yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Dünyadan Sonra…

‘Dünyanın sonu’ teması sinemanın en sevdiklerinden. Bu tür hikayeleri görselleştirmenin görkemi ve seyirciyi etkileme potansiyeli sinemanın ama özellikle de Hollywood’un vazgeçemediği olanaklar. ‘Dünyanın sonu’ teması, çoğunlukla seyircideki bir dizi korku ve endişeyi tetiklemek böylece filmle daha güçlü bir ilişki kurmasını sağlamak için kullanılır. Ancak bu çoğu zaman yorumdaki gibi ‘sinematik bir masumiyet’ ile gerçekleşmez. Yani korku ve endişenin harekete geçirilmesinin ardında bilinçli ya da bilinçsiz olarak harekete geçirilmiş politik, ideolojik amaçlar da vardır.

Sinemanın kuruluşundan itibaren bilimkurgu/ felaket / kıyamet filmleri de kendisine hatırı sayılır yer buldu. Ancak, felaket filmlerinin birkaç altın çağından ilkinin ortaya çıkması için 1950’li yılları beklemek gerekecekti. Dünyanın şimdiye dek gördüğü en büyük felaketin, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde, sıcak savaşın yerini soğuk ve daha da belirsiz bir gerilime bıraktığı dönemde Hollywood felaket filmlerinden geçilmiyordu. 50’li yıllar hemen hepsi Amerikan halkı üzerindeki komünist paranoyanın kışkırtılması ve yeniden üretilmesine hizmet eden yapımların kol gezdiği bir dönem oldu. Bu yapımlar kabaca üç ana başlık altında toplanıyordu. İlki ‘istila filmleri. The Day the Earth Stood Still (Dünyanın Durduğu Gün), War of the Worlds (Dünyalar Savaşı) gibi yakın dönemlerde yeniden çevrimleri de yapılan bu türdeki yapımlar ağırlıklı olarak uzaylı istilası temasını işliyordu. Ancak buradan kasıt uzaylılar değil, Amerikan toplumu için giderek bir canavara dönüştürülen komünistlerdi kuşkusuz. 50’li yılların felaket filmlerinin ikinci türü ise ‘canavar ve mutasyon’ temalı yapımlardı. The Thing From Another World, The Island Earth’ı örnek olarak gösterebileceğimiz bu yapımların benzeştiği nokta ise düşmanın istilacı olarak gelmemesi bizzat Amerikan topraklarında yaşıyor olmasıdır. Bu da paranoyanın bir diğer ayağını gösteriyor. ‘İçimizdeki komünistler’ teması, yalnızca sinema temsil edilmiyordu. Hatta sinemadaki bu temsiller siyasal alanda senatör Joseph McCarthy’nin liderliğini yaptığı ‘komünist cadı avının’ birer yansımasıydı.

Bütün bu felaketler, istilalar, canavarlar ‘özgür dünya’nın kahramanları tarafından bertaraf edilirken, dönemin bir başka paranoyasının sonuçlarına çözüm üretilemeyeceğini anlatan yapımlar da vardı. 50’li yıllar komünizm paranoyası kadar atom bombasının yaratacağı kıyametin de gündeme getirildiği filmlere ev sahipliği yaptı. Bu filmlerden en çok dikkat çekenlerler arasında Five, The Day the World End ve On the Beach sayılabilir. ABD ve Sovyetler Birliği’nin Soğuk Savaş boyunca karşılıklı olarak nükleer silahlanmayı sürdürmesinin ortaya çıkardığı paranoya, 90’lı yıllara kadar ‘nükleer felaket’ temalı yapımları sinemanın gündemine taşımaya devam etti. Fail Safe (1964), Colossus: The Forbin Project (1970), The Day After (1983), Pisma myortvogo cheloveka (1986) sadece birkaç örnek.

