Sen sus çocuk anlatsın, çocukluk anlatsın… İçindeki kaçıklık, kopukluk, uçukluk anlatsın… Evde, ailede, okulda, sokakta, parkta ve ezcümle toplumsal hayatta bağlantıları uçuk kaçık kurabilme serbestliği, buna el veren “çocuk aklı” anlatsın… sonuçta çocuk haklı, bırak anlatsın!
Bir gerçeklik var; bir de gerçekliğin zihinde kırılması, daha doğrusu zihne kırılarak yansıması var… Anlatıcı yetişkin ise bu “kırılma”nın belli sınırları var, olgun/oturmuş bir akılda çok da eğip bükemezsiniz onu. Ancak anlatıcı bir çocuk (ergen ya da daha küçük) olduğunda, kırabildiğince kırmanın rahatlığı var.
Çok örnek var.
Daha önce incelemeye çalıştığım bir yazardan gireyim meseleye.[1] Carson McCullers’ın romanlarında ergen çocuklar anlatıyor genelde. Yazar, onların zihninin içine yerleşiyor ve çok güzel anlatmaya başlıyor bu çocuklar. Çok şaşırtıcı anlatıyorlar. Farklı anlatıyorlar. Metni okuyan yetişkin okurun zihninde, gerçekliğin algılanmasına dair, kendi eski çocukça algı ve kavrayışlarına dair bir “hafıza oyunu” da oynuyorlar. Bir bakmışsınız, okur, “Ben de küçükken…” ya da “Ben de gençken…” diye başlayan cümlelerin öznesi oluveriyor.
Evet, çocuğun zihninden kırılarak görülen farklı bir gerçeklik var. Bir zamanlar hepimiz gördük bunu, hissettik/yaşadık onun kopukluğunu, o yüzden (ondan mecburen kopulsa da) “çocukluk anayurdu”na geri dönmenin başka türlü bir heyecan vericiliği var.
Çocuk aklından/bilincinden yazılan romanlarda 12-15 yaş aralığı, en ideali gibi sanki. Hem bir yetişme çabası, hem de yetişememe hâli… Ölüm, aşk, ayrılık gibi kadim meselelerde de; evlilik/düğün, vefat/cenaze, savaş/çatışma gibi günlük rutinin hayli dışına çıkan olaylarda da; daha sıradan olay ve olgularda da (onları sıra dışı bir biçimde kavramanın etkisiyle), şaşırtıcı bir bilinç harekete geçiyor o yaşta.
Yazarlar da bunun sunduğu olanakları çok iyi kullanıyor doğrusu. Çocuğun ilk başta saçma gibi görünen ama biraz daha “içten” bakıldığında yetişkin dünyasının ön kabullerini ustalıklı ve yaratıcı bir biçimde parçalayabilen aykırı fikirleri aşkına… çok iyi bulmuşlar bu 12-15 yaş aralığını hakikaten.
Carson McCullers birkaç romanında birden bu yaşları tercih ediyor: Frankie (Düğünün Bir Üyesi), Mick (Yalnız Bir Avcıdır Yürek), Wünderkind (Harika Çocuk) ve diğerleri.
Hormonların etkisi önemli. Henüz daha tam yola koyulamamışlar sanki… Zihin kavrıyor, beden karşılık ver(e)miyor… Bu çelişki, zihni daha da sıkıştırıyor. Kavramak için kendini iyice zorluyor, tepiniyor. Kavrayamayınca da uyduruyor. Daha erken dönemlerle karşılaştırıldığında biraz da gelişmiş bir zihin “uydurduğu” için, daha ilginç şeyler ortaya çıkarıyor. Gerçek bükülüyor.
Ayrıca bilime, sanata, yakın geçmişin olaylarına, teknolojik yeniliklere dönük çok farklı bir ilgi var o yaşlarda. İlk keşfetmenin farklılığı ile öğrenme kapasitesinin enginliği iç içe geçiyor, mucizevi görünebilecek ilerlemelere, sıçrayış ve kopuşlara imza atılabiliyor. Üstelik akıl, daha erken dönemdeki (diyelim 5-11 aralığındaki) yaşlara göre –daha iyi ya da daha hızlı olmasa da– biraz daha “temelli” kavrıyor artık; temel eğitimden yana bir şeyler kapmış olmanın cüretini arkasına alıyor. Ne olursa olsun, yine de o temelin üzerinde kendince yeni âlemler inşa edebiliyor.
