yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Ebedi Göçebelik ya da Quo Vadis?

GÖÇ: Köç– Yerleşimi bir yerden bir yere taşımak ya da ordunun sefere çıkması. (Sü köçtü: Ordu hareket etti.) Köç: Bir süre, belli bir süre. Bir köç küdgil: Bir süre bekle. Köçrüm: Ani ve şiddetli korku; dehşet. Kırsalda yaşayan halk güvenliği için kentlere sığınmaya başladığında böylesi bir (mt: “kötürüm”?) durum söz konusudur.
Köçti, köçer, köçmek. Sü köçti. Ordu (başka bir şey de olabilir) hareket etti. Tünle bile köçelim: Geceleyin göçelim. Köçük: Koyun kuyruğu, insanın kalçası. Köçükledi (Ol oglın köçükledi. O, Oğlunun kalçasına vurdu.) Köçürdi: Ol anı evdin köçirdi: O, onun evinden ayrılmasını ya da göç etmesini sağladı. Ol bitig köçürdi: O, kitabın bir suretini çıkardı. Bir yerden bir yere aktarılan herhangi bir şey için de bu sözcük kullanılır. Ol köçüt köçürdi: O atı bir yerden başka bir yere götürdü. Köçürür, köçürmek. Köçük: At. (…)
Yatuq. Yatuq neng:
Atılan, unutulan şey (metruk). Yatuq kişi: Tembel bir kimse. (Oğuzların kendi ülkelerinde bir zümre vardır ki bunlar asla göç etmez ya da akınlara, seferlere katılmazlar, bunlara yatuq: Tembel olanlar, geride kalanlar denir. Divanü Lügati’t Türk’ten…

***

Göçebelik neden ebedi olagelmiştir?

Birleşmiş Milletler 2020 verilerine göre “küresel düzeyde tarihi bir değişme” tanıklık etmekteymişiz: “Dünya genelinde uluslararası göçmenlerin sayısının –yaklaşık üçte ikisi işgücü göçmenleri olmak üzere– toplamda yaklaşık 272 milyona ulaştığı tahmin edilmektedir.” Dünya nüfusunun yüzde 3,5’ine denkgelen bu oran, yapılan en kötümser hesaplarda bile belirmemiş bir düzey. Çünkü 2050 yılına gelindiğinde bu artışın 230 milyon veya yüzde 2,6 olacağı bekleniyordu. Yüzde 3,5 gibi görünen bu oran, buzdağının sivri tepesi; dünya nüfusunun yüzde 30’unun açlık sınırının altında yaşadığının uçtaki göstergesi. Bu durumun felaket boyutunu saptayan rapor, aslında bir imdat çığlığı. Ama kime, ama hangi kulağa?

Hakikati herkes biliyor: Ülkeler ve sınıflar arası eşitsiz gelişim, işsizlik, güvencesizlik ve düştüğü yeri kavuran savaşlar. Bunların üstüne binen ırksal, dilsel, dinsel zorbalıklar. Ve giderek hızlanan iklimsel çöküntüler; kıtlık, açlık, yoksulluk. Bunlar şu ya da bu oranda hep vardı. Ama dünyanın bu çöküşe dayanma dengesinin bu denli sarsıldığı ve çatladığı hiç görülmemişti. Çelik telleri, bedenini yırtarak aşmak zorunda kalan insanlık durumunu, bu hiç bitmeyen göçebeliği anlamak zorundayız. Dışarda kar yağarken içerde bahar olmaz; bu zorunlu konakları dünyanın ve göçebelerin lehine aşmadıkça huzur, mutluluk ve özgürlük hayal herkese.

Ne oldu da hayat geri dönülmez bir yıkıma doğru sürüklendi? Sayısız yanıtlar, sağlam kanıtlar vermek mümkün bu soruya. Ama bu ölümcül yıkımı niçin ve nasıl ürettiğimizi sürekli düşünmek zorundayız. Doğa ile acımasız bir kavgaya girmiş görünüyoruz; Kafka’nın öğüdüne uyup bu kavgada dünyadan yana olmak zorundayız.

Başlangıçtan bugüne gelen göçebeliğimizi hatırlayalım. Yaklaşık 60 bin yıl önce Afrika’dan çıkıp yaşanabilir yerlere göçmekle başladı göçebeliğimiz. Aletler yaparak kendini öbür canlılardan farklılaştırdığı süre yaklaşık 50 bin yıl. Eski ve yeni kitaplardaki adımız çoğunlukla “İnsanoğlu” olarak geçiyor. ‘İnsanoğlu’nun yaptığı ilk aletin de kemik balta, icat edenin savaşçı bir erkek olduğu yazılı. Bu bilgi yakın zamana kadar kesinlik değerinde işlem gördü. Oysa ilk aletin lifli bitkilerle örülmüş bir çuval, bir heybe, olabileceği fikri zihinlerde daha yeni canlanmaya başladı. Kadın erkek ve çocuk, bir yerden bir yere göçerken en zorlu iş, yavruyu taşımak. Başka bir koyuğa varana kadar çocuğu ve acil ihtiyaçları yanında götürebilmeye yarayan, heybeye benzeyen bu aleti bulanın da kadın olabileceği fikri antropolojide yeni yeni kabul görmeye başladı.  

