“…Çocukluğun kendini saf bir biçimde
akışa bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte!..”[1]
Çocukluk, insan hayatındaki en özel dönemdir. Bebeğin aynadaki suretini görmesiyle varlığının ayırdına varması, çocukluğun başlangıcı sayılabilir. Anne karnında olan bitenleri ise bilemeyiz elbet ki. Dolayısıyla çocukluğunuzun nasıl geçtiği, neler yaşadığınız sonraki hayatınızı da belirleyen, yönlendiren olguların başında gelir. Bu yönlendirim hem psişizmanın yapılanmasında etkin ve işlevseldir, hem de yaşanmış olanın somut etkileri olarak geleceğinizi belirleyecektir. Kimi çocuklar şanslıdır; bu dönemi olması gerektiği gibi geçirirler. Nedir olması gereken? Aslında yanıt açıktır; öncelikle yoğun sevgi ortamı olmalı, çocuk sevilmeyi ve sonra da sevmeyi deneyimleyerek öğrenmelidir. İkinci olarak en önemli olgu ise oyundur. Çocuk, oyun oynayan bir canlıdır. Ezcümle sevgi yoğunluklu, güvenli, şiddetin ve benzer hiçbir olumsuzluğun olmadığı, oyuna odaklanmış ve oyunla öğrenen, varoluşunu böylelikle deneyimleyen öznelerin çocuklukları hep anımsanan, bengi dönüşlere neden olan bir altın çağ olarak adlandırılabilir. Peki, her çocuk bu altın çağı yaşayabilir mi?
Bu soruyu büyük bir coşkuyla ve olumlu olarak yanıtlamayı çok isterdim. Ama kapitalizmin hükmettiği bir dünyada bu altın çağ, ancak ve ancak bazı çocuklara nasip olabilecektir. Geriye kalan büyük çoğunluğun ise yaşadığı, İnsan’lığın ve İnsan’ın kederli tarihine düşülmüş şerhlerdir.
Ne demek istiyorum, açıklayayım.
T.S.Eliot, Çorak Ülke’ye “Nisan en zalim aydır…” dizesiyle başlar. Nisan’ın zalimliğine kişisel olarak şahitlik etsem de Eylül’ün de çok zalim bir ay olduğunu söyleyebilirim. Aslında şairlerin çok sevdiği, romantizmin yoğun olduğu hazan mevsiminin ilk ayıdır Eylül. Ama bizim ülkemizde faşist bir darbenin zalimliğinin, kıyıcılığının anımsandığı bir aydır da. Ülkemizin tarihinde birçok acı dolu olay, durum, olgu yaşanmıştır. Ancak bu yaşanmışlıkların en dehşetli olanlarından birisi 12 Eylül faşist darbesidir. Takvimler 1980 yılının 12 Eylül’ünü gösterdiğinde, hiç unutulmayacak ve etkisi sonraki on yıllarda fazlasıyla görülecek bir dehşetin üzerine doğmuştu sabah güneşi.
Artık kimsenin aksini iddia edemeyeceği bir gerçeklik olarak emperyal güçler tarafından ve onların amaçlarına hizmet etmesi amacıyla öncesi ve sonrası planlanmış, zemini hazırlanmış ve zamanı geldiğinde gerçekleştirilmiş bu darbe birçok şeyi yok etti. Bu bağlamda çeşitli analizler yapıldı, yapılmakta. Ancak ben farklı bir açıdan bakarak, darbenin çocuklar üzerindeki etkisini vurgulamak istiyorum. Çünkü ben de o dönemlerde yaşamış bir çocuktum ve darbeyi bir çocuk olarak deneyimledim. Kabaca 1965-1975 yılları arasında doğan, darbe öncesini, sürecini ve sonrasını bebeklikten yetişkinliğe uzanan zamansallık içerisinde yaşayan, şimdilerde yaşlanan ruhları ve bedenleriyle orta yaşlı bireyler olan bu insanlar, darbeyi zorunlu bir çocukluk hatırası olarak algılamış ve bütün hayatlarında da etkilerini deneyimlemişlerdir.