McCullers romanları için yazarken şöyle ifade etmeye çalışmıştım bu durumu:
“Çocuk bilinci, çocuk eylemi, başıboş ve hoş ümitler, garip endişe ve korkular, büyüklerin dünyasıyla karşılaşmalar, cinselliği keşfetme çabaları ve cezalandırmalar… renk katar hep romanlara. Çocuk aklının her şeyi sorgulayıp kurcalaması ve ‘büyükler’in dünyasında görünmez hâle getirileni şak diye ortaya çıkarması… eşsiz bir olanak. (…) [on iki yaş çocuk bilinci] birçok şeyin anlatılabilmesi için çok elverişli bir yaş değil mi bu? Ne büyük ne küçük. Ne bilinçli ne bilinçsiz. Arada. Hızla kavrayıp biriktirmenin en değerli anında. On iki-on beş yaş aralığı, bir anlamda temel varoluş farkındalığı. Ömür boyu sürecek bir biçimlenme/bilinçlenme için de son derece elverişli. (…) Sarhoş aklı da tıpkı meraklı çocukların ya da hafiften kaçık kahramanlarımızın aklı gibi değil mi?.. Aynı numara: iyice derinlemesine idrak edebilmemiz için, gerçekliğin ‘bir başka türlü’ görünmesi/ gösterilmesi… Yazarlar için, yazarların ‘insan araştırmaları’ için, ‘serseri melekler gibi yazıp çizebilmeleri’ için bir başka elverişli zemin.”
*
Hazır çocuk aklının hemen yamacına sarhoşların dumanlı bilinci de yanaşıvermişken, “mesele”nin başka bir yönüne bakalım kısaca.
İki ustaya başvuralım önce. Orhan Kemal ile Fikret Otyam arasındaki mektuplaşmaları bir araya getiren Arkadaşım Orhan Kemal ve Mektuplar’da Orhan Kemal, Kemal Tahir’in yazdıklarından hareketle şöyle diyor Fikret Otyam’a: “Deliyi anlatmak, deli bakış açısını dile getirmek kolaydır, kolaysa normal insanı, sıradan insanı anlat bakalım.”
“Mesele”yi biraz esnetip ya da genişletip, çocuğun yanı sıra, bir romandaki ana anlatıcı ya da kahramanın aykırı bir kişilik, deli, soytarı, alkolik-esrarkeş (dumanlı bilinç hâli sürekli) vb. olmasının “elverişliliği”nden yahut “kolaycılığı”ndan bahsedebiliriz o hâlde.
Kuşkusuz, geçmişte yaşananları birbirine karıştıran, gerçekleri/olayları çarpıtan, unutuşun eşiği ve gölgesindeki hayli ihtiyar birinin zihni de olabilir bu… neden olmasın ki?
Hafıza/hatırlama sorunları yaşayan, hafiften bulanmaya başlayan yaşlı bir insanın zihninden görünenleri anlatmaya başladığınızda (J. Bernlef’in Karaltılar’ında olduğu gibi mesela) elbette çocuğunkinden bambaşka bir dünyaya açılmakla birlikte, benzer eğip bükmelere müsait bir kapı aralanıverir karşınızda. Ölümcül rüyalar, nostaljik sıçramalar, kaybolma anları, çocukluğa geri dönüşler, ne kadarının gerçek ne kadarının uydurma/yakıştırma olduğu bilinemeyen “hatırlayış”lar, yaşananlar ve geçmişin belli bir noktasında belli bir karar alınmasaydı yaşanabilecek diğer şeyler ve dolayısıyla “keşke”ler ve harcanıp giden potansiyeller…
Delinin, kaçığın, şizofrenin vb. durumları da pek farklı değil kuşkusuz. Gerçeklik duygusunu tümüyle yitirmedikleri ama bir gelip bir giden zihinsel sıçrama/dönüşüm hâllerine tanıklık etmek bu kişilerin… Buna edebiyattan ne kadar çok örnek verilebilir, öyle değil mi? Ya da gerçekliğin farklı bir noktadan (perspektif ya da boyuttan) görülebilmesine olanak sağlayan, büyüyemeyen cücelerin zihni… (Canetti’nin Körleşme’sinde, başkahraman Profesör Kien’in yanına yerleşen cüce kahramandan, Leyla Erbil ile Par Lagerkvist’in Cüce’lerine ve Günter Grass’ın Teneke Trampet’ine, çok sayıda örnek verilebilir yine.)
