yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

BUKET GÜRELİ: ALTIN RENKLİ BAŞAK: BALABAN

98 yaşında aramızdan ayrılan ressam İbrahim Balaban’ın hayatı ve eserleri hakkında yazılmış yüzlerce yazı ve görsel bilgiye ulaşabilirsiniz hiç şüphesiz, bu nedenle onun hayatı ve eserleri hakkındaki bilgileri uzun uzun tekrarlamak yerine daha öznel ve kendimce bir şeyler paylaşmak/  kaleme almak istedim.

İbrahim Balaban deyince aklıma bir dolu renk gelir, en çok da sarı…

Sanırım 13-14 yaşlarında iken okuldaki resim öğretmenimin her hafta verdiği, bir sergi dolaşıp izlenim yazma ödevinin ilkinde Balaban’ın sergisine gitmiştim. Resimleriyle ve hatta kendisiyle ilk tanışmamız bu vesile ile gerçekleşmişti. Galeriye girdiğimde sıcacık, rengârenk bir dünya sarıp sarmalayarak içine almıştı beni. Resimlerindeki figürler ve kompozisyonlar ise benim daha önce gördüğüm klasik resimlerdeki gibi değildi. Hepsi doğada, tüm hayvanlar ve bitkilerle birlikte uyum içinde, hep birlikte ekiyor, biçiyor, yiyor içiyor, dans ediyorlardı. Tüm figürler ve kompozisyonlar sanki dünyanın dairesel formuna uygun bir şekilde dairesel şemalar içine yerleştirilmişti. Her tuval, kendine has biçim ve renkleriyle masalımsı bir dünya idi. Tarlada altın renkli başaklar, harmanda çalışan köylüler, çocuğunu emziren anne, hasat zamanı… içinde bir sürü renk de barındıran sarı resimler. Belki de o sergisindeki resimlerinin renk armonisi genel olarak sarı ve tonları olduğu için ilk sergi izlenimlerimden bugüne onun adı sarı ile birlikte gelir aklıma.

İbrahim Balaban kolay olmayan, neredeyse bir asırlık yaşamı boyunca hep üretmiş ve arkasında yüzlerce eser bırakmış, bu toprakların en önemli naif sanatçılarından biridir şüphesiz.

1937 yılında, 16 yaşındayken tanıştığı hapishane hayatı 1950 yılına kadar fasılalı olarak devam etti. Cezaevindeyken önce babasının cinayete kurban gittiğinin, daha sonra karısının doğumda öldüğünün ve çok kısa bir süre sonra da çocuğunun ölüm haberlerini aldı. Bursa Hapishanesi’nde Nâzım Hikmet ile tanışıp, yedi yıl birlikte zaman geçirmek, bu zor hayatın belki de en güzel sürprizi ya da hediyesi olmuştu. Cezaevinde resim yapmayı öğrenmek isteyen Balaban, Nâzım Hikmet’e yönelttiği “Sen beni çıraklığa kabul ediyor musun?” sorusuna aldığı “Sen beni ustalığa kabul ediyor musun?” karşılığıyla, ünlü şaire çırak oldu. Balaban’ın kendi ifadesiyle:

Çıraklığa kabul edildiğim gün, o saat ve o anda utanmasam; ‘Yaşasın tutsaklık!’ di­ye bağıracaktım. Dünyada benden başka hiçbir öğrenci, cezaevini me­kân tutup da dünyanın en büyük şairi Nâzım Hikmet’i hoca olarak bulmamıştır.”

Resim dersinin yanı sıra Nâzım Hikmet’in ona verdiği diyalektik, ekonomi politik, sosyoloji dersleri sayesinde artık naif ressam olmadığını ama aynı zamanda resimlerinin naif resmin özgürlüğü ve özgünlüğünü taşıdığını söylüyordu.

Aslında resimlerinde özgürce renk, form kullanımı, resim kurallarını zaman zaman tamamen yıkması elbette okulsuz olmasından gelen bir özgürlüktü. Resimlerinde kendi bildiği ve yaşadığı dünyayı, çevresini ve çevresinin renklerini naifliğinden gelen bu özgürlüğü ile masalımsı bir dille kullanıyordu. Anadolu köylüsünün yaşam ve uğraş biçimlerini işleyen sanatçı, eserlerinde köyden kente göç sorunlarını, kendine özgü resim diliyle yansıttı. Kırmızılar, yeşiller maviler ve illaki sarılar onun tuvalinde en katıksız halleriyle özgürce yerlerini alıyordu. Bu onun belki, doğup  yaşadığı köyüne, doğaya olan sevgisi, özlemi ve bunu ifade ediş biçimiydi. Sanat anlayışını “Sanat yaşantının izdüşümüdür, Ben boyaları açık-koyu leke endişesiyle değil, figürlerin özünde çakmaklanan ışığı yakmak için kullanıyorum,” diyordu.

Rengârenk resimlerine baktığımızda bu anlatım kaygısını, sıcaklığını ve samimiyetini anlamamak mümkün değil zaten.

Cezaevinden çıktıktan sonra aramızdan ayrılana kadar ısrarla resim yapmaya devam eden ve pek çok sergi açan ressam, sanat dünyasına da damgasını vurdu. Türk Resim Sanatı tarihine naif ressamlarımızdan biri olarak geçti.

İyi ki bu dünyadan ve bu topraklardan kendi renkleriyle geçmiş diyerek, Nazım Hikmet’in İbrahim Balaban’ın “Bahar” tablosu hakkında yazdığı şiiriyle her ikisine de birer selamla bitirelim…

İşte seyreyle gözüm, hünerini Balaban’ın.
İşte şafak vakti, Mayıs ayındayız.
İşte aydınlık:
akıllı, cesur, taze, diri, insafsız.
İşte bulut:
kaymak gibi lüle lüle.
İşte dağlar:
hem de mavi, hem de serin.

diğer yazıları