yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

CENK MUTLUYAKALI: AYNI SALINCAKTAN GÖĞE BAKAN ÇOCUKLARIZ

1974 Temmuzu Kıbrıs halkları için oldukça yakıcı bir dönemin başlangıcıydı. Takım elbiseli ve üniformalı abilerin kumaşlarından yarattıkları “düşman”la çalkalanıyordu sokaklar. Sözkonusu “milli çıkar”dı. Birçok insanın kaybolup öldürüldüğü, evlerinden kovulduğu ve yüzleşmekten kaçınılan bir meseleydi…

Eylül ayında Kor Kitap etiketiyle yayımlanan, gazeteci-yazar Cenk Mutluyakalı’nın ilk romanı Salıncak unutulanı hatırlatmak ve bu yüzleşmeyi gerçekleştirmek üzere çıkıyor yola. Kendisi DE Kıbrıslı olan yazarın deyimiyle bu kitap “Bir annenin, çocukken sallandığı salıncakta, çocuğunu sallayabilme umuduna saygı duruşu” aslında. Değiştirebilme gücüne sığınmış Kıbrıslı Rum bir kadının çocukluğunun peşine düşen Salıncak’ı ve Kıbrıs’ın tozlu sandıklarda gizli kalmış acılarını Cenk Mutluyakalı’yla konuştuk.

Gazeteciliğiniz ve deneme yazarlığınızın yanında ilk romanınız Salıncak’la birlikte yeni bir türe merhaba demiş oldunuz. İlk sorumuza bu romanın yazım süreciyle başlayabiliriz. Zihninizde ve yüreğinizde Salıncak’ı şekillendiren ne oldu, nasıl bir yol izlediniz?

Bizler Kıbrıs’ta birbirini tanımadan aynı salıncaktan göğe bakan çocuklar olduk.  Ne savaşan ne de barışan bir kuşağız. Savaşmadık, nefreti ya da güvensizliği bize dayattılar, öğrettiler, üzerimize adeta yıktılar. O yıkıntıların altında kaldık. Milliyetçilik öncesi zamanları bilmiyoruz. Kıbrıslı araştırmacı Niyazi Kızılyürek’in deyişiyle, siyasal bir dine dönüşen milliyetçiliğin yarattığı bir adada yaşıyoruz.
Beş altı yaşlarında göçmen olduk. Evlerinden kovulan çocukların okullarında okuduk, onların sıralarında… O sıralarda bize sürekli düşmandan söz ettiler ama kim olduklarını bilmiyorduk. Sonra bir baktık, düşman dedikleri, aslında insan… Bize çok benziyor. O insanla tanıştıkça, kendi çocukluğumuza döndük. Üstelik fark ettik ki o düşman dedikleri çocukların sokaklarında büyümüşüz, onların oyuncaklarıyla. Okullarına girmişiz onların, sahalarında top koşturmuşuz. Üzerinden üzüm topladığımız bağların fidelerini aslında onlar dikmişler… Yüzleşmedik biz bununla, yüzleştirmediler.

Evimizi dağıtmışlar bizim, hayatlarımızı yağmalamışlar. Tümünü kavradıkça ve utandıkça, edebiyata sığınmak gibi bir iş denedim. Çünkü sanat, felsefe, edebiyat sizi dipsiz bir kuyunun içinden ışığa doğru çekiyor.

Kıbrıslı Rum tarih profesörü Konstantina Zanu’nun bir konuşmasından çok etkilenmiştim. “Birçoğumuzun sandığının aksine yurdunu seven insan yurdundan gurur duyan değil, utanan insandır” demişti. Affetmeyi bırakalım utancı konuşalım, isteğini haykırmıştı. Öyle yaptım ve derin bir utanç karşısında, haddimi aşarak, edebiyata sığındım. Nihayetinde bir gazeteci için çok zordur bu… Edebiyat çok başka… Yine de eğer bir hayata karşı itirazınız varsa, denemeye değer doğrusu.
Nasıl bir yol izledim diyorsunuz ya… Yürüdüğüm yollara baktım yalnızca. Yürüdükleri yollara. Birlikte yürüyemediğimiz ya da yürütmedikleri yollara. Bir yurtsever yolculuğu bu. İnsana, toprağa, çocukluğa ve sınırsızlığa dair bir yolculuk.
Bir annenin, çocukken sallandığı salıncakta, çocuğunu sallayabilme umuduna saygı duruşudur bu kitap…