Felaket/ kıyamet filmleri her zaman sinemanın gözdesi olsalar da kriz dönemlerinde en görkemli zamanlarını yaşar. Üretilen film sayısı, çeşitliliği, renkliliği artarken seyircinin kriz anlarındaki çaresizliği onları bu filmlere yöneltir. Türün ikinci zirvelerinden birisi de 70’li yıllardaki siyasal/ ekonomik kriz sırasında ortaya çıktı. Bir yanda 68’in izleri, diğer yanda Vietnam Savaşı’nda yaşanılan mağlubiyetin etkisi, petrol krizi, ekonomik daralma derken ABD büyük bir değişimin arifesine gelmişti. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kapitalizmdeki büyüme yerine durgunluğa bırakmıştı. Bu dönem büyük boyutlu felaketler yerine, küçük kıyametlerin ilgi gördüğü bir aralıktır öte yandan. Çünkü felaket, ülkeyi değil Amerikan rüyasını ve ona inananları tehdit etmektedir esas olarak. Çağdaş felaket sinemasının ilk zirve yılları olarak kabul edilen 70’li yılların ilk en çok izlenen 20 filmden dört tanesi bu tür yapımlardan oluşmaktadır. Bu dört film Havaalanı (Airport, 1970), Poseidon Macerası (The Poseidon Adventure, 1972), Yangın Kulesi (The Towering Inferno, 1974) ve Zelzele (Earthquake, 1974) tüm insanlığın (ya da tüm ülkenin) değil bir grup insanın tehdit altında kaldığı ‘bunalım’ anlarını anlatır. Ekonomik durgunluğun, işsizliğin ve Vietnam yenilgisinin özgüvenini sarstığı erkek liderliği bu filmlerle yeniden inşa edilir. İğdiş edilmiş erkek bir birey, bu kriz anında inisiyatif alır, bir dizi testi başarıyla geçer ve topluluğa liderlik etmeye başlar. Finalde, hem yeni bir düzen tesis edilmiş olur hem de kahramanımızın iktidarı bir kez daha pekiştirilir.

Öte yandan bu filmler kapitalizmin zincirlerinden boşaldığında, kontrol edilemediğinde nasıl da büyük felaketlere yol açabileceğini göstermekten çekinmezler. Hemen hepsinde açgözlü bir patron, sorumsuz bir işadamı ya da yöneticinin kararlarının yakıcı sonuçları vardır. Kar hırsının yakıcı sonuçları da gösterilir çoğu zaman ancak bütün bunlara çözüm önerileri kişilerin değiştirilmesi, sorumluluk duygusunun hatırlatılması şeklinde kurulur. Felaketin nedenleri kapitalizmde değil, kişilerde aranır ve onların değiştirilmesi/ cezalandırılmasıyla sorun çözülür. Kapitalizm kaynaklı felaket hissi, daha çok sorumsuz patronlar/ yetkililere havale edilir, bir erkek lider öncülüğünde yeni ve sürdürülebilir bir istikrar sağlanabileceği salık verilir bu filmlerde.

Teknolojik gelişmelerin ve dizginlenemeyen kapitalizmin yaratacağı sonuçları ele alan distopyalar da boy gösterir 70’li yıllar boyunca. Bugünün korkularını geleceğe yansıtan dönem distopyalarının ana temaları 2000’li yıllara kadar geçerliliğini sürdürecektir. Denetimden çıkmış şirketler, yozlaşmış liderler, teknolojik gelişmeler, artan suç oranları ve 90’lardan sonra ufak ufak kendisini hissettirmeye başlayan çevresel felaketler.