Çocuk, ihtiyar, deli, sarhoş, keş, cüce… aykırı kişilerin aykırı bilinç hâlleri, anlatım bakımından gerçek bir kolaylık mı sağlıyor sahi?
Orhan Kemal’in dediğini uzatalım mı şimdi: Deli aklıyla… çocuk aklıyla, sarhoş aklıyla, ihtiyar aklıyla, cüce aklıyla anlatmak kolay… kolaysa yetişkine geçin, sıradan insanı anlatın bakalım!
*
Orhan Kemal parantezini kapatıp çocukluktan devam edecek ve Carson McCullers dışındaki örneklere bakacak olursak, bir dolu başka kahramandan, bir dolu başka yazardan ve “uçarı-çocuk” aklının sunduğu olanaklara asılan, “çocuk haklı” dedirten birçok yazardan söz edebiliriz daha. Tanımanın, öğrenmenin, öğrendiklerini geliştirmeye çalışmanın sonsuz merak dünyası var zira karşımızda. [“Hep çocuk kalma”nın asıl sırrı da burada galiba, “merak”ta!]
Yalçın Küçük’ün o kendine has deyişiyle “merakta Balzac’tan sonra gelmek” bir yana, asıl “merakta hep çocuk kalmak” önemli galiba. Merak dolu, dönüşüm hâlinde, gelgit hâlinde, kararsız hâlde, sınırsız potansiyellere sahip çocuklar var hep karşımızda… Bütün yazarlara geniş olanaklar sunuyor bu merak dünyasına ulaşmak, sürekli merakı kaşımak ve “yetişkin okur”a, gizliden gizliye, “Bak, sen de küçükken böyle meraklıydın, örselenmesin içindeki çocuk, sürdür merakını” mesajını ulaştırmak.
Ernst Glaeser’in yıllar önce Can’dan çıkan ama nedense yeni basımlar yapmayan, son dönemde Yordam Edebiyat aracılığıyla yeniden okurlarla buluşan 1902 Doğumlular romanı, hem “savaş edebiyatı” yönüyle hem de çocukların merak dünyasına açılan pencereleriyle, çocukların “büyüklerin savaşını, büyüklerin cinsel arayışlarını, büyüklerin saçmalamalarını” kurcalayan yönleriyle çok yönlü bir okuma deneyimi vadediyor. Savaş ve çocuk denince, kanımca, François Truffaut’nun 400 Darbe’siyle paralel düşüyor/düşünüyor.
Sinema dünyasında Truffaut’nun filmi kadar bilinmeseler de, daha yakın dönemden iki örneğin, Fidel’in Yüzünden (Yönetmen Julie Gavras, 2006) ve Billy Elliott’un (Yönetmen Stephen Daldry, 2000), çocukların sunduğu şaşırtıcı perspektifi en derinden ve en duygulu biçimde işleyen iki film olduğunu da yeri gelmişken eklemek isterim.