Elli bin yıllık tarihimizin ortak bir bilgisi var mıdır? Henüz insan oluşumuza dair sekiz milyarın paylaştığı ortak bir bilinç yok. Irk, dil, din, aile, ülke, mülkiyet, devlet gibi sınırlayıcı kavramlar, gönüllü ya da zorunlu tutsak zihinler üretti. Bu kavramların tabulaştığı, tabuların kitlesel karşılık bulduğu her yerde faşizm benzeri yönetimler hükümran güç buldular. Hükümranlığın en vahşi biçimi olan faşizm 1939’da dünyayı Alman ırkına feda etmek için çıktığı seferde bastığı her yeri ateşe verdi. Sonunda yenildi, ama sönümlenmedi. Çünkü onu yaratan koşullar varlığını korumakta. Ingeborg Bachmann’ın deyişiyle iki kişi arasında başlamakta faşizm; çoğalmakta, yayılmakta. İnsanın insanla ve doğayla yaşadığı bu yıkıcı yabancılaşmaya nasıl gelindi? Bugün neden 7,753 milyarın okuyacağı ortak bir insanlık tarihi kitabı yok?

Quo vadis? Yeni bir tufanın eşiğinde miyiz? Göğe doğru yükselen kuleler yıkılacak mı gene Babil’deki gibi. Yeni bir uçurumun kıyısında mıyız? Neyi bilebiliriz?

Benim burada sunacağım fikre göre, insanlık tarihinin alt başlığı “göçebelik tarihi” olmalıdır; çünkü 60 bin yıllık yürüyüşümüzün ardında uzun bir göçebelik bilgisi ve deneyimi vardır.

* * *

Kutsal kitaplardakilerden önce de anlatılırdı Tufan ve bütün canlı türlerin bir gemiye doluşup kaçışı… Bir de ”kavimler göçü” diye bilinen büyük göçler vardır (MS 350-800 arası, kıtalar arası göçler. Ama daha da öncesinde Bering Boğazı kara ile bitişikken ya da boğazın buzullaştığı, adeta doğal köprüye dönüştüğü zamanlardaki göçler vardır. En iyi bilinenlerden biri de Amerika’nın keşfiyle başlayan göçler. Dünyada göçülmemiş hiçbir coğrafya parçası, gidilmemiş hiçbir yer olmasa gerek. Bu boyutlarda bir göç kavramına, evrensel, tarihsel, ebedi göçebelik diyemez miyiz? En azından modern çağa kadarki bildiğimiz bu göçebelik biçimidir. Batı’da gelişen, modern çağı belirleyen “geniş yeniden üretim” ile birlikte, kırlardan kentlere iç göç, ülkeden ülkeye dış göçler başlamıştır; bu türe de toplumsal göçebelikdemeliyiz.

Göçebeliğin bir de maddi olmayan yönü var: Asya’da İbn Sina, Batı’da Avicenna diye bilinen bilginin söylediği gibi, “bilim yüz göremediği yerden daima göçer”. İçinde bulunduğumuz kültürün iyi bildiği bir göç türüdür bu göçebelik. Sekizinci yüzyılda Afrika’dan Endülüs’e göç gibi, dinsel iktidar zulümlerinden kaçanları bir daha geri dönülmez kararlılıkta kayıklarını yakarcasına sürükleyen o göç gibi, hep toplumsal, hem tarihselhem de zihinsel göçler vardır; bugün de giderek büyüyen, trajediye dönüşen.

Göçler, dünyayı daha da tanıdık bir küresel köye benzetiyor gerçekten; kültürler birbirinin içinde yeniden türüyor; başkalaşarak, dönüşümler yaşayarak canlanıyor. Örneğin zihinsel göçebeliğin, bilim ve kültür göçebeliğinin çapı sadece bireylerle sınırlı değildir; kıtasal düzeyde, okyanus aşırı ve kesintisiz bir akışla gerçekleştiği sayısız örnek vardır. Biri şu:Batının Doğu ile kültürel bağlarını Büyük İskender’in seferine bağlayanları eleştiren Hindolog Rene Guenon, İskender öncesinde bu iki kültür arasında bir bağ olmadığını sananlara şu yanıtı veriyor: “Atomculuğun, Yunanlılarda ortaya çıkışından uzun süre önce Hint’te Kanâda okulunca, sonra da Jaina’larca ve Budistlerce savunulmuş olduğunu belirtelim.”[i]

