“Bir kadının bir kez yalancıktan inlemesi bile fazladır. Bir kez yalancıktan sokulması. Çirkinlikleri tekrarlamaktansa enayi başlangıçlara koşturmalı.” (Sevgi Soysal, 1968, Tante Rosa)
2022’de Adana İzleyici Ödülü alan ve yönetmenliğini Çiğdem Sezgin’in yaptığı Suna, İKSV film festivalinin ulusal yarışma kategorisinde izleyicisi ile buluştu. 50’li yaşlarında, yalnız ve yoksul bir kadın olan Suna, aile dostu Erol’un aracılığıyla eşini yeni kaybetmiş olan Veysel ile tanışır ve onun evine taşınır. O zamana kadar akrabalarının yanında bir evden başka bir eve göçebe olarak yaşamını sürdüren Suna, Veysel ile kıyılan imam nikahının ardından Şile sahiline yakın bir köyde eski ve müstakil bir eve yerleşir.
Film, Suna ve Veysel’in bir yatağın ucunda birbirlerinden beklentilerine dair yaptıkları bir konuşma ile açılıyor: Suna, “Beni çok sıkmazsın değil mi? Karışanım edenim olsun istemem bu saatten sonra. Alışmışım ben özgür yaşamaya, canım sıkılınca kapıyı çekip dolaşmak isterim” diyerek bir şekilde “ev” ile sınırlı bir yaşantı istemediğinden bahsediyor. Veysel ise aslen hayatını geçirecek bir can yoldaşı aradığını, temiz, iç çamaşırını düzenli değiştiren bir adam olduğunu ve “icap ettiğinde” hemen duş aldığını vurguluyor. Açılıştaki bu konuşma izleyiciye filmin ilerleyen aşamalarındaki temel çelişkinin de sinyalini veriyor: Veysel için icap edenler Suna’nın özgürlüğünü boğacak bir bağımlılık ilişkisi yaratarak hayatını bir çeşit kafese çevirir…Kadınlar için yoksulluk ve güvencesizliğin evin hem içerisinde hem de dışarısında erkek şiddetini nasıl yeniden ürettiğini gösteren film, kamusal-özel alan ayrımını da parçalayarak ev ile dışarının ilişkisini kadınların perspektifinden yeniden sorgulatıyor.
Ne dışarısı ne içerisi, eşikte bir yaşam
Suna’nın bir anda bulaşık, ütü ve yemek gibi ev işleri ile çevrelenmiş yaşamında ilk zamanlarda dışarı ile tüm ilişkisi sigara içmek için çıktığı balkon, alışveriş yapmak için gittiği market ve çeşitli bahaneler üreterek uzun uzun eve yürüdüğü anlar ile sınırlıdır. Yine evde bulunmak ya da ev ile ilgili işlerdir Suna’yı dışarı çıkaran… Ama en çok da ev ile dışarının sınırında, en arada derede olduğu yerde, yani balkonda sigara içerken görüyoruz Suna’yı. Fakat çelişkiler derinleştikçe evin dışına çıkmak için “ev”in gereksinimlerini araçsallaştırmaktan da vazgeçen bir Suna ile karşılaşıyoruz. Veysel işe gider gitmez atıyor kendini dışarıya…Gitgide muhafazakarlaşan ve yoksulluğun, güvencesizliğin hâkim olduğu bir toplum ile Suna’nın özgür bir yaşam sürdürebilme arzusunun uyumsuzluğu filmin ana ekseni haline geliveriyor. Fakat bu uyumsuzluk Suna’yı ne evcilleştirir ne de kendine tabii kılar…Evini bırakan, eşini terk eden, aforoz edilen ya da “orospu” olan Tante Rosa gibi; Suna’nın uyumsuzluğu da ona çokça sıfat yüklüyor. Aynı anda hem güzel ve havalı bir kadın hem elinden her iş gelen iyi bir eş hem bir fingirdek hem de “orospu” oluverir. Ama iyi bir insan değildir sanki Suna…Çevresindeki erkeklerin “iyi”liğinden ve şefkatinden ona bu sıfatı yüklenecek yer kalmamıştır. Ona düşen bu iyiliğin diyetini ödemektir…
Kafes içerisindeki direnç noktaları
Çevresi tarafından “iyi” bir adam olmanın bütün özelliklerini taşıyan Veysel de bu zamansal paralellikte beklentilerini daha yüksek sesle söylemeye başlar. O işten geldiğinde yemeğini hazır edecek, her gün farklı bir çeşit yemek pişirecek, pijamasının yerini bilecek, kafeste beslediği muhabbet kuşları ile ilgilenecek ve akşam olduğunda da cinsel doyumunu sağlayabileceği bir eşe ihtiyaç duymaktadır. Suna ise tüm bu beklentilere kayıtsız ve hatta bu beklentilerin karşılık bulabilmesi için gerekli “maddi” koşulları bir çeşit manipüle ederek kendi istekleri ve özgürlük arayışı için kullanmaya başlar. Gününü yemek yapmakla geçirmemek için Veysel tek başına yemek yerken o akşamdan yarının yemeğini yapıyordur. Mahalledeki kadınların organize ettiği güne katılacağını söyleyerek Veysel’den aldığı para ile sahildeki barda votka içer. Ya da pazara gitmesi için Veysel’in ona verdiği para ile o kendini gündüzden sahile atar, uzun yürüyüşler yapar ve bir sahil barında içerek Veysel işe dönmeye yakın elindeki içki poşetleri ile eve döner. Ondan beklenen rolleri sergiliyormuş gibi yaparak aslında zamanın toplumsal cinsiyetçi inşasına da meydan okur. Gündüzler Suna’nındır.