Rolerball ve Soylent Green gibi filmler büyük şirketlerin yarattığı tahribatı ve insanoğlunu sürükleyeceği yeri göstermeye çalışırken, siyasal ve ekonomik alanda yükselen muhafazakarlığa karşı Blade Runner ve Outland gibi liberal itirazlar da yükselecektir ABD’den. Hollywood’da bunlar olurken 70’lerdeki petrol krizinden ilhamını alan ve enerjinin tükenmesiyle birlikte medeniyetin çöküşünü anlatan Mad Max, dünyanın diğer ucundan ses veriyordu. Avustralya yapımı bu film, dünyanın sonu fikrini çevresel etkilerle birlikte ele alıp popülerleştiren ilk yapımlardan olmuştu. Serinin yaratıcısı George Miller aradan 35 yıl geçtikten sonra barbarlığa karşı mücadelenin bayrağını maço karakteri Max’in elinden alıp Furiosa’nın şahsında kadınlara emanet ettiği yeni bir versiyon daha çekti.

Felaket ya da kıyamet filmlerinin temalarının 2000’li yıllara kadar önceki dönemin temel argümanlarından yararlandığını söyleyebiliriz genel olarak. Teknofobi, uzaylı istilası, doğal ya da insan yapımı büyük felaketler şeklinde ilerleyen bu tematik ortaklığın nedeninin biraz da Sovyet Bloğu’nun çözülmesiyle ortaya çıkan ‘hedefsizlik’ olduğu da ifade edilebilir. Aralarda bazı ‘terörist kalkışmalar’ ya da Soğuk Savaş döneminden kalma kimi hırslı kişilerin dünyayı yok etme planlarını içeren yapımlar olsa da temel olarak aksiyon ve heyecan ağırlıklı bir dönem olarak kodlanabilir kanımca bu aralık. Ancak 2000’li yıllar insan soyuna sonsuza kadar bolluk ve barış vaat eden Yeni Dünya Düzeni’nin altının bomboş olduğunu müjdeleyerek geldi. Üstelik yalnızca iktisadi ve siyasal olarak vaatlerinin altında kalmıyordu yeni düzen egemenleri, aşırı üretim ve tüketimin bir sonucu olarak çevre felaketlerini büyüten bir katalizöre dönüşüyordu. Bugün yakıcı bir biçimde hissettiğimiz ve birçok bilim insanına göre radikal önlemler alınmazsa dünyanın yaşanılır bir yer olmaktan çıkacağına dair öngörülerin yapılmasına neden olan iklim değişikliği film ve dizilerin de odağında artık.

Buzulların erimesi sonucu dünyada yaşanacak çok az toprağın kaldığı bir kıyamet sonrasını anlatan 1995 tarihli Waterworld iklim felaketine doğrudan dikkat çeken yapımlardan biriydi. 70’li yılların sonunda hatırı sayılır bir hayran kitlesi edinen Battlestar Galactica dizisinin 2004-2009 arasında yayınlanan yeniden çevrimi insan ve yapay zeka arasındaki mesafenin birbirine karıştığı bir uzay evreni inşa etmiyordu yalnızca, birkaç kez yok edilmiş dünyalardan kaçıldığına dair derin bir mitolojik anlatıya da sahipti. Aynı yıl yani 2004’te The Day After Tomorrow (Yarından Sonra) kutsal aile sosuna batırılmış bir kıyamet senaryosuyla çıktı karşımıza. Bilim insanlarının on belki yüz yıllara yayılacağını öngördüğü küresel soğuma birkaç haftaya sıkışıyor ve dünya orta kuşak hariç buzul çağına giriyordu. Film kabaca, gelişmiş kuzey ülkelerini bundan sorumlu tutuyor ama hedefi daha da görünür kılmak için çaba harcandığına dair bir emare yoktu.

2010’lı yıllardan sonra çevre ve iklim değişikliğinin ortaya çıkaracağı felaketlerin bir kıyamete dönüştüğü içeriklerde gözle görülür bir artış söz konusu oldu. Üstelik yalnızca sinema filmlerinde değil, dizilerde de benzer bir durum söz konusuydu. ‘Gerçek dünya’nın birbiri ardına yaşadığı felaketler konuyu sürekli gündemde tutar, bilim insanları kıyametin artık kutsal metinlerde kalmış bir tevatür değil, hali hazırda gerçekleşmekte olan bir olay olduğunu gösteren açıklamaları birbirini izlerken başka türlüsünün olması da imkansızdı. The Book of Eli (2010), 2012 (2012), Hunger Games (2012), Snowpiercer (2013), Elysium (2013), Geostorm (2017) ilk akla gelen yapımlar olarak not edilebilir.