Şu örnek de herkesin bildiği Tufan efsanesinden. Tufan efsanesinin bulunmadığı bir kültürün olmayışı nasıl açıklanır? Bunu bütün dillere çevrilmiş Tevrat etkisiyle mi açıklamalı, yoksa mitlerin de göçebe olduğunu düşünmek mi daha doğrudur? Pierre Grimal’in Mitoloji Sözlüğü’nden Deukalion maddesinden aktarıyorum:
“Zeus, tunç çağı insanlarının kötülüklere batmış bir ırk olduğuna hükmedip onları yok etmek istedi ve bütün insanları boğmak üzere dünyaya büyük bir tufan göndermeye karar verdi. Yalnızca iki doğru kişiye, Deukaion’la karısına (Pyrra) dokunmak niyetinde değildi. Prometeus’un tavsiyesi üzerine (Deukaion’un babasıdır, [M.T.]) bir gemi yapıp içine girdiler.”

Aynı efsane, ama ayrı isimler, ayrı yerler. Deukalion’un gemisi dokuz gün dokuz geceden sonra Tesalya Dağlarına çıkacak, sular çekilecek ve topyekûn boğulmuş yaşam oradan dirilip devam edecektir.

Son bir örnek daha. Bütün Yunan tanrıları, Atina devleti Roma tarafından yıkıldıktan sonra, isimler değiştirerek, daha da kurumsal, şematik görevler üstlenerek Roma tanrıları olmadı mı? Zeus- Jüpiter, Hera-Juno, Poseidon-Neptunus, Hades-Pluton, Afrodit-Venüs, Demeter-Ceres, Athena-Minerva vd… Roma’nın iki büyük şairi, Ovidius ile Vergilius, iki “dönüşüm”ler şairi, Yunan şairlerin yarattığı karakterlerin hemen her birini oradan alıp yeni dönüşümlerle Roma’ya taşımadılar mı?

Bu dönüşüm biçimleri hemen her kültürde benzer oldu. Göçen halklar, başka adlarla, başka kılıklarla tanrılarını, inançlarını beraber götürdüler. Herodot şöyle diyordu: “Asla kabul edemem ki, hem Yunanistan’da, hem Mısır’da yapılan benzer ayinler basit bir rastlantının sonucu olsun.”

Bir de zihinsel göçün hiç de yer değiştirmeden hemen her bireyde yaşanan biçimi vardır: Düşünmeye başlamakla başlayan göçebelik. Çünkü düşünmek, kendinden çıkmak, başka düşüncelere, ötekine doğru gitmeye, bulunduğun yerden çıkmaya, göçmeye başlıyor olmaktır. Düşünce köksüzdür, diyordu Deleuze. Yeniden ve yeniden oluşan ve bir bedenden bedenlere doğru yayılan kök-saptır. Tekillikten çokluğa doğru genişlemekte, kök-sap edinerek yayılmakta, genişlemekte, çoğula dönüşmektedir.

Yer-yurt kavramı da böyledir; bir isme, bir simgeye, bir damgaya kavuşana kadar yer de yurt da bir varsayımdır. Ama bunlara kavuştuğunda da yer-yurt mutlak değildir; yalnızca geçici bir konaktır konulan yer. Tarih bu geçiciliğin kayıtlarıyla doludur.

Yer- yurt kavramının bir de şu türü var ki, gönüllü göçebeler bunu benimserler: Türkmen göçebeliğinde kadın dilinden gelme bir kavram vardır: vatan etmek. Evinin, çadırının çevresini kendi ihtiyaçlarına göre düzenlemek anlamındandır vatan etmek. Göçülen yer geçici olsa bile bir süre kalınacaksa vatan edilmesi, yaşamın devamına uygun bir habitatın oluşması gereken yerdir.

Bugün de dün de böyleydi; yer-yurt işlemi daima bir yersiz-yurtsuzlaşma işlemine dönüşecektir. Dünün böyle olduğu belli, bugünse şu işleyişte görülebilir: Kapitalizmin ekonomik, toplumsal hatta siyasal ihtiyacına uygun biçimde, yeniden düzenleme adıyla eski yapıyı yıkma-dağıtma işlemi de bir yurtsuzlaştırma sürecidir. Çünkü bu kapitalizmin kaotik karakteri gereği durmayan bir işlemdir ve buna çoğunlukla bir mutsuzlaşma eşlik eder. Çünkü dönüşümler daima sermaye lehine yoksullar aleyhine acımasız, adaletsiz işlemektedir. Bu durum da sürdürülmesi zorlaştırdığında yeniden bir yapılanma (“kentsel-dönüşüm”), yeniden yer-yurt yaratmak kaçınılmazdır. O yüzden kent yaşamı bir tür yerinden edilme huzursuzluğunun yaşamı olmaktadır. Sermaye aklının buyruklarıyla uyumlu olması beklenir; kentlinin huzuruyla değil.

