçük, Ayrıntı Yayınları, 1996