Edebiyattan devam edecek olursak, ülkemize ve Irmak Zileli’ye gelip Eşik’te soluklanabiliriz sanırım biraz. Yine daha önce yazdığım bir denemede, romanın çocuk kahramanı Eylül özelinde, şöyle dikkat çekmeye çalışmıştım “mesele”ye:
“Evet, romanda solcular ve solculuk/devrimcilik tartışılıyor; hem çocuk kahramanımız Eylül’ün zihninin içinde, hem de onun aile çevresinden oluşan diğer kahramanlarımızın düşünce dünyalarında ve bir araya gelişlerinde. Yine de daha çok Eylül’ün düşünce akışı ön plana çıkıyor. Bir bakıma ‘bağlayıcı’ olan o. (…) Sol içi ya da ‘aile içi’ tartışmalarda ayrımlar oluştukça ve hâliyle bunlar giderek kızıştıkça, Eylül’de de sancılar, kararsızlıklar, yarılmalar başlıyor. Tartışma konularının ayrıntılarına değil de, Eylül’ün kişiliğindeki/kimliğindeki yansımalarına bakıyoruz daha çok. Bir yandan çocuğun yetişkinler dünyasına bakışını ve kendi ‘yetişkinleşme’ sürecini takip etmek; diğer yandan büyüklerin/devrimcilerin gözünden çocuk büyütme sıkıntısına dikkat çekmek (‘Bir insan yetiştirmek, diyor, devrimin provası gibi.’ – s. 97), tartışma konularının ‘gerilimi’ni başka gerilimlere yöneltmiş oluyor. (…) Solumuzda tartışmalar pek gerilimsiz yürümez zaten. Yine de kimi çareleri vardır bunu çözmenin; ‘olgunluk’, ‘iş yapma’, ‘somut ve birlikte iş yaparak aşma’ vb. ile birlikte, mizah ve ‘çocuk aklı’ da herhalde bunlar arasında sayılabilir. Irmak Zileli de bu son ikisini kullanıyor işte. Bu noktada bir soru işareti de oluşuyor sanki; mizah/ironi değil belki ama ‘çocuk aklı’, bu tartışma meselelerini ve gerilimleri aşabilmenin ‘kolay’ bir yolu olabilir mi, ‘çocuk aklıyla safa yatmak’ gibi bir eleştiri getirilebilir mi? Özel olarak bu roman çok keyifli olduğu için ve tabii ki genel olarak da, roman dediğimiz anlatı türü aslen bir ‘tartışma/polemik platformu’ olmadığı için, eleştiriyi geliştirmeye hiç kalkışmıyor, soru olarak ortaya atıp bırakıyoruz. (…) Bir çocuğun Stalin’e bakışı, doğal olarak ‘bu stalin dediğiniz, pralin falan gibi bir çikolata türü mü’ sorusuyla alakalı olacaktır. (Bu da, tartışmayı ‘aşma’nın bir başka yolu olabilir belki).” [2]
Küçüklerin, büyüklerin (gereksiz) tartışmalarına bakıp onları kolayca aşabilmesi, ne büyük bir fırsat sunuyor yine yazarlara, öyle değil mi?
*
Memleket topraklarından “dışarı”ya açılalım yine şimdi. Son dönem okuduğum ve ülkemiz okurunda da belli bir yankı bulmuş iki romana bakmak istiyorum önce kısaca.
Sophie Mackintosh’un özellikle feminist okurlar arasında yankı bulan Su Kürü adlı romanında, asıl anlatıcı yine ergen bir kız. Aslında anlatılan üç kız kardeşin hikâyesi, ama abla Grace ya da küçük kardeş Sky değil de, en uygun yaştaki ortanca Lia alıyor sazı eline genelde. Sürekli şaşkınlıklar yaşamak, keskin/yoğun çelişkilere kapılmak, farklı bir gerçeklik duygusuyla/algısıyla anlatmak, erkeklere ve cinselliğe “dokunulmamış/bozulmamış” bir bakış fırlatmak için en uygun yaş, burada da yine 12-15 aralığı. Belirsiz imgelerle dolu, yaralı kadınların yaralarını suyla sardığı, üç kız kardeşin de sular içinde devindiği, geçmişin, geleceğin ve erkeklerin sürekli sorgulandığı bir ada yaşantısı bu. “Erkeklerden sıkı sıkıya korundukları” bir adada yaşayan üç kız kardeş arasında, adaya yolu düşen erkeklere dönük kısıtlamalara rağmen (ya da “annenin engelleme girişimleri”ne rağmen) daha sakınımsız davranıp felaketi yaşayan da Lia tabii ki! Eski defterleri karıştırıp ölmüş babanın tacizlerini açığa çıkaran da yine o. Çünkü farklı akıl yürütme biçimini, kararsızlıkları, bocalamaları ve hareketin/kurgunun gerilimini en iyi verebilecek yaştaki kahramanımız o, yazar da o yaşı seçiyor hâliyle.