Bu ve başka nedenlerle dünyanın hiç dinmeyen toplumsal dalgalanışıdır iç ve dış göçebelik. Tarihin babası sayılan Herodot büyüklükleriyle, hükümran güçleriyle böbürlenmeleri karşısında uyarmıştı kent krallarını: “(Ben) küçük kentlerden büyüklerinden daha az söz etmeyeceğim. Zira o zamanlar büyük olan kentlerin hemen hepsi sonradan küçülmüşlerdir ve benim gördüğüm büyükleri o zamanlar küçüktüler. Böylece insanlığın mal mülk bakımından hep aynı düzeyde kalmadığını göz önünde tutarak, birilerini olduğu kadar öbürlerini de anlatacağım.”

Herodot’tan (MÖ 484) yaklaşık iki bin yıl sonra bir bilgin daha krallara yeni bir uyarı iletilmişti. “Göçebelik şehirlerin ve medenî hayatın aslıdır ve bütün insanların yerleşik hayat yaşamadan önce yaşadıkları ve geçirdikleri bir devredir” diyordu İbn Haldun (1332-1406). Öngörüsü modern çağa da ışık tutan büyük bilgin, kurulan uygarlıkların ömrünün yaklaşık 100-120 yıl yıl olacağını, doğuş-yükseliş ve yıkım sürecinin kaçınılmazlığını yazıyordu, Mukaddime’sinde. Göçebelerin yıkıp kurduğu devletlerin yeniden yıkıcısının da başka göçebeler olduğunu kaydediyordu. Bütün tarihi kırsal göçebeler ile kentsel uygarlıkların kesintisiz bir düellosu olarak görüyordu. Göçebeler her zaman galip gelmese de devletlerin aşındırıcı, yıpratıcı ve giderek yıkımının vurucu gücü oluyorlardı. “Yerleşik olanlar tembelliğe ve kolaylığa alıştılar” diyordu,  İbn Haldun, “rahatlığa ve lükse boğuldular. Mülklerinin ve yaşamlarının savunmasını kendilerini yöneten yönetici ile hükümdara ve onları korumakla görevli kolluk güçlerine bıraktılar…”

Bu saptamanın yıkıcı sonucu da şöyleydi: “Buna karşılık göçebeler, büyük topluluğun dışında yaşarlar. Ülkenin içinde yalnız başlarına ve kolluk güçlerinden uzakta bulunurlar. Onların ne duvarları ne de kapıları vardır. Bu nedenle, kimseyi vekil etmeden ve bunun için başkasına dayanmadan kendi savunmalarını kendileri yaparlar. Her zaman silah taşırlar. Yolun her tarafına dikkatle bakarlar. Toplu halde olduklarında, özellikle de at üstünde bulunduklarında hafif bir uykuya dalarlar. En uzaktaki köpek havlamalarına dikkat ederler. (…) Ruh gücü, onların karakterlerinin temel niteliği ve yaşamlarının temel gücü olmuştur.”[ii]

Göçebelik, yerleşiklik düellosu kahramanlar çağının değişmez hikâyesidir.Giambattista Vico, Yeni Bilim’inde, şairin ve kahramanın izini sürerek kurduğu tarih biliminde, göçebe ya da yerleşik dünya halklarının birbirinden habersizce ya da birbirinden etkilenerek bulduğu ve sahiplendiği ortak kodlara göre toplumların biçimlenişini belirleyen evrim yasalarını bulmaya çalışıyordu. Vico’nun kıt kaynaklarla bulduğu tarihsel bulgular daha sonra geniş araştırmaların konusu oldu. Bunlarda biri Joseph Cambell’in yapıtlarıdır. Tanrının Maskeleri yapıtında bu konuyu enine boyuna işlemiştir.[iii]

İnsanın göçebelik tarihinin bir tarihsel devrim gidişi olduğunu ilk sezenlerden biri Fransız tarih filozofu Rene Grousset’dir (1885- 1952).[iv] Rene Grousset, modern öncesi dünyaya “klasik dünya” diyor ve şöyle betimliyor: “Klasik dünyanın kendi toprakları üzerinde barbar olarak tanınan çok çeşitli kavimler vardır, yani komşu kavimler tarafından o şekilde nitelendirilmiş kavimleri kastediyorum. Keltler uzun zaman Romalılar için, Germenler Galya için ve Slav dünyası Germenler için barbar olarak bilinmişlerdir. Aynı şekilde şimdiki Güney Çin, Sarı Nehrin civarındaki esas Çin için bir barbar ülkesi olarak kabul edilmiştir. Ancak, coğrafi şartları tarım hayatını gerektiren bu değişik bölgelerdeki kavimler, ne kadar geri kalmış olurlarsa olsunlar böyle bir mevcudiyet tarzına yavaş yavaş girmişler, böylece Orta Çağ’ın ortalarından itibaren Avrupa’nın hemen hemen tamamı, Ön Asya, İran, Hindistan ve Çin aynı maddi medeniyet seviyesine uzun zamandan beri kavuşmuş durumdaydılar.”[v]