Kahraman anlatıcınız bir kadın. Çocukluğuna, yurduna ve aşkına sahip çıkan bir kadın. Rıza tahakkümüne boyun eğmeyen ve genel kabule direnen biri aynı zamanda. Başından beri bir kadın başkahraman mıydı kurguladığınız? Hikâyeyi kadın perspektifinden anlatırken ne gibi deneyimleriniz oldu, ‘zorlandım’ dediğiniz noktalar var mı?

Çoklu bir empati denemesi yapmak istedim. Hem bize ‘düşman’ olarak tanıttıkları, aslında bir elmanın iki yarısı olduğunuz ‘öteki’ toplumdan bir insanın yerine geçmek istedim hem de bir kadının… Çünkü kadının özgürleştiği yerden geleceğe bakmak istedim.


Romanda, Alexi’nın babasının ağzından anlatlıyor bu sahne bir yerde:
“Soyunup avluda yıkandık. O sahne insanın aklından gitmez.
Hepimiz donlarımızla yıkandık. Ya da utanca battık.”

Milliyetçiliğin, tahakkümün, barikatların, dünyadaki pek çok eşitsizliğin kaynağını didiklediğiniz zaman güce ve erke yaslanan erkek egemenliğini görüyorsunuz. Salıncak’la sınırları aşmaya yönelmişken, o zaman, bir kadının yüreğinden yürümek kaçınılmazdı.
Çok zor elbette! Sanmıyorum ki başarabilmiş olayım. Yine de denedim. Olabildiğince çok gözlem yaptım, konuştum, anlamak için uğraştım. Zorlandım, hem de nasıl zorlandım.

“Sınırları Aşmak” başlıklı ilk bölümde başkahramanınızın tutkulu ve cesur bir ânıyla ve ona dair ipuçlarıyla açılışı yapıyorsunuz. Kıbrıslı olmak ve kadın olmak gerçekliğini aynı romanda birleştiren neydi sizin açınızdan?

Savaşların en büyük mağduru kadınlar sanırım. Çünkü geride kalandır onlar, yitirendir. O nedenle yarılmaları çok daha büyüktür, yaraları kabuk tutmaz kolay kolay. Tutkuyla ve cesaretle meydan okuyan kadınlar değiştirecek hayatlarımızı… Kıbrıslı olmak, yabancılaşmaktır gitgide… Yaşadığınız topraklara, anılarınıza, düşlerinize, iradenize… Bir kadının kendine yabancılaşması, geçmişe isyanı, dayatılan rollere başkaldırısı var romanda. Bir kadının yüreğinde, yitik bir aşkı ve yitik bir yurdu birleştiriyor aslında öykü… Bir kadının ruhundan hakikatlerden kaçmak yerine, hakikatlere koştum.

Alexia dışında romanınız üç kuşağın aynı tarihsel düzlemdeki tavrını da anlatıyor. Öfke, hayal kırıklığı, özlem, isyan, yüzleşme… Alexia, babası ve Despina özelinde Kıbrıs’ın üç kuşak boyunca geçirdiği değişime ve süregelen duygu dünyasına dair neler söylersiniz?