İkinci roman, son yılların sevilen (ya da artık aynı anlama gelmek üzere, “sosyal medyada öne çıkan, tartışılan”) romanlarından bir diğeri, Valeria Luiselli imzalı Kayıp Çocuk Arşivi. Burada, anlatı anneyle başlasa da, kitabın kalan üçte ikilik bölümünde, iki küçük kardeşten büyüğünün anlatımıyla devam ediyor. Bu da yazarın okura farklı “zihinsel perspektifler” sunabilmesi açısından bir başka “kolaylık” sağlıyor. İlk kısımda annenin anlattıklarını ve arşivlediklerini, ikinci kısımda çocukların zihninden görmeye başlıyoruz birden. Aynı gerçeklere farklı bakış, algımızı da değiştiriyor. Sadece kahramanımız olan iki çocuk değil, Latin ülkelerinden gelip bir umut ABD sınırını geçmeye çalışan, tellere, duvarlara ve gardiyanlara takılan, derme çatma geçici konaklama yerlerinde tutulan, geri püskürtülen vb. yoksul/kimsesiz başka çocuklar da birer kahraman burada. Yine “bizim çocuklar”ın gözünden elbette. Çocuk gözü, büyüklerin sınırlarını, sınırlarla çizilen zalimliğini bir başka görüyor sonuçta.
Üçüncü bir romana, ilk ikisi kadar yankı bulmadığı için (hâlbuki yazarı Nobel ödüllü ve bu roman da onun başyapıtı) ayrıca değinecek olursam, Macar edebiyatçı Imre Kertesz de Fatelessness’de (Türkçesi, Kadersizlik, çev. İlknur İgan, Can –sanki “Talihsizlik” adı daha çok uyarmış bu romana) başka birini değil de tam 14-15 yaşlarındaki bir çocuğu gönderiyor toplama kampına, kazara.
Faşizmin gençlere sunduğu “talihsizlikler”le dolu dünyada, 14 yaşındaki çocuğun bilincinin akışına tanık oluyoruz. Önce çalışma kampına gönderilen babasının dünyasına bakarak, ardından büyükannesiyle yaşarken kendisi de “talihsizliğe” kapılarak. Sonrası, çalışma ve toplama kamplarındaki yaşantının içinden fışkıran –yine “bulanık imgeler”in eşliğindeki– “inanılmaz gerçekler”… Çocuk bakış açısının farklılığı, “inanılmaz” olanı “sıradan”mış gibi verebilmenin aracı oluyor bu defa. Kamp dönüşünde halk arasındaki “sıradan faşizm”i kavramanın (kampta onca zulüm yaşanırken hiçbir şey olmuyormuş gibi sıradan hayatı sürdürebilmesinin, “yılan bize dokunmasın yeter” diyen onca insanın) kapılarını da aralıyor. Tabii, bu iki kritik moment arasında yaşananlar da… trenle yolculuklar, kampta temel ihtiyaçlarını sağlamaya çalışmak, sıkı çalışma düzeni, zorla çalıştırılmaya bakış; kimi duşlardan su, kimilerinden gaz gelmesine bakış; krematoryuma ve musluklardan gelen kimyasal suyun tadına bakış vb. vb. her şey çok farklı.
Genç bir zihnin öğrenme, tanıma, alışma ve tanışma süreci, bir Nazi kampının çıplak gerçekliğiyle karşılaştığında nasıl bir “çarpılma”ya uğrar, daha doğrusu “farklı bakış”ını nasıl geliştirir peki? Kitaptan hareketle yanıtlamaya çalışayım: Faşizmin toplama kamplarında bir sene kalıp sağ dönen 15 yaşındaki çocuğa soruyor büyükler; “Nasıldı? Nasıl tahayyül edelim orayı, cehennem gibi mi?” ve çocuk yanıtlıyor; “Sıkılmanın hiçbir zaman mümkün olmadığı bir yer olarak tahayyül edebilirsiniz.” Evet, evlerinde, ofislerinde sıkılmaya devam edebilen insanlar varken, kampta/zindanda/köle emeği sarfında vb. hiç sıkılamamaktır faşizm!