En eski tarih bilgisini modern çağda yeniden hatırlayan tarihçiyi dinlemeye devam edelim: “İsterse Kuzey Çin’in sarı topraklarını, isterse İran’ın bahçelerini, isterse Kiev’in zengin kara topraklarını işleten tarım cemiyetlerinin çevresinde, çoğunlukla korkunç iklim şartlarına sahip, her on yılda bir su kaynakları kuruyan, otlakları yok olan, hayvanları ölen fakir göçebeler vardır.”

Bu koşullarda yaşayan göçebehalkın nasıl bir gerilim yaşadığını görebilenGrousset, olguya şu gözle yaklaşıyor: “Asya’nın geri kalan kısmı uzun zamandan beri en ileri bir tarım mevkiine gelmiş iken, çobanlık mevkiinde kalmış olan bu insan kitlelerinin mevcudiyetlerini sürdürmesi, tarihin dramını büyük ölçüde etkilemiştir. (…) Göçebelere gelince, duygularını tahmin etmek güç değildir. Kurak yıllarda, bozkırın seyrek otlakları üzerinde, tarım sahalarının sınırlarına kadar bir damla su bulabilmek için maceradan maceraya koşan yoksul Türk-Moğol çobanları, Peçili veya Maveraünnehir’in kapılarında, şaşkınlık içinde, yerleşik medeniyetin mucizesini, bereketli mahsulü, ağzına kadar tahıl olan köyleri, şehirlerin ihtişamını seyretmektedir. Sabırlı çiftçinin bu insan kovanlarını yaratmak için sarf ettiği çabayı, bu mucizeyi, daha doğrusu bu mucizenin sırrını Hun anlayamazdı. Kar fırtınası olduğunda çiftliklere yaklaşan kurt gibi –onun totemidir– gözleri kamaşmaktadır: çünkü çitin öte tarafında avını görmüştür. Onun da binlerce yıllık alışkanlığı, ansızın ortaya çıkmak, yağmalamak ve ganimetiyle kaçmaktır.” (age s.7-8)

Toplumsal tarihin eşitsiz gelişim yasasını görebilmiş olan Grousset gibi bir Batı tarihçisi için bu göçlerin, bu yıkıcı akınların ardında sıkı bir maddi gerçek vardı: “Tekrar edelim, bu beşeri coğrafya meselesi içtimai bir mesele haline gelmiştir. Yerleşik ile göçebenin birbirlerine karşı duydukları duygular, aynı modern bir şehirde bulunan kapitalist bir cemiyet ile proletaryanın birbirlerine duyduğu duyguların aynısıdır.” (…) “Bu şartlar altında, göçebelerin işlenmiş topraklara yaptığı akınlar bir tabiat kanunu niteliğindedir.”[vi]

Grousset’nin çizdiği tablonun daha geniş, daha evrensel, bilimsel ve tarihsel anlamı, uzun yıllar tartışıldı. Grundrisse, notlar halinde, bitirilemeden kalmış, Marx ve Engels’in pre-kapitalizme dair çalışmalara ömürleri yetmemişti. Yirminci yüzyılda ne zaman ki Doğu’da ulusal kurtuluş hareketleri başladı, bunlar nitelik ve kimlik kazandı, o günden sonra bu toplumlar yeni bir ilgi ve bilgi odağı olageldi. Batılı yerleşiklerin deyişiyle “barbarlar”ın uygarlıklar yıkan ve/ya da bu uygarlıkları yeniden tazeleyen, canlandıran akınları, antik tarihin motor gücü olarak görüldü. Bugün bu tartışma başka biçimlerde devam etmektedir.

Bu tartışmaya, Türkiye’den bir düşünür de katılmıştı: Dr. Hikmet Kıvılcımlı. 70 yıllık ömrünün 22 yılını tutsaklık koşullarında yaşamış, o kıt koşullarda yaptığı çalışmalar, ancak 1965’te nihayet, Tarih Devrim Sosyalizm adıyla yayımlanabilmişti.

İki kavram üzerinde yoğunlaşıyorduKıvılcımlı’nın Tarih Tezi:Tarihsel Devrim ve Sosyal Devrim.

Kıvılcımlı, Antika Tarih dediği zaman dilimini şöyle betimliyor:“Antika Tarih: Irak’ta Protosümerlerden, Mısır’da Predinastik Toplumlardan (Geç neolitik dönem ile ilk hanedanlar arası: MÖ-5000-3000, mt) Modern çağa gelinceye değin, belirli Coğrafya ve Tarih üretici güçlerinden hız alan Barbar yığınlarının, nöbet sırası düştükçe medeniyete geçişleri Tarihidir. Bir medeniyetten ötekine geçişler: yeni ve taze (Coğrafya-Tarih-Kollektif Aksiyon) üretici güçleriyle eşikte bekleyen bir Barbar Toplumun Antika Tarihe girişinden başka bir şey değildirler.(…) Tarihin büyük GEÇİT konaklarında, tek vurucu güç Barbarların, Tarihöncesi Toplumundan aldıkları sosyal Gelenek- Görenekli üstün Kollektif Aksiyonlarıdır.”(TDS, s. 15)

Bu zaman içinde toplumsal dönüşümlerin, devrimlerin, alt-üst oluşların nedenine dair yanıtı şudur: “Antika Medeniyetin kendi içinde –Modern medeniyette görülene benzeyen– bir “SOSYAL DEVRİM” imkânsızdır. Yeni bir sosyal sınıf, eski gerici sosyal sınıfı devirip medeniyeti kurtaracak durumda Kollektif Aksiyon gücü sağlayamaz. O zaman eskimiş medeniyetin üretici güçlerini boğan üretim ilişkilerini kökünden kazıyacak Barbar yığınları akına başlar.

Nedir barbarın tarih yapan gücü?“Barbarlar, Tarihöncesinin en sağlam İlkel Sosyalist (Gelenek- Görenek ve Kollektif Aksiyon) üretici güçlerini harekete geçirirler. Eskimiş medeniyette en az bulunan şeyse özellikle o güçlerdir. Onun için eski medeniyet dayanamayıp, inanılmaz çabuklukla yıkılır. Bu da bir Devrimdir, ama Sosyal Devrimin zıddına, eski medeniyeti kurtaracağı yerde yok ettiği için, ona: TARİHSEL DEVRİM adı verilebilir.”[vii]

Herodot’un, İbn Haldun’un, Vico’nun ve Grousset’nin ve daha birçok tarihçinin bulgularını da yorumlayan bu tez, Türkçede pek anlaşılamadı, başka dillere çevrilemedi, mektup adresini bulamadı ya da birtakım ellerde yıpranarak aşındırılmaya çalışıldı. Bugünse, hem antik tarihin hem de modern tarihin üretici güçler ve üretim ilişkilerini açıklamak için çok önemli bir anahtar niteliğindedir. Ebedi göçebelik kavramının tarihten bugüne bakılmasıyla, modern göçebeliğin varoluş ve işleyiş yasalarını da açıklayabilen bir ışığı, bir kuşatıcılığı vardır bu tezin. Kıvılcımlı yalnızca antika tarihi değil, onun bugüne uzanan etkilerini incelemişti. Tek muradı vardı: İnsanın “son hayvanlık konağı” dediği kapitalizmden kurtuluşu için ve yeni bir dünyanın doğumu sırasında sancıları en aza indirebilen bir ebe olabilmek.

Hür Kuşlar Tufanı nedir?

Antik tarihte kentleri, uygarlıkları yıkan her barbar akını “tufan” sanılmıştı. Modern çağda ise kırdan kentlere doğru akın da bir tür tufana benzetilecek, yoksul kitlelerin sanayi bölgelerine doğru akın akın göçüne “Hür kuşlar tufanı” denecekti (Marx).

Modern çağın üretim biçimi olan geniş yeniden üretimin doğuş yeri İngiltere’de, tekstil imalathaneleri yün yapağıları ipliğe, fabrikalar kumaşa dönüştürmeye başladıkça, kırsal bölgeler fabrikaya yün üreten koyunlara bırakıldı. Köylüler topraklarını satıp kente doluşmaya başladılar ve modern çağın işveren karşısındaki yeni sınıfı olan proletaryaya dönüştüler. Malsız, mülksüz kalmışlardı; işgüçlerinden başka satacak hiçbir şeyleri olmayan bu yığınlar, kadın, çocuk, yaşlı, hasta demeden günde 14-18 saat çalışmaya koşuluyorlardı. İngiltere modern göçebeliğin de ilk ülkesi olmuştu. O dönemin filozoflarından Thomas More, kırdan kente göçün tanığı olmuş ve bu trajedinin paradoksal cümlesini şöyle kurmuştu: “Koyunlar insanları yedi.”[viii]

