Ama Kronosoğlu Zeus, tam o sıra,/ Glaukos’un aklını başından aldı,/ Tydeusoğlu Diomedes’le değişti silahlarını:/ altını tunçla değişti,/ yüz öküzlük silahı dokuz öküzlük silahla.
(Homeros, İlyada, VI, 235)
Dokuz öküz ettiğini biliyoruz.
Homeros’un defalarca “gür naralı”, “gür sesli” olarak nitelediği, Tanrı Ares’i yaralayacak kadar gözü kara, Argos krallığı da yapmış bu genç Akhalı’nın savaş meydanındaki yiğitliği, destanda neredeyse Akhilleus kadar yer tutar. Glaukos ise Troya’yı müdafaa edenlerdendir. Karşı karşıya geldiklerinde Diomedes yeniden bir ölümsüz tanrıyla savaşmak istemediğinden sorar: “Arkadaş, ölümlü insanlardan kimsin ki?/ Erlere ün veren savaşta hiç görmedim seni./ Nasıl çıktın böyle herkesin önüne,/ nasıl dikildin uzun gölgeli kargımın karşısına;/ bahtsız kişioğulları çarpışır benim gücümle./ Gökten gelmiş ölümsüzlerden biriysen/ göklerin tanrılarıyla dövüşmeye niyetim yok”. Glaukos, atalarının Chimaera ve Amazonlar’ı öldürenlerin soyundan geldiğini anlatmaya girişince, Diomedes onun eski Argos sürgünü, Lykialı bir aileden geldiğini anlar ve der: “İşte sen şimdi böylece; Argos ilinde konuğum olursun benim;/ ben de Lykia’da senin konuğun olurum,/ bir gün oraya düşerse yolum./ Kalabalıkta kargılarımızı sakınalım;/ benim öldüreceğim bir sürü Troyalı var,/ yeter ki tanrı yoluma kosun onları,/ ben onlara yetişeyim./ Senin karşında da bir sürü Akhalı var, öldürürsün yeterse gücün./ Değişelim gel silahlarımızı, bellesin Akhalarla Troyalılar/ atalarımızın konuk kardeşi olmasıyla övündüğümüzü”. Yine de, dokuz öküzlük silahlarına karşılık yüz öküzlük silahlara sahip olmuştur. Belki de koca destandaki, en tuhaf galibiyettir bu.
Troya Savaşı’nın İ.Ö. 12. yüzyıla tarihlendiğini düşünecek olursak, günümüzden yaklaşık iki bin üç yüz yıl kadar öncesinden seslenip, bugünkü bize iki şey anlatır bu değiş tokuş: Ticaret, savaşıyor olsalar bile, sosyal bir ilişki içerisinde yapılır ve alınıp verilen birbirine denk olmasa da, aynı türden bir karşılık bulunmalıdır. Bu “aynı tür” karşılık “Habeşistan’da tuz; Hindistan’ın kıyılarındaki kimi bölgelerde bir tür deniz hayvanının kabukları; Newfoundland’da kuru morina balığı; Virginia’da tütün; batı Hint Adaları’ndaki sömürgelerin kiminde şeker; birtakım başka ülkelerde post ya da tabaklanmış deri”dir (Smith, 2006: 25). Hatta “İskoçya’da bir işçinin ekmekçiye ya da meyhaneye, para yerine çivi götürdüğünün çok olduğu bir köy var”dır (Smith, 2006: 25). Çivinin, öküz taşımaktan daha kolay olduğu açıktır.
Malların karşılıklı takası yerine, bu takası “simgeleyecek” bir nesne bulma arayışı demirden ve bakırdan geçerek altın ve gümüşe ulaşır. Burada söz konusu edilenler “değerli madenler”dir. Dayanıklılık, homojenlik, bölünebilirlik ve taşıma kolaylığı gibi özellikleri, değerli madenleri bu iş için uygun kılmaktadır (Santos, 2015: 343). Ancak, çeşitli malların her birinin zor bulunur bir ortak kıyas aracına tahvil edilmesi olarak karşımıza çıkan bu fikrî ilerleme, o zor bulunur madenin elde bulundurulabilmesini bir mücadele konusu yaptığı gibi, hassas bir ölçümü de gerekli kılar. Zira maden, ne çuvalla ölçülebilen tuz gibidir ne de taneyle sayılan deri… Madenin miktarındaki küçük bir değişiklik bile kim bilir kaç morina balığı, kaç öküz eder… Öyleyse, malların her birinin ne kadarlık gümüşe karşılık geldiğinin bilinmesi yetmez, eldeki gümüş parçasının da tam ve mutlak olarak ölçülebilmesi şarttır. Her seferinde, herkesin elinde bir de tartıyı gerekli kılan bu zorluğun çözümü, söz konusu değişim aracının tekelleşmesidir.
Eğer metalin üzerine özel bir işaret koymak, özel bir damga basmak suretiyle ne miktar gümüş ne miktar altın içerdiği gösterilebiliyorsa ve bu şekilde özel işaret koymak imtiyazı yalnızca bir egemen tarafından kullanılabiliyorsa veya bir başka deyişle, egemen, kendisinden başka hiç kimsenin kendi özel işaretini kullanmak suretiyle bir metalin içeriğini manipüle edememesini sağlayabiliyorsa; işte o vakit, iki kişinin yaptığı alışverişin miktarının belirginliği, egemenin gücüne bağlı olacaktır. Gelgelelim, Kronosoğlu Zeus, iki ölümlünün değiş tokuşuna karışıp, nasıl tuncun altınla, dokuz öküzlük silahın yüz öküzlük silahla değişmesine neden oldu ve burada bir haksızlık görmediyse; egemen de kendisini, gücünün himayesinde yapılan ticaretin adaletinden değil, güvenirliğinden mesul bilecektir.
Yeterince güçlü, yeterince tekelleşmiş, mührünü veya damgasını kendinden başka kimseye kullandırmayacağını cümle âleme göstermiş bir egemenin ise, artık adını değerli bir madene yazmasına bile gerek yoktur. Ol diyen Tanrının sözünün hakikate dönüşmesi gibi, tanrısal egemen de icabında, bir kâğıt parçasının üzerine belli bir miktar yazar ve o değer ne ise, hakikat oluverir.
Marx, metaların mübadelesinde ortak bir tahvil aracı olarak ortaya çıkan paraya ilişkin şöyle diyor: “Ne var ki, metalar âleminin işte bu sonal para-biçimi, aslında, özel emeğin toplumsal niteliğini ve tek tek üreticiler arasındaki toplumsal ilişkiyi aydınlatmak ve açığa kavuşturmak yerine, örtbas eden öge olmuştur” (Marx, 1997: 86). Sanki bir sihir gibi, büyücülük gibi, veya yukarıdaki gibi söyleyelim; ol diyen Tanrının sözü gibi, din gibi… Para, yerine geçtiği eşyaya mündemiç emek-zamanı yani o eşyaya gerçek değerini kazandıran insanlar arası toplumsal ilişkileri görünmez kılar. Yani aslında para, egemen açısından yalnızca egemenliğinin nişanesi olmakla kalmaz, egemenliği için tehdit olacak ilişkilerin çözümlenmesinin de önüne geçerek, egemen düzeni pekiştirir.
Diomedes’in dokuz öküzlük silahlarından başlayıp, Romalı egemenin üzerine mührünü vurduğu metale, oradan banknota varana kadar tarif etmeye çalıştığımız bu süreç, insanın sosyal emeğinin ürünü olan maddi dünyanın nesnelerinin kullanım ve değişim değerine ayrılıp, ardından değerin yalnızca değişim değerine indirgenmesi sürecidir. Bir ürünün yalnızca değişim değeri için üretildiği, değişim değerinin ise o nesne üzerinde harcanan emek miktarıyla belirlendiği gerçeğinin saklanarak, sanki doğal olarak veya yalnızca arz-talebe bağlı olarak belirleniyormuşçasına algılandığı iktisadi düzene kapitalizm diyoruz. Bu düzende para, kullanım-değeri yalnızca değişim-değerini göstermek olan özel bir meta formudur.
Paranın bu niteliği, ona diğer metalarda olmayan bir işlev daha kazandırır: bir saklama ve biriktirme aracı olma. Ne var ki bu nitelik, para basma erkine sahip egemen için, korktuğunun başına gelmesinden başka bir şey değildir: Para, maddi zenginliğin evrensel bir temsilcisi ise ve ayrıca egemenden, onun gücünden bağımsız olarak saklanıp biriktirilebiliyorsa, kendisini elinde bulunduran sahiplerine sosyal bir güç kazandıracaktır (Santos, 2015: 344). Böylece, çıplak siyasi gücün yanında, biriktirdiği parasal zenginliğe dayalı bir iktisadi güç de ortaya çıkacaktır. Dünya tarihinin son üç yüz yılı, bir taraftan da, paranın biriktirilebilme özelliğinin sonuçlarının hikâyesidir.
***
İ.S. 2008 yılında, dünya ekonomisi büyük bir küresel kriz yaşadığında, bu krizin içinden yeni bir mübadele aracı formu veya yeni bir hikâye çıkabileceği tahmin edilmemişti. Değeri egemenler (siyasi ve iktisadi güç sahipleri) tarafından manipüle edilemeyen bir değişim aracı bulunabilir mi? Krizin ortaya koyduğu sorun buydu ve bulunan çözüm, belli bir varlığa veya meta formuna sahip olmayan bir değer göstericinin söz konusu olabileceğiydi.
Aslında belli bir varlığa veya meta formuna sahip olmayan değer gösterici denilen şey yalnızca bir “kayıttan” ibaret… Yani içeriğinden herkesin haberdar olabildiği devasa bir muhasebe kayıtları defteri… Somut bir defterden farkı şu ki, defterin sayfaları dünya üzerindeki on binlerce bilgisayara dağılmış durumda. Dolayısıyla bir kişinin bir “birikime” yani, değer miktarına sahip olup olmadığını anlamak için on binlerce bilgisayara dağılmış, milyarlarca kaydı süzmeniz gerekiyor. Tabii bunu sizin yerinize bir bilgisayar yazılımı yapıyor. Böylece, tek kaynaktan değil, yüz binlerce kaynaktan süzülerek doğrulanmış bir “veri”ye ulaşıyorsunuz: “Evet, bu kişi belli bir değişim değerine sahip” veya “değil”. Bir başka deyişle, güvencesi belli bir devletin mührü veya gücü olmayan bir değer gösterici form karşımıza çıkıyor. Değer gösterici formun güvencesi, asla manipüle edemeyeceğimiz kadar farklı kaynağa dayalı verilerden oluşması. Bu verilere ulaşma şeklimizin, tarihin daha önceki dönemlerinde görmediğimiz türden olduğunu kabul etmek gerekiyor. Yani, bir çuval pirincin, bir çuval olup olmadığını ölçmek için bir çuvala ve gözleme ihtiyaç duyuyorduk. Bir ons altının, bir ons olup olmadığını anlamak için altının ağırlığını ve saflığını ölçmemiz gerekir. Bir banknot, sahte olmadığını gösteren güvenlik testlerine dayalı olarak, gerçek kabul edilir. Oysa bir Bitcoin’in bir Bitcoin olup olmadığını, yüz binlerce bilgisayardan elde edilmiş bir veriye yine bir bilgisayar vasıtasıyla ulaşarak öğreniriz. Yani para sistemindeki her bir aşama, yeni bir bilgi düzeyine dayalı olarak çıkıyor karşımıza. Ne var ki, bir çuval pirinçle kaç metre kumaş alabileceğiniz; bir külçe altının yalnızca bir ekmek mi, yoksa koskoca bir fırın mı edeceği; üzerinde 20 TL yazan ve geçerliliğinden emin olduğunuz banknotla bir sakız mı yoksa bir kutu sakız mı alabileceğiniz, tüm bu değer gösterme formlarının sakladığı sosyal ilişkilere bağlıdır. Yani bir değişim formu olan altının kendisinin de belli ölçüde bir değişim değeri vardır elbet ama bunu da belirleyen doğa değil, sosyal ilişkidir. “Şimdiye kadar hiçbir kimyager, ne incide, ne de elmasta, değişim-değeri keşfedebildi. Keskin eleştirel ferasete her gün daha çok özel olarak sahip çıkan bu kimyasal elemanın iktisadi kâşifleri, gene de nesnelerin kullanım-değerinin, maddi özelliklerinden bağımsız olarak kendilerine ait olduğunu, oysa öte yandan değerlerinin, nesne olarak bir parçalarını oluşturduklarını ortaya koyuyor. Onların görüşlerini tanıtlayan şey, nesnelerin kullanım-değerlerinin değişim olmaksızın, nesne ile insan arasındaki doğrudan bir ilişki yoluyla gerçekleşmesi, oysa öte yandan değerlerinin yalnızca değişimle, yani toplumsal bir süreç yoluyla gerçekleşmesi özel koşuludur” (Marx, 1997: 92).
Marx’ın para teorisi, çağdaş para sistemlerinin oluşmadığı bir döneme aitti. Marx, meta-paraya dönüşmenin mümkün olmadığı, yani değişim aracı olarak kabul edilen formun kendisinin bundan bağımsız bir değere sahip olmadığı dönemi göremediği için, kapitalist devletlerin para sistemine farklı araçlar kullanmak suretiyle iradi olarak müdahilliğini analiz etmemişti. Aradaki yaklaşık yüzyıllık süreçte, merkez bankaları dolayımıyla devlet çok sayıda müdahale aracı geliştirdi. Bitcoin, bir değişim değeri gösterme formu olması hasebiyle değil belki ama egemen devletin bu değerin oranına müdahale imkânlarını daraltmış göründüğü için giderek daha çok konuşulur hale geldi. Sosyo-siyasal sistemin buna nasıl, hangi araçlarla tepki vereceğini yakın vadede göreceğiz. Şimdilik şunu biliyoruz; Diomedes’in silahlarının kaç Bitcoin edeceği sorusu, bugünkü bir sosyal ilişkiye dayalı olmaması nedeniyle, saçma, olsa olsa retorik bir sorudur. y
Kaynakça
Homeros. İlyada. Çev.: Azra Erhat ve A. Kadir. İstanbul: Can Yayınları.
Santos (2015), P. L. dos. Marksist İktisat Kılavuzu (Ed. Ben Fine ve Alfredo Saad-Filho) içinde sf. 340-349, “Para”. Çev.: Gökçer Özgür. Ankara: Dipnot Yayınları.
Marx (1997), K. Kapital. Birinci Cilt. Beşinci baskı. Çev.: Alaattin Bilgi. Ankara: Sol Yayınları.
Smith (2006), A. Milletlerin Zenginliği. Çev.: Haldun Derin. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.