*
Çocuk aklına, çocuksu bakış ve meraka takılanlar, çocuk aklıyla anlatılanlar burada saydıklarımızla sınırlı değil elbette. Klasik edebiyatta Mark Twain’den (nasıl unutulur ki Tom ve Huck), neredeyse bütün ana kahramanlarını çocuklar arasından seçen büyük Dickens’a… yahut çağdaş edebiyatta “gönülçelen” Salinger’dan “akılçelen” Murakami’ye ana kahraman ve anlatıcısını –birçok eserinde birden– ergen/çocuk olarak seçen onlarca yazar var kuşkusuz.
Hep “kolaylıklar”dan söz ettik ama geçiş hâlindeki bir insanı anlatmanın, devinimi verebilmenin “zorluklar”ı da var elbette. Geç çocukluk ile erken ergenlik arasında “geçiş”i yaşamanın/anlatmanın güçlükleri var. Düşünsel ve fiziksel dönüşümün bir dolu sancısı var. Cinselliğe dair arayışlar, kurcalamalar, garip sorular (“Çekirdeği nasıl bırakıyorsun baba?”, “Neden birbirlerinin tepesine çıkıp ortada hiçbir neden yokken sara nöbeti geçiriyor bu büyükler?” ) ve durumu biraz da olsa anladıkları anda büyüklere karşı gösterdikleri garip tepkiler (“Ne iğrenç bir şey bu!” “Nasıl yani!”) var. Daha küçük yaşta ölümle ilk hesaplaşma var. Yeniyetmeliğin küçük düşürücü hatıraları var. Tüm bunları tüm boyutlarıyla ve tam kıvamında verebilmenin güçlükleri var.
Ve sanat dünyasındaki ilk keşifler de var. Genç ve çocuk kardeşlerimizin müziğe, radyoya, sinemaya, kitaba verebildikleri olağanüstü tepkiler… Kendilerinin de böyle olağanüstü eserler verebilme ihtimali… Öyle ya, önlerinde koskoca bir hayat uzanıyor; her şeyi yapabilirler, her yönde gelişebilirler, diledikleri gibi üretebilirler… hayata geçmeye hazır büyük potansiyeller var! Ah şu gelecek, ne de güzel!
Ama hemen sonrasında hayatın gerçekleri, zorluklar ve tökezlemeler de var. Hayal kırıklıkları. Carson McCullers’la başladık, onunla bitirelim madem: Kahramanımız Mick’in daha o gencecik yaşında okulu bırakıp çalışmak zorunda kalması var mesela. Sevmediği bir kasabada, sevmediği bir dükkânda, nefret edilesi bir rutin içerisinde girdaba sürüklenmesi… Hayatın ve geçim zorunluluklarının bir bakıma çocukluğu (erken) öldürmesi…
Neyse, uzatmayalım daha fazla. Heba olan potansiyellere ve kocaman hayal kırıklıklarına rağmen… içimizde hep kalan o çocuk merakı, o çocuk sevinci ve kurcalama/sorgulama… hep var nasılsa. Onsuz yaşanır mı hiç bu dünyada?
[1] “Carson McCullers ve ‘serseri bir melek gibi yazma’nın sırları”, 4 Şubat 2020, Eleştirel Kültür (bağlantı: https://www.ekdergi.com/carson-mccullers-ve-serseri-bir-melek-gibi-yazmanin-sirlari/ )
[2] “Solcuları tartıştıran romanlar ve yeni bir Eşik”, sol.org.tr, 01.02.2013 (soL haber sitesindeki bütün yazılarım kaldırıldığı/sansürlendiği için bağlantı: https://alihalukimeryuz.blogspot.com/2016/05/solcular-tartstran-romanlar-ve-yeni-bir.html?q=e%C5%9Fik )