İnsan Ticareti

Aynı dönemlerde, gemilerin uzak adalara, Afrika kökenli halkların yaşadığı bölgelere sefer gücü arttıkça yeni bir göç biçimine tanık oldu tarih: Batılı insan kaçakçıları tarafından avlanmış, esir edilmiş, gemi ambarlarına doldurulup Avrupa’ya ve yeni göç kıtası Amerika’ya götürülmüş insanların göçü. Afrika ya da Karayip Bölgesi (Batı Hint adaları) yerlileri, yerlerinden yurtlarından edilerek yüzyıllar boyu en ağır koşullarda çalıştırıldılar, alınıp satıldılar. İnsanlık tarihinin en trajik kölelik biçiminin Rönesans sonrasında, Aydınlanma döneminde başlaması başka bir tür paradoks, acımasız bir ironiydi. Silahlı haydutların uzak ülkelerden gelip, uyumlu doğasında ezelden beri sakince yaşayan siyahileri avlayarak çiftçiliğe ya da makinaların çarkına bağlamalarının hikâyesi yasal olarak sonlandırıldı ama fiilen yüzyıllar boyu devem etti. Örneğin İngiltere’nin 1807’de köle ticaretini sonlandırması kâğıt üzerinde kalmıştı. Artık İngiliz gemileri değil ama İspanyol ve Portekiz gemileri kölelere kıtalar aşırtıyor, Avrupa ve Amerika köle pazarları fiilen devam ediyordu.[ix] Milletler Cemiyeti, nihayet 1926’da bütün dünyada köleliği yasakladı. Ama yasak işledi mi? Kendi ülkesinde köleliği en son kaldıran ülke Moritanya olmuştu. Ne garip, bu ülke, beyaz avcıların insan yağmaladığı en eski ülkelerden biriydi. Sömürgeciliğin ne boyutta içselleşmiş olduğunun bir kanıtı değil midir bu durum?

Bugün bu durumu ironik bile bulamıyoruz. Çünkü yoksulluk, iç ve dış savaşlar, insanları çil yavrusu gibi yerlerinden edip dağıtmakta, batağa düşen çaresizler canhıraş biçimde yılana sarındırmakta. Dünyada bugün en yaygın kaçakçılık türlerinden birinin insan kaçakçılığı olması başka nasıl açıklanabilir? İnsanlar, kendi kaçakçısını en insafsız yollarda kendileri bulmakta, ellerinde ne var ne yoksa teslim etmekte, Batıda bir sınıra ulaştırmaktan başka kaçakçısından hiçbir şey istememekte. Sonuçları her gün izliyoruz; bu çaresiz yolcuların yarıya yakınının varabildiği son yer denizin dibi.  

Alçak Basınç, Yüksek Basınç ya da Eşitsiz Gelişim

Kimsenin kötülük için özel bir kastı olmadığını varsayalım; öyleyse niçin dünya iyiliğe göre düzenlenmemiş? Emeğin bu denli önemsiz, barınma karşılığı bile olamayan değeri; nüfuz bölgeleri yaratmak isteyenlerin savaş adlı satranç oyunları; bölgeler ve ülkeler arası eşitsiz gelişim yasasının insafsızca işliyor olmasıdır kötülük. Yaşar kalmaktan başka hiçbir şey hissedemeyen yığınların sınır boylarında insan seli oluşturduğu bu dünyanın çarkı böyle dönmeye devam ettikçe insanın başına gelebilecek en büyük kötülüklerin bile sıradan bir durum olması kaçınılmaz olacaktır.

Nietzsche bu gerçeği ilk görenlerdendi: “Kader gibi gelirler” diyordu göçebeler için; “ne sebep, ne akıl, ne saygı, ne de bahane…”

Kafka ise, sahneyi şöyle kuruyordu, Çin Seddinin İnşası’nda: “Başkente kadar nasıl girdiklerinin anlaşılması imkânsız, ama buna rağmen işte oradadırlar ve her sabah sanki sayılarında bir çoğalma vardır.”

Toplumsal hareketler kimi durumlarda fizik yasalarına benzerler: Örneğin rüzgâr hareketleri ile göç hareketlerinin benzerliği şaşırtıcı derecededir. Rüzgârlar yüksek basınçlı soğuk yerlerden alçak basınçlı sıcak bölgelere doğru hareket ederler. İşsiz, yoksul, aç, çaresiz insanların yaşadıkları toplumlar, yüksek basınçlı atmosferlere benzer. Donmadan, katılaşıp kalmadan sürdürülebilir bir yaşam bulabileceği, güneşin yakmadan ısıttığı, az çok huzurun olduğu, kendini gerçekleştirebileceğine dair bir umudu vaat eden yaşam bölgelerine doğru göç ederler. Eşitsiz gelişim sönümlenmediği, yeryüzünde bu farklılık var olduğu sürece göçebelik ebedidir. İnsanlar yaşayabileceği yönlere doğru hareket etmek zorundadırlar. Göçerken sürükleyebildiği her şeyi de beraberinde götürürler; tıpkı rüzgâr gibi. Dilini, kültürünü, bilgisini, gelenek ve göreneğini, hünerlerini, zaaflarını vd. Buna Deleuze “kaçış çizgisi” demişti. Kondukları, yaşam olanağı buldukları yere benzemeye çalışırken, hayatın ortasından başlarlar. İlişirler, dönüşürler, bağdaşırlar, köksap bitkiler gibi çoğullaşır, yeryüzüne yayılırlar. Bugün gördüğümüz dünya sahnesi böyle bir sahnedir. Her birimiz de bu sahnede durmadan yer değiştiren göçebeleriz.


DİPNOTLAR

[i] Rene Guenon, Doğu Düşüncesi, İz y. 1997. Çev: L. Fevzi Topaçoğlu,  s. 47

[ii] Aktaran Gerard Chailand, Göçebe İmparatorluklar. Çev: Engin Sunar. Doğan y. 2001. s. 8.

[iii] Arthur romansının kökeni Keltikdir. Fakat Keltik tabakanın altında ve arkasında geniş biçimde yayılmış neolitik ve Tunç Çağı mitsel ve ritüel kalıtımı bulunmaktadır. İ.Ö. 7500 2500 yıllarında büyük aşamalar halinde çekirdek Yakın Doğudaki en eski tarımsal yerleşmelerden ve şehir devletlerinden gelişen bu kültür, bütün yüksek uygarlıkların temel ruhsal kalıtımının sahibidir. Her şeyi yönlendiren kozmik düzen esini ilk biçimini aldığı dölyatağından – benim verdiğim adla mitoloji yaratan bölgeden – yayılarak, uygar dünyanın her bölgesine bu anlayışla yüklü imgelemi taşımıştır.(…) Ayrıca, daha sonraki Demir Çağı görüntülerim taşıyan popüler Kelt efsaneleri. Kral Conchboar’ın arabalı savaşçıları, Finn Mac Cumhail’in devleri de aynı biçimde en Batı yayılımının örnekleridir.
İkinci mitoloji yaratan bölge. Doğu Avrupa ve Güney batı Asya’nm geniş çayırlarından, Aryan ırkların dölyatagından kaynaklanan bu efsaneler erkek egemen babayanlı efsanelerin avcı-sürücü-savaşcı söyleminin parlak örneklerini oluştururlar. Sert, savaş sever, geniş bölgelere yayılmış göçebeler – at ustası ve savaş arabası icatçıları – bu efsaneleri batıda İrlanda’dan, doğuda Çin’e kadar, güneyde İtalya, Yunanistan, Anadolu, Hindistan ve Mısır’a taşımışlardır. Vedaların, Homeros’un ve İrlanda destanlarının savaş arabaları, savaş duaları ve savaşa hazır tanrıları akrabadır; Aryan, Hint-Keltik, İndo-Germanik veya bugün daha yay-gın biçimde adlandırıldığı gibi Hint- Avrupa geleneğinin varyantlarıdırlar. Yaratıcı Mitoloji, s. 401-402. İmge y. Çev: Kudret Emiroğlu.

[iv] Bugün de Grousset’nin bulduğu ve geliştirdiği şu kavram üzerinde dolaşıyoruz: Transhumance. Periyodik göç.[iv] Fransız lügatinde bu sözcüğün karşılığı şu: “Transhumance (transhumer’den gelir): Ova koyunlarının sıcaklarda dağ yüksekliklerinde barınmak ve kış yaklaşırken oralardan aşağıya inmek üzere yaptıkları periyodik (devir devir) göçler…” Rene Grousset’ye göre: “Periyodik tranzümanslardan yapılmış bulunan çoban hayatı, insanı süreklice göçebe halinde tutar? “İstilâları (Barbar akınlarını) dirilten şey bilhassa bir çeşit deca-lage chronologique (zaman ağırlığının devrilip yuvarlanışı) dır; bu hal, sanki İsa’dan Önceki 3 bininci yıl insanlarını bizim Ortaçağımızın insanlarıyla bir arada var olduruyor; çünkü step Yukarı Asya’da Neolitik (Yenitaşçağı) kültür şartlarını alıkorken, güney toprakları çoktandır en ileri konakta (stade’ta) idi.” (Rene Grousset, Bilan de L’Histoire, 280) (Alıntı, TDS, s. 48).

[v] Bozkır İmparatorluğu, Ötüken, 1980. Çev: Dr. M. Reşat Uzmen. s.7

[vi] age, s.8

[vii] Tarih Devrim Sosyalizm, Derleniş Y., 2006.

[viii] Thomas More, Ütopya, İş Kültür. Çev: Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, Mina Urgan.

[ix] Modern Dünyanın Doğuşu, Christophes A. Bayly, Ayrıntı, Çev: M. Neva Şellaki

Mahmut Temizyürek
diğer yazıları