Ben, 1970 doğumluyum ve an itibariyle yarım yüzyılı geride bıraktım. Darbe olduğunda on yaşındaydım. Önceki on yıl bebeklik-çocukluk, sonraki on yıl ise ilk gençlik dönemi olarak ele alınırsa, şimdilerde bu dönemin benim ve yaşıtım olan öteki insanların hayatını, nasıl derinden etkilediğini daha iyi algılıyorum. Ve perde 12 Eylül 1980 sabahı, annemin telaşla beni uyandırmasıyla açılmıştı.
Annemin telaşı beni de etkilemiş, biraz daha uyumak için mızmızlanmak yerine yataktan fırlayarak çıkmıştım. Olağanüstü bir şeyler vardı. Babam, cam kenarında oturmuş, açık pencere camından dumanını üflediği sarma sigaralarından içiyordu. Beni görünce hemen yanına çağırdı. Para verip köşedeki fırından normalden fazla miktarda ekmek almamı ve oyalanmadan eve dönmemi istedi. Bir yandan da radyosunu kulağına dayamış dinliyordu. Parayı avucumun içine sıkıştırıp, hızla evden çıktım. Oyun sahamız olan evin önündeki arsa bomboştu. Üst taraftaki yoldan askerler, askeri araçlar geçiyordu. Köşe başında bir tank vardı, namlusu mahalleye doğru uzanmıştı. Neler oluyordu? Fırına vardığımda uzunca bir sıra olduğunu gördüm. Oysa sadece oruç tutulan günlerde, iftara yaklaştıkça sıra olurdu fırında. Sıranın en sonundaydım. Fırının girişinde iki asker vardı. Ellerinde tüfekleriyle sanki nöbet tutuyorlardı. Sıra yavaşça ilerliyordu. Satış yerine iyice yaklaşmıştım ki önüme birisi geçti. Mahalleden tanıdığım bu çocuk zorbanın tekiydi. Ama ona izin vermeyecektim. Sıraya geçmesi için uyardım. Sesim hayli yüksek çıkmıştı. Hiç oralı olmadı. Omzuna vurup “Sıraya geç!” dedim. Boğazıma sarıldı. Kavga kaçınılmazdı. Parayı cebime sıkıştırıp, tekme attım karnına. Derken yere yuvarlandık, kargaşa çıktı. Askerler hemen müdahale etti. Kulağımızdan tutup bizi ayırdılar. “Bunların çocukları da anarşist, sıranın düzenini bozuyor enikler!” dedikten sonra okkalı birer tokatla cezalandırdılar bizi. Çok canım yandı, yanağımda bana vuran askerin elinin izi çıktı. Ama ben sıramda kalırken, o zorba çocuğu en arkaya gönderdiler. Gözyaşımı, akan burnumu silip, tozlanan elbiselerimi silkelerken sıram geldi. Babamın verdiği paranın tamamına ekmek alıp, sıcak ekmekleri zorlanarak taşısam da eve yöneldim. Sıranın sonundaki çocuğa pis pis bakmayı da ihmal etmedim.
Darbe olduğunda Diyarbakır’da yaşıyorduk. Ben doğduktan çok kısa bir süre sonra, babamın tayin edilmesi nedeniyle bu şehre gelmiştik. Şimdi ilkokul öğrencisiydim ve ortaokulu da bu şehirde okuyacak, sonrasında babam emekli olunca Ankara’ya taşınacaktık. Yani çocukluğum ve ilk gençliğim bu şehirde geçecekti.
“…Çocukluğun kendini saf bir biçimde
akışa bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte!..”
Diyarbakır’daki çocukluk yaşantımın, şimdiden geriye doğru baktığımda çok hareketli bir o kadar da sıra dışı olduğunu söyleyebilirim. Oysa yaşarken normalin bu sıradışılık olduğunu düşünüyordum. Gerçi bu bana özgü bir durum değildi. Yaşanan an ve tarihsel momentin bir sonucu olarak o yıllarda her çocuk benzer deneyimler yaşıyordu. Şu ana kadar unutamadığım ve unutamayacağımı bildiğim kimi anekdotları paylaşmak isterim.