Kıbrıs’ı ikiye bölen yeşil hattan kontrollü geçişlerin başladığı yıllara dönmek istiyorum. Romandan değil kendi özelimden söz edeceğim bu kez. Annem ve babamla birlikte doğduğumuz yere gidiyoruz, yanımda oğlum, birlikte, üç farklı kuşak… Annem, babam ağlıyor, çünkü orada gençlikleri var, evlilikleri, hayalleri, aşkları, sevinçleri… Çok da anlamıyorum ben, şaşkınım, çünkü hayal meyal yerler… Oğlum, ‘niye geldik’ diyor, ‘burası neresi…’  Babam, annem ‘ev küçülmüş’ diyor, ‘bize hep çok daha büyük geliyordu.’ Oysa bana yıkık geldi, harap… Oğlum, ‘ne zaman kaçacağız? (ayrılacağız)’ diye soruyor. Savaşın yıkıntıları var ana babamın omuzlarında, benim için yitik bir kent var. Üçüncü kuşak çok başka bir hakikate doğsa da aslında cam kırıkları üzerinde yürüyor. Benim ülkemin her sokağında nerdeyse, farklı kuşakların savrulmuş hayatları var aslında ve nereye sürüklendiği bilinmeyen bir gelecek. Bir yanda Alexia var, bir yanda Despina, Salih var, Nedime anne, Hristakis amca… Avusturyalı yazar Jean Amery, ‘yurt çocukluğun ve gençliğin ülkesidir’ der. Çocukluğun ve gençliğin evidir, bence. Kıbrıs’ın sokaklarında o nedenle, her kuşağın, kendine dair bir evsizliği vardır, bir yurtsuzluğu… Ya da Ahmet Oktay’dan ödünç alacağımız bir tanımla, buralarda herkes bir ötekinin yurtsuzudur.

Diğer taraftan akademilerin ve devletlerin haline dair de güçlü işaretler var Salıncak’ta. Önce bir düşman yaratmak, sonra ona benzeyip tüm ömrünü savaşmakla geçirmek yaşama nedeni mi oldu bu yapıların?

Barışın, işbirliğinin, bilginin, eşitliğin ve demokrasinin olmadığı her yerde korku vardır, gericilik vardır, zulüm vardır, sığlık vardır.  Bir yerde özgürlük yoksa bu korku düzenini sürdürenler illaki düşmana ihtiyaç duyar. Ellerinden o ‘düşman’ı alsanız, geriye hiçliği kalır.
Kıbrıs’ta toplumlar tarihsel olarak kendilerini Yunanistan ya da Türkiye’yle özdeşleştirdiler. Kendi parçalarından yaratılmış düşmanlarla savaştılar hep, düşmanı yok ettikleri sanrısıyla, kendilerini tükettiler. İnsanların öldürüldüğü, kaybedildiği, evlerinden kovulduğu yerde ‘milli çıkarlar’ denerek onca cinayet meşrulaştırıldı.
Bu kitap öyle de bir itirazdır aslında… Düşman anlatılarına ve düşmanlığa… Bir de ‘inkâr’ politikalarına itiraz vardır. Üzerinde çok düşünmemiz gereken en önemli kavramlardan biri de inkardır.

Sosyal antropolog Rebecca Bryant, Kıbrıs’ta iki ana inkâr eğilimi olduğunu anlatır.
Birincisi, Kıbrıslı Rumlardan gelişmiştir, 1974 öncesini yok sayan bir tavırdır bu. Ya da seçici hatırlamalarla oluşur. Kıbrıslı Türklerin çoğu tarafından içselleştirilmiş, resmî inkâr siyaseti ise 1974 trajedisinde ortaya çıkar. Kıbrıslı Rumların adadan kovulması, tüm mallarına, mülklerine, anılarına el konması farklı gerekçelerle meşrulaştırılmıştır. Hatta Kıbrıslı Türkler, başkalarının hayatları üzerine kurdukları düzeni hak ettikleri çünkü aslında, asıl mağdurun kendileri oldukları yönünde de uzlaşmıştır. Türkiye’nin aslında neyin garantörü olduğunu unuttuğu ya da Kıbrıs’ın toprak bütünlüğünü görmezden geldiği gibi ‘düşman’ anlatısı ‘inkâr’ siyasetiyle kendini bütünler.

Alexia’nın babası, Salih’in babası ve Hristakis Amca var bir de. 1974’ü ve mübadeleyi yaşamış üç Kıbrıslı. Mübadil olmak onlar için neye karşılık geliyor? Onlar neden ziyaret edemiyorlar koparıldıkları evleri?