Fakat balkonda içilen son sigaranın ardından yatağa gitmenin sancısında evdeki çelişkiler de günden güne belirginleşir. Ona kalacak bir ev sunan, kendi halinde “iyi” bir adam olan Veysel’e olan diyetini tecavüze de rıza göstererek ödemelidir Suna. Gündüzlerin kendine kalması için ütüyü, yemeği ve mutfağı “ev” işlerinin kendi özgün zamanına direnerek akşam yapsa da kafes içerisinde geliştirebileceği direnç noktaları sınırlıdır. Tecavüze direndiğinde ise “o zaman seni niye besliyorum” der Veysel. Veysel ile aynı yatağa girmek karşılıklı bağımlılık ilişkisi içerisinde kaçınılmaz hale gelmiştir…
İyi ve şefkatli erkekler
Bir tekne yapım atölyesinde çalışan Veysel’in fazla mesaiye kaldığı bir gün, Suna yine kendini sahile atar. Sahildeki barın işletmecisi ile bir yandan votka içer bir yandan da dertleşmeye başlarlar…Onun gibi bir kadının cesaret gösterip barda tek başına oturması ile tanıdık bir tavır ile dalga geçer adam: “Vay be!”, “özgür kadın”, “Braveheart!”. İlerleyen saatlerde bu kişi tarafından cinsel şiddete maruz kalır Suna. Güvencesiz, yalnız ve kimsesiz bir kadın olmanın “sessizliği” ve yükü omzunda; yüzü, gözü ve boynu morluk içerisinde sabaha doğru eve döner…Artık dışarısı da içerisi de şiddetin her türlüsünün görünmezleştiği bir kafese dönmüştür Suna için. Bu sahneyi filmin kendi anlatısı ve dengesi içerisinde “fazla” bulmakla beraber “iyi” erkek olmaya dair bir tartışmaya kapı araladığı için de önemli görüyorum.
Film kendi örgüsünde bir şekilde aynı cinsel şiddet eylemlerinde bulunan bu iki adamdan birini diğerine göre daha “iyi” olarak konumlandırıyor…Suna’ya evin dışında tecavüz eden bar işletmecisi ile evde düzenli olarak cinsel şiddet uygulayan Veysel arasındaki benzerliğin bir şekilde Veysel’in şefkatinde soğurulmasına bir şerh düşmüş olayım böylece. Veysel içine doğduğu toplumun erkeklik öğretilerini “çaresizce” benimsemiş ama “iyi” bir erkek iken diğerini “canavar”laştıranın ne olduğuna dair yanıtı okuyucuya bırakalım. Fakat benim yanıtım Suna’nın evi terk ettiği sahnede…Kadınların böylesi “iyi” erkeklerden kurtulması gerektiğini de yine en iyi Suna ortaya koyuyor.
Ve yeniden yersiz yurtsuzlaşmak pahasına enayi başlangıçlara koşturma cesaretini gösteriyor.
Peki, hayatının göbeğinde yoksulluk olan ve toplumsal bir güvencesi olmadığı için bu “iyi” adamlara katlanmak zorunda kalan sayısız kadın için ipleri koparmak bu kadar kolay mı sahiden?