Henüz okula başlamamıştım. Evimizin önündeki arsada çocuklarla çelik çomak oynuyorduk. Birden acayip sesler ve büyük bir gürültü duydum. Caddede iki grup birbirine girmiş, kavga başlamıştı. Derken silah sesleri yankılandı art arda. Benim ve diğer çocukların kulakları ilk kez gerçek silah sesini duyuyordu. İğrenç bir sesti. Bizim oyunlarımızda kullandığımız tabancaların sesi yoktu. Ama bunlar çok kötü ses çıkarıyordu. Dut ağacının arkasına saklandık. Kavga edenler dağılmıştı ve bize doğru koşanlar vardı. Bir yandan da bağırıyorlardı: Kahrolsun faşizm! Oligarşi döktüğü kanda boğulacak!.. Silah sesleri devam ediyordu. Vızıldayan bir şeyler uçuşuyordu sağımızdan solumuzdan. Derken ağaca bir kurşun saplantı. İşte o an korkmuştuk. Ağlayanlar oldu. Ben ağlamadım, sadece burnum aktı. Polislerin geldiğini de gördük. Sirenler çalıyordu. Aniden belime sarılan bir kol beni ve yanımdaki arkadaşımı kapıverdi. Annemdi. Yan komşunun açık kapısından içeriye attı bizi ve üzerimize düştü kadın. “İyi misiniz?” diye sordu. Leçeği açılmış, saçları dağılmıştı. Gözlerinde korku ve telaş vardı. Kapıyı kapatıp bize sarıldı ve arka odaya yönlendirdi. Böylece silah sesi ile tanışmış olduk. Biz çocuktuk ve silah sesi, bir çocuğun kulağının en son duyması gereken ya da hiç duymaması gereken bir sesti. Duymuştuk. Çocuktuk.
“…Çocukluğun kendini saf bir biçimde
akışa bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte!..”
İlkokula başladığımızda silah seslerine hayli alışmıştık. Olaylara da. Artık silah sesi duyduğumuzda çok korkmuyorduk. Hatta kendimizce oyunlar oynuyorduk. Nerde silah sesi varsa olay var demekti. İzlemek lazımdı. İzleyenler izleyemeyenlere havalı havalı anlatırdı olanları. Silahlı çatışmalar dışında şehrin birçok noktasında gösteriler de oluyordu sıklıkla. Pankartlar açılıyordu. Bazen bizim de pankartlardaki yazıları boyamamıza izin veriyordu gösteri yapacak abiler. Duvarlara yazı yazmaya dayanan, “yazılama” dedikleri bir oyun vardı. Oyun başlayınca abilere yardım ediyor, boya kutularını taşıyorduk. Duvarları çeşitli yazılarla, sloganlarla dolduruyorduk. Üstümüz başımız boya olmasın diye özen gösteriyorduk. Yoksa anne terliği kaçınılmazdı.
Evimizin önündeki boş arsayı geçince caddeyi kesen sokağın başında bahçeli, ortasında süs havuzu olan Şaban’ın Kahvesi vardı. Büyüklerin oturduğu, çay içtiği, iskambil, domino oynadıkları bir mekandı. Yazın sokağın kenarına ve ön tarafa kürsüler atılır, zemin sulanır ve gölgede otururdu insanlar. Akşama doğru çiğköfte tezgahı kurulur, Şaban Usta uzun uzun yoğururdu. Sonra ezme salata, marul ve çeşitli yeşilliklerle isteyene satılırdı. Meyan kökü şerbeti ya da köpüklü ayran de verilirdi yanında. Bazen büyük abim çiğköfte yemeye götürürdü beni. Bir gün yine çiğköfte yemeye gitmiştik. Nefisti gerçekten. Önümdeki tabağı bitirmek üzereyken olanlar oldu. Kahvenin karşısında bir araba durmuş, arabadan çıkanlar ellerindeki silahlarla kahveyi taramıştı. Yine çok fazla silah sesi vardı. Kahveden birileri de onlara karşılık vermişti. Ne olduğunu anlamadan abim üzerime kapaklanmış, güvenli bir yere çekmeye başlamıştı beni. İşte o akşamüstü ceset nedir öğrendim. Şaban Usta vurulmuştu, beyaz önlüğü kanla boyanmıştı. Ve bizim saklandığımız köşenin az ilerisine sırt üstü düşmüştü. Gözleri açıktı. Ağzındaki sigarası hala tütüyordu. Ağzının kenarından kan sızıyordu. Kafası yana düşmüştü ve sanki bana bakıyordu. Ağlamaya başlamıştım ve abim, silah sesleri kesilip, araba kahvenin önünden ayrılınca beni kucaklayarak hızla evimize götürdü. Ben çocuktum ve silahlı çatışma, vurulan ve ölen bir insanın açık kalmış gözleri, kanlı önlüğü ve ağzında tüten sigarasıyla bir ceset görmüştüm. İnsanların hayatı böylesine kolayca yok olabiliyordu. Ölüm hiç beklenmeyen bir anda, bir sokağın köşe başında gelebiliyordu. Ve bir çocuk bütün bunlara şahit olabiliyordu. Bir çocuk, gözlerinin en son görmesi gereken ya da hiç görmemesi gereken şeyleri görebiliyordu. Ve ben kara kuru bir çocuktum.
“…Çocukluğun kendini saf bir biçimde
akışa bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte!..”
İnsan her şeye alışırmış derler ya, öylesine alışıyorduk her şeye. Darbenin olabilmesi ve haklılığının onaylanması için gereken kaos ortamı büyük bir kurguyla yaratılıyor, insanlar birbirine kırdırılıyor, her gün onlarca cinayetin işlenmesi normale dönüşebiliyordu. Bütün bu vahşete alıştırılıyordu insanlar ve bir kurtarıcının gelmesi gerektiği, huzur ve güven ortamının tesis edilmesinin kaçınılmazlığı dayatılıyordu. Alışıyorduk her şeye. Silah sesleri, vurulan insanlar, çatışmalar, cesetler, gece yarısı ev aramaları, korsan gösteriler, bombalı pankartlar çocukluğumun bende kalan anılarıydı. Hır gür içerisinde geçiyordu zaman. Çocukça eğlenceler, oyunlar da uyduruyorduk. Örneğin okuldaki arkadaşlarla birlikte en çok korsan gösterilerde eğleniyorduk. Birden bire her şey karışıyor, sağdan soldan çıkan insanlar pankartlar açıyor, bütün güçleriyle sloganlar atıyor, bildiri dağıtıyorlardı. Biz de o kargaşada sağa sola koşuyor, sanki bir şeyler yapıyormuş gibi davranıyorduk. Bombalı pankartlar da eğlenceli olabiliyordu. Bir gün okula giderken, bize doğru koşarak gelen bir çocuk tren garındaki silolara bombalı pankart asıldığını söyledi. Çok heyecanlandık. Hemen yolumuzu değiştirdik ve okuldan kaçtık. Koşarak olay yerine gittik. Sahiden bir pankart asılmıştı, ucunda da bombası ya da bomba süsü verilmiş bir şey sallanıyordu. Patlar mı, patlamaz mı diye iddialaşırken polislerin koşuşturduğunu gördük. Uzaklaşmalıydık yoksa yine dayak yiyecektik. Hemen olay yerinden uzaklaşıp, okula geri döndük. Bomba patladı mı, bilemedik. Biz çocuktuk ve bombalı pankart izlemek için okuldan kaçıyor, sonrasında bomba patladı mı, patlamadı mı diye merak ediyor ve iddialaşıyorduk. Biz çocuktuk.
“…Çocukluğun kendini saf bir biçimde
akışa bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte!..”
Bir gün Dağkapı’dan istasyona doğru üç arkadaşımla yürürken, spor salonunun girişinde dev bir konser afişi gördük. Afişin üzerinde birçok yazı, tarih bilgi vardı. Ama konsere gelecek olan şarkıcının resmi afişin tam ortasındaydı. Başında siyah bir bere, ortasında kızıl yıldız, üzerinde askeri kamuflaj kıyafeti olan gözlüklü, sakallı bu şarkıcının adı Cem Karaca imiş. Ve konser hafta sonuymuş. Bu konsere gitmeye karar verdik. Bir nedenimiz yoktu. Şarkıcıyı ve grubu tanımıyorduk. Ama şahsen ben fotoğrafını gördüğüm bu şarkıcının sesini merak etmiştim. Arkadaşlarımı da ikna ettim. Konsere gidecektik. Ama bilet paramız yoktu. Bir çözüm üretmeliydik; salona kaçak girmek gibi… Gizli bir geçit biliyorduk!.. Konser akşamı üç arkadaş, salonun arkasındaki servis kapısının yanındaki pencereden içeriye girdik. Daha önce de bu girişten girmiş ve salondaki etkinlikleri, maçları, folklor gösterilerini izlemiştik. Sessizce salona yöneldik. Konser başlamak üzereydi. Birden ışıklar söndü. Spot ışıklarının aydınlattığı yerden suni sisin içerisinden bir dev çıktı. Gölgesi salonun arka duvarına düşüyordu ve cidden dev gibiydi. Sahnenin ortasına geldiğinde afişteki adam olduğunu ayrımsadık. Beresi, kızıl yıldızı, postalları, gözlüğü, sakalı ve kamuflajı ile oydu. Seyirciyi selamladı. Hoş buldum dedi. Ve hep birlikte söyleyelim dedikten sonra bir şarkıya başladı. Sonradan öğrendiğimize göre bir marşmış söylediği, adı da 1 Mayıs Marşı imiş. Müthiş bir ortamdı. Işıklar, müzik ve kendisi minik ama gölgesi ve sesi dev gibi olan şarkıcı Cem Karaca, kükreyerek ve coşkuyla söylüyordu marşı. Seyirci çılgınca katılım sağlıyordu. Şarkıcı ancak bu böyle sürmez, yepyeni bir güneş doğar dediğinde alkış kıyamet kopuyordu. Devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkların bayramı, dediğinde kulaklarımıza asılan ve koparırcasına çeken eli hissettik. Salon görevlisi bizi yakalamıştı. Yanında bir polis vardı. Biletlerimizi sordu, yok dedik ve kulaklarımızdan çekiştirilerek ve iki de tokat yiyerek dışarı atıldık. Konser bizim için bitmişti ama o kısacık anlar bile muhteşemdi. Sanırım o üç çocuktan hiçbiri unutmadı o marşı. Ben ne zaman içim kararsa, umutsuzluğa ve yeise kapılsam mırıldanırım o sözleri. Ufka bakar ve doğacak yeni güneşi beklerim. Ancak bu böyle sürmez derken de umutlanırım. Kulağımı çeken eli, yanaklarımda şaklayan tokatların sızısını da anımsarım. Onca garabetin içinde geçen çocukluğumun bu anı’nı güzelce anımsarım. Ve sessizce haykırırım; ancak bu böyle sürmez…
“…Çocukluğun kendini saf bir biçimde
akışa bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte!..”
