Yazmak, ama niye?[1]
Her yazarın belirli bir dönemde kendisine sorduğu ve yanıtladığı kaçınılmaz sorudur. Eğer bu soruya geçerli ve yetkin bir yanıt verilemezse, edimin gerçekleşme şansı da azalacaktır. Bir başka deyişle yazabilen, hayatının bir anında başlayıp sonra yazma edimini sürdüren yazarlar, andığımız soruya bir yanıt bulmuşlardır denilebilir. Yazarın olası yanıtı kendisi için yeterli olsa da yazılanın sunulduğu okurun, ötekinin de bu soruya yanıt oluşturması ya da “Okumak, ama niye?” şeklinde yeni bir soruyla karşılık vermesi gerekecektir. Dolayısıyla meseleye “yazmak-okumak” ikiliği açısından yaklaşmak işlevsel sonuçlara ulaşmamızı sağlayabilir.
İlksel bir önerme olarak yazmak ediminin yazan özneye içkin, onun iç dünyasıyla ilgili, ilişkili gerekçeleri olduğu düşünülebilir. Bir tür iç zorunluluktan söz edilebilir. Yani yazar içsel olarak bir zorunluluk duyumsar ve bu zorunluluğun gereğini yazarak yerine getirir. Aynı durum okur için de geçerli olabilir. Okumak da içsel bir zorunluluk sonucunda ben’in realize ettiği bir edimdir. Bu ortaklaşan sonucu kuşatan birçok öğe vardır. Sözgelimi yazar da okur da sosyal bir varlıktır ve yaşadığı toplumun içerisinde birçok etkiye maruz kalacaktır. Bu etkilerin yazar ve okurun varlık hallerine, varoluş kiplerine, deneyimlerine ve dışavurumlarına bir şeklide yön vereceği söylenebilir. Ancak her durumda andığımız ortaklaşan edimselliği nitelendirecek bir vurguya ihtiyaç vardır. Bu vurgunun, daha önceki metinlerimizde de ifade ettiğimiz üzere “dert” sözcüğü ve kavramıyla betimlenebileceğini düşünüyoruz. Bir derdi olmayanın okumak ya da yazmak gibi bir yönsemesi olmayacaktır. Bu savımız yeni ve özgün bir önerme değildir. Birçok yazar ve eleştirmen tarafından farklı şekillerde ve zamanlarda ifade edilmiştir. Sözgelimi kaynakçasını bilmediğim ama sıklıkla kullandığım aşağıdaki tümce meselenin veciz bir özeti sayılabilir.
“Sözcüklere meyyalimiz vallahi derttendir…”
Bu tümce yazmak ve okumak edimlerine ilişkin ürettiğimiz “Niye?” sorusunun neliğini açık seçik ortaya koyar. Yazarın ve okurun sözcüklere düşkünlüğü, sözcükler üzerinden bir anlam üretmesi ve ötekiyle paylaşması “derttendir” denilebilir. Derdi olanın söyleyecek, anlatacak sözü; sözü ya da sözcükleri olanın ise bir derdinin olduğu ve bunu ifadelendirmeye çalıştığı açıktır. Çift taraflı olarak işlevselleşen bu tümce, yazma ve okuma arasındaki öznel ilişkiselliği de belirler. Derdi olanın derdini söyleyerek ötekine ulaştırmak istediği, kendisi dışında bir dert ehl-i ya da hemdert bulmayı murat ettiği düşünülebilir. Derdin söylenmesi, bir tür çığlık haline dönüştürülerek salıverilmesi, ötekine ulaşmayı ve derdini, çığlığını ötekiyle hısım kılmayı da içerir esasen. Kimsenin duymayacağını ya da muhatap olmayacağını düşündüğünüzde derdinizi söylemenin de gerekçesi ortadan kalkacaktır. Zaten söyleyen ile söylenmiş olanın muhatabını ