İlk olarak 59. Altın Portakal Film Festivali’nde gösterilen ve Jüri Özel Ödülüne layık görülen “Ayna Ayna”, yönetmen Belmin Söylemez’in ikinci uzun metraj filmi. Film, oyunculuk kursunda yolları kesişen üç farklı kadının hayattan beklentilerine, hayal kırıklıklarına ama bunca zorluk içerisinde ve en yakınlarının sorgulayıcı gözlerine rağmen nasıl inat ettiklerine yaşamın kendi ağırlığında ve temposunda odaklanıyor. Bunu yaparken elbette toplumun sinir uçlarına dokunuyor da diyebilmek isterdim ama filmin bu açıdan ayakları biraz havada kalıyor.
İstanbul’a işletme eğitimi almak için gelmiş ama aslında oyuncu olmak isteyen Aylin; Frida Kahlo ile bir çeşit ruhsal bütünleşme kuran ve onu sahnelemek isteyen Frida ve bu iki kadının oyunculuk eğitimi almak üzere yolunun kesiştiği kursu ayakta tutmaya çalışan bir tiyatrocu, Lale…
Film şöyle başlıyor: Aylin, seçmeleri devam eden ve çevresindeki diğer oyuncuların da başvurduğunu anladığımız, rağbet gören bir Osmanlı dizisinin seçmelerine katılmak istiyor. Bir dükkâna girip dönemin elbisesini üstüne geçiriyor ve geçiyor giyinme kabinine, açıyor telefonun kamerasını:
“Sabah şerifleri hayrolsun şehzadem, bir emriniz mi vardı? Adım Nergis şehzadem, Merak buyurmayınız, siz ve sultanınızı sükût-u hayale uğratmıcam”
Aylin’in bütün provaları ve oyunculuk çalışmaları gürültünün hâkim olduğu kamusal mekanların mahremlerinde gerçekleşiyor. Bir mağazanın giyinme kabini, kaldığı kız yurdunun tuvaleti, oda arkadaşları gittiğinde sessizleşen yurt odası…Aylin’in içinde tuttuğu, dışarı haykıramadığı ‘potansiyel”i ile yaşamının geçtiği “zorunlu” mekanlara uyumsuz performansları bir şekilde onun sesini fiziki olarak da kısıyor. Gündelik yaşamındaki o kısıtlanmışlık ile başarısız olma korkusu iç içe geçerek, Aylin’in sahnede varlığına dahi hâkim oluyor…
Büyüttüğüm çiçeklerden koca bir ağaç yeşermiş evimde…
Ve Frida, Aylin’in aksine o parklarda, sokaklarda, vapurda, mahalle pazarında ve hayatın tüm gürültüsünün sürdüğü her yerde onun sesi de var. 7 senedir üzerinde çalıştığı oyunun prova sahnesi onun için sokaklar…Kıyafetleri, renkleri, yüzü ve tüm tonu ile o bir Frida Kahlo… Nihai amacı bir gün sahneye çıkıp karaladığı metinleri, ona yazdığı mektupları, iç dünyasında yaşattığı Kahlo’yu sergilemek. Onun hayatına sığdırdıklarını ya da Kahlo ile kurduğu özdeşliğin sebebini bilmiyoruz. Fakat parkta bağdaş kurup bir ağaca bakarak döküyor sözlerini: “Büyüttüğüm çiçeklerden koca bir ağaç yeşermiş evimde…” Sanki hissettikleri kendi yaşamından ve geçmişinden değil de bugünün içinde dondurulmuş anlardan fışkıran zorlama duygular. Her anlamda sığındığı sevgilisi ve arkadaşlarının da sorgulayıcı sözleri, göz deviren bakışları altında yine de ısrar ediyor Kahlo’ya tutunmaya. Ve nihayet bir ikinci el pazarında baştan sona okuyor yazdıklarını, Aylin’in içine sıkıştırdığı sessizliği delip geçercesine, aşıyor kendi eşiğini…
Bu üç kadının yollarının fiziksel olarak kesiştiği oyunculuk kursunun sahibi ise Lale. Frida’ya benzer bir şekilde o da uzun süredir kendi rüyalarından yola çıkarak sergileyeceği bir “rüya tiyatrosu” üzerine çalışıyor. Tıkanmış, ilerleyemeyen ve sanki başarının “doğal” sınırlarının engeline takılmış o bilindik dönemeçte…Oysaki bu sınırı belirleyen toplumsal şartlar altında kuşatılmış, tiyatrosunu ayakta tutmaya çalışan ve belki bir zamanlar karşı olsa da dizi piyasasında dahi şansını denemek zorunda kalan bir oyuncu. Oyunların yasaklandığı, sanatın engellendiği bir muhafazakâr çember içerisinde çırpınsa dahi kursiyerlerin geciktirdiği ücretleri dahi sorun etmiyor. Bir yanı ile piyasanın dayatmalarına o da böyle direniyor.