Zaman geçiyordu. Bir gün evimizin önündeki boş arsanın kenarında, çöplüğe yakın ve çöplerin kesif kokularını duyumsayarak oturduğumuz duvarın üstünde çocuklarla konuşuyorduk. Mevzu Bawer’di. “Bawer adındaki bu çocuk, bütün oyunlarda mızıkçılık yapardı. Kara ve arkadaşları bir gün karar alıp, “Kahrolsun Bawer!”, “Bawer’e geçit yok!” tarzında sloganlarla, mahallenin bütün duvarlarına yazılama yaptılar. Çünkü şehrin duvarlarında da böylesi yazılar vardı ve abiler, ablalar yaptığına göre onlar da yapabilirdi. Bawer, bu yazıları görünce salya sümük ağlamıştı. Ama sadece Bawer görmemişti yazıları. Ertesi gün, bütün mahalle kordon altına alınmış, polis evlerde arama yapmış ve kod adı sandıkları Bawer kimdir diye herkesi sorgulamıştı. Bir Aziz Nesin öyküsü değildi bu olay; güneş kadar gerçekti. Mahalle muhtarı ve sakinler; bu yazıların çocuklarca yazıldığını, kod adı diye bir şeyin mümkün olmadığını, kanlı canlı Bawer’i ve nüfus cüzdanını göstererek, çocuklarla yüzleştirip itiraf ettirerek, zorlukla ikna etmişlerdi polisleri.”(Sevda ile Kara, s.126, Roman, A7 Kitap, Eylül 2019)
…
Yaşananlar unutulmuyordu. Yıllar ve yıllar sonra bir romanın içerisinde anımsanarak yazılabiliyordu. Ancak kesin olan; “…Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte!..” Sevgili Nilgün Marmara’nın sözleri, betimlemeye çalıştığım çocukluğumun şiirli özeti sanki. Onca olmaması gereken, vahşetin, şiddetin içerisinde geçen bir çocukluktan geriye kalan ne varsa onları yazmak, anımsamak ve unutmamak lazım. O şehrin tozlu, topraklı, yoksul ve unutulmuş küçelerinde birlikte dolaştığımız, koşturduğumuz, dut ağacının arkasına saklandığımız, konsere kaçak girdiğimiz çocuklar ve darbe sabahı ekmek sırasında kavga ettiğim zorba çocuk… Hepimiz çocuktuk ve o yılların terekesi bu yazdığım olayların, yaşanmışlıkları ruhlarımızda ve hayallerimizde açtığı yaraların bir özeti. Kişisel yaşanmışlıkların toplumsal ivmesini de göz önüne aldığımızda 12 Eylül faşizminin, bizlerden ve ülkemizden neleri alıp götürdüğünü unutmamak bir vicdan borcu ve insan olabilmenin de asgari koşulu. Yaşı büyütülerek asılan Erdal Eren ve darağaçlarında ömürlerine veda eden insanlar, işkence tezgahlarında can verenler, Metris’in, Mamak’ın dehlizlerine düşlerini gömenler, suikastlara kurban gidenler, sokaklarda infaz edilenler… TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’nun 2 Mayıs 2012 – 28 Kasım 2012 arasında yaptığı çalışmanın sonucunda yayınlanan rapordan(Cilt-1, s.15) alıntılarsam;
“Darbelerin toplumumuzda ve siyasi hayatımızda ne büyük yaralar açtığına dair en iyi örnek hiç şüphesiz 12 Eylül 1980 darbesidir. 12 Eylül 1980 Darbesinde yaşanan travmanın ne boyutta olduğunu görmek için rakamlara müracaat etmek yeterli olacaktır. 12 Eylül Darbesinde, 650.000 kişi gözaltına alındı. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.7 bin kişi için idam cezası istendi. 517 kişiye idam cezası verildi. Haklarında idam cezası verilenlerden 50’si asıldı. 71 bin kişi TCK’nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı. 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı. 388 bin kişiye pasaport verilmedi. 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı. 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti. 300 kişi kuşkulu bir – xv – Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376) şekilde öldü. 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı. 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi. 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi. Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. Gazeteler 300 gün yayın yapamadı. 39 ton gazete ve dergi imha edildi. Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi.”
Bütün bunlara bir de silah sesleriyle, çatışmalarla, cesetlerle, şiddeti ve dehşeti görerek, oyunlarına katarak büyüyen çocukları ve onların akıp giden çocukluklarını ekleyin… Zalimlik ortada ve belki de şair dizesini değiştirmeli; aylardan en zalimidir eylül…
“…Çocukluğun kendini saf bir biçimde
akışa bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte!..”
Hiçbir insanın ve özelikle de çocukların hatıralarında silah seslerinin, cesetlerin, darbelerin olmaması ve bütün dünya çocuklarının, kendini saf bir biçimde akışa bırakan çocukluklarını Altın Çağ olarak yaşayabilmeleri umuduyla… Unutmak yok asla ve elbet yepyeni bir güneş doğar ve elbet yurdumun mutlu günleri mutlak gelen gündedir ve elbet mutlu bir hayat filizlenir ufuklardan…
[1] Serdar Aydın, Nilgün Marmara, Daktiloya Çekilmiş Şiirler, s.175, Şiir Atı Yayıncılık, 1.Basım, Ekim 1988, İstanbul