Çok farklı bir ilişki vardır, mekân ile hafıza arasında, özellikle de savaş yorgunu, çatışmalı coğrafyalarda… Toplumların kolektif belleğinin ortaya çıkarılması ve korunmasında mekân çok önemlidir. Pierre Nora’nın ‘Hafıza Mekânları’na göre hafıza, mezarlıklar, savaş meydanları, hapishaneler gibi somut ve fiziksel alana eklemlenir. Böylece bellek o coğrafi mekânda yaşam bulur. Diğer taraftan bir sokak adı bile kolektif belleğin yaşatılmasında rol oynar. Bu insanlar, o kolektif belleğin katledilmesi karşısında kendi içlerine sığınıyorlar sanırım. Yaşama tutunmak için gitmiyorlar, belki de gidemiyorlar çünkü gittikleri anda, belleklerini tümüyle yitireceklerini hissediyorlar.

Günümüze dönüp baktığımızda neler söylemek isterseniz? O zamanlardan bu zamana Kıbrıs ve Kıbrıslılar için değişen şeyler var mı, yoksa her şey olduğu gibi yerli yerinde mi duruyor?

Elbette değişiyor hayat… Bir yandan, geçmiş kuşaklar yittikçe, kötü anıların da kaybolacağını düşünüyorsunuz. Öyle olmuyor tabii… Çünkü bölünme betonlaşıyor. Sanırım ‘Şahsiyet’te geçiyordu, “hayat hatıradır, unutursan ölürsün.” Belki doğru. Yine de şu var, bellek seçiyor, neyi unutmak, neyi hatırlamak istediğini… Bir de size dayatıyorlar… Yetmezmiş gibi sessiz de bir uzlaşı var. Örneğin, başkalarının hayatlarından çaldıklarınıza dair susuyorsunuz. Oysa kendi mağduriyetinizi sürekli ve bağıra çağıra tekrarlıyorsunuz. Mağdursanız unutmuyor, failseniz hatırlamıyorsunuz. Eskiden bir Kıbrıs sorunu vardı, sonra bir de KKTC sorunu çıktı, bir de Türkiye’ye ‘yutulma’ sorunu var. Şimdi üzerinde Doğu Akdeniz eklendi, kıta sahanlığı, deniz yetki alanları, hep gerilim… Çatışmayla kucak kucağa yaşanan süslü hayatlar, farklılaşan nüfus, birbirine yabancılaşan insanlar, barikatın iki yanında birbirinden uzaklaşan kuşaklar… Kapalılık ve sınırlılık hali hem bireyciliği tetikliyor hem de özgüveni kaybediyor. Kibir ve şımarıklığa dönüşüyor zaman zaman… Bir de abartılı bir mağduriyet söylemine… Tadı kaçtı buraların…

Son olarak Salıncak’tan sonraki planlarınızla kapanışımızı yapalım. Yeni projeler, yeni dosyalar olacak mı?

Elbette kimi hayallerim var. Doğrusu çok daha fazla okumadan, çok daha fazla yazacağımı söylemek gerçekçi gelmiyor. İnsanın kendini tümüyle edebiyata yaslaması için önce aktif gazeteciliği bırakmak gerekiyor. Günü tüketiyorsunuz gazetecilikte, hep bir telaş, çok fazla gündelik dertlerle yoğruluyorsunuz, eğreti bir yapının içinde sürekli kendinizi tekrar ediyor ve aslında, giderek, yaratıcılıktan ve estetikten uzaklaşıyorsunuz. Şimdilik en önemli hedefim bu romanın Yunancaya çevirisini yapmak. Çünkü duygularımın ve öykümün en fazla da Kıbrıs’ın güneyindeki insana ulaşmasını istiyorum. Umarım başarırım, iyi bir çeviri, iyi bir editoryal katkıyla üstesinden gelebiliriz.

Kübra Yeter
diğer yazıları