Kesişmeyen ama teğet geçen yaşamlar
Bu üç kadının her ne kadar yolları kesişiyor gibi görünse de birbirine teğet geçen hayatlar aslında onlarınki. Üç kadının yaşamındaki benzerlikleri, mutsuzlukları, hayal kırıklıklarını, yalnızlıklarını, çırpınışlarını ve ısrarlarını benzeten ise izleyici… İstiyoruz ki bir dönüp birbirlerinin içini görsünler, tutunsunlar, birbirlerinin yaşamına başka türlü girsinler. Ama onlar sebebi toplumsal olan bir girdap içerisinde tek başlarına savruluyorlar…Yeri geliyor, toplumun o yargılayıcı ya da engel yaratan bakışlarının aynasında yansıyorlar birbirlerine. “Çok fazla oynamak isteyen var ya Frida’yı, baya bir insan da oynadı zaten, biliyorsundur” diyor Lale, Frida’ya. Ya da tüm korkularını ve endişelerini sesini tıkayacak kadar içine bastıran Aylin’i bir prova esnasında ona “fazla” gelecek bir ısrar ile yüzleştirmeye çalışıyor kendi ile.
Ve nihayetinde yolları mekânsal olarak kesişen bu üç kadının kendi eşiklerini aşma noktaları da paralel bir zamanda ilerliyor. Aylin, ona emanet edilmiş kursun kapısını açamadığında içinde biriktirdiği seslerin gümbürtüsünü kapıyı var gücü ile iterek açığa çıkarıyor. Lale, bir provada sıkışıp kaldığı durağan halden lahanayı paramparça ederek ve kendi ile yüzleşerek çıkıyor. Ve Frida, bütün inatçılığı ile yüksek bir basamağa çıkıp baştan sona tüm yazdıklarını okuyor bağırarak.
Peki, yaşamın bunca engebeli noktalarında birbirine ses olarak kesişmek, birbirini tam da kendi yansımasından anlamak ve ortaklaşmak varken teğet geçip yine eşikleri aşmanın sorumluluğunu bireysel bir çabaya yüklemek niye? Bugünkü koşullar altında random bir şekilde seçilen ve fiziki olarak da temas etmemiş herhangi bir üç kişinin yaşamında dahi belli bir benzerliği ortaklaştıran zorunluluk, yani toplumsal koşullar bu kadar baki iken, bizim çıkış noktası için ya da eşiklere sıkışmış yaşamlarımızı aşmak için başka türlü bir kesişime ihtiyacımız yok mu? Ya da tersinden, bunca zorluk içerisinde kadınlara tek başına da olsa çabalamanın sorumluluğunu yüklemek biraz haksızlık değil mi? Birbirimizin aynasındaki yansımalarımızın bu kadar berrak olduğu bir dönemde birbirimize yeniden ayna tutmanın değil dayanak haline gelmemizin aciliyetliğine dair bu vurguya rağmen “Ayna Ayna” ulusal yarışmada öne çıkan ve izleyici ile buluşması gereken filmlerden biri.