Çevresel felaketler kadar virüs kaynaklı kıyametler (Ben Efsaneyim, 28 Gün Sonra vb.) de bu dönemin önemli sinema gündemleri arasında yer alır. Ancak yazının varmak istediği yer açısından hatırlatmakla yetinelim bu filmleri. Çünkü yaklaşık 4-5 yıldır bambaşka bir ruh hali hakim olmaya başladı kıyamet/ bilimkurgu filmlerine. Hikayelerinin ve temalarının niyetinden amacından ve yapıtların niteliğinden bağımsız olarak artık ‘dünya dışı’ bir evrenin zorunlu arayışını temsil eden içerikler çıkıyor karşımıza. Yukarıda andığımız onlarca yıllık dönem ve yapıtın tamamı bütün o büyük felaketlere rağmen dünya içi bir düzeni öngörüyordu. Bu yeni düzen kimi zaman Mad Max gibi kaotik bir evreni kimi zaman ise Yarından Sonra gibi eski statükonun korunduğu ama güç sahiplerinin yer değiştirdiği yeni bir dünyayı tanımlıyordu. Nükleer savaştan sonra da, herkesi zombiye çeviren virüsten sonra da insan soyunun sığınabileceği biricik ev olarak yerküre fikrinden vazgeçilmemişti. Ancak, kapitalizmin daha fazla üretim ve kar hırsıyla doğayı sömürüsünün önüne geçilememesi, bu yıkımın sonuçlarının her geçen gün artık çıplak gözle bile gözlemlenebilir hale gelmesi yeni bir dünya fikrini de ateşlemiş belli ki. Yakın dönemin birçok yapıtında başka bir dünya için keşfe çıkan ya da hali hazırda insan soyunun yaşayabileceği varsayılan başka bir dünyaya doğru giden hikayelere tanıklık ediyoruz.

Kuşkusuz bütün bu yönelimde dünya doğasının sömürülmesinin de bir sınırı olduğu gören ve yaratacağı sonuçları umursamadan yoluna devam etmek isteyen kapitalizmin payı büyük. Doğa felaketine giden yolda kapitalizmin döşediği taşlar ancak, hemen hemen her gelişmiş ülkenin Mars’a bir araç gönderdiği, bilim insanı kılığındaki patronların koloni kurmaktan, göktaşlarındaki madenleri yağmalamaktan, Ay’a yeniden gitmekten bahsettiği bir çağda bu hikayeler gayet anlaşılır. Üstelik burjuvazi sınıf hafızasından gelen bir içgüdüyle uzaya da sömürge mantığıyla yaklaşmakta beis görmüyor. Başka gezegenlerde yaşamak, ayda koloni kurmak artık bilimkurgunun fantezisi olmaktan çıkıp burjuvazinin dünyadaki kıyametten kurtulma rüyasına dönüşmüş durumda. İşte bu ahval ve şerait içinde son 4-5 yılda birbiri ardına izlediğimiz For All Mankind, Passengers, Marslı, I am Mother, Kaçak Yolcu, Oksijen, The Midnight Sky, Raised by Wolves, Ad Astra, Interstellar, The Expance, Voyagers vb. yapıtlar dünya dışı yaşamın peşine düşen içerikler olarak dikkat çekiyor. Bu yapımların çok büyük oranda ortak teması dünyanın artık yaşanılamayacak bir yer haline gelmesi ve insan soyunun devam edebilmesi için yaşayacak başka bir yeryüzü arayışı. Bu filmlerin bir diğer ortak hissiyatı ise başka gezegendeki yaşamı türün epik yapıtları gibi bir fantezi (Star Wars) olmaktan çıkarıp, bir zorunluluk hatta mecburiyet olarak resmetmeleri, ona gerçeklik kazandırmaları.

Tabii bu noktada insan soyunun yürüyüp gitmesi çok mu önemli sorusu gelebilir akıllara. Nihayetinde koca bir gezegeni yaşanmaz hale getirdikten sonra başka bir gezegende kurulacak medeniyetin bundan farklı olmasının önündeki engel nedir? Ders çıkarılmış olması gibi bir seçenek öne sürülecekse doğal felaketlerden, savaşlardan sonra bu seçeneğin yeterince değerlendirilmediği ortada. Kaldı ki söz konusu içeriklerin büyük çoğunluğunda bir özeleştiri görmek de mümkün değil. Hüzün ve melankoli ile başlayıp giderek ya yeni bir felaketin kapısının aralandığı ya da insanlığın geleceğine dair umutların yeşerdiği bir seçenek beliriyor. Dünyanın sonunu, sınıf ilişkilerinden, kapitalizmin tahrip edip yaşayacak bir çevre bırakmamasından, gelişmiş devletlerin bu yıkımdaki payından bahsetmeyen ve felaketi ‘biz’leştiren bir dil söz konusu bu yapıtların çoğunda. Dünyanın sonunu ‘biz’ olarak getirdiğimiz ve haliyle bedeli de ‘biz’im ödememiz gerektiği ama ne hikmetse yeni bir yaşama ancak seçilmişlerin gidebildiği bir dünya tasavvuru. Bütün bunların tek tek yapıtlarda nasıl anlatıldığından bağımsız bu söylediklerim. Bunun yanlışlığını eleştiren hatta mücadeleyi yücelten içerikler de söz konusu anlatılarda.

Felaket anları, belirli aralıklarla tekrarlanıp benzer sonuçlar doğruyor belki de. Bu yazıda da çokça yaralandığım Michael Ryan ve Douglas Kellner imzalı Politik Kamera[1] adlı başucu kitabında 70’li yılların felaket filmlerine dair şöyle bir tanımlama yapılıyor: “Yetmişli yılların ekonomik ve politik krizleri derinleştikçe giderek daha fazla bunalan beyaz orta sınıf adeta daha fazla insanın ölümünü istiyor, sınıfsal ve ahlaksal düşmanları yutacak daha korkunç yangınların hayalini kuruyordu. Bu filmlerin finalinde giderek artan ceset sayısı, belki de metaforlar aracılığıyla dolaşıma sokulan olumsuz dürtülerin gerçek göstergesiydi.”

Yakın dönemin felaket filmlerinde de ceset sayısındaki artış dikkat çekiyor! Sosyal medyada dünyanın sonunu isteyenlerin, bir göktaşının çarpmasını, denizlerin taşmasını, İsrâfil’in Sûr’a üfleyip kıyameti başlatmasını dileyenlerin birçoğunun ekonomik ve politik krizler derinleştikçe giderek daha fazla bunalan ‘beyaz orta sınıflar’ olduğu gerçeği bugün de geçerli. Bu filmlerin asıl hedefi de çöken bir dünyanın kaybedeni olma kabusu ile kendilerini ayrıcalıklı kılacak başka bir evrenin parçası olma rüyası arasında sıkışıp kalanlar asıl olarak.

[1] Politik Kamera – Çağdaş Hollywood Sinemasının İdeolojisi ve Politikası / Michael Ryan, Douglas Kellner / Ayrıntı Yayınları/ Yazıda ayrıca Georg SeeBlen, Bernhard Roloff imzalı Alan Yayınları tarafından basılan “Ütopik Sinema” kitabından da yararlanıldı.

Şenay Aydemir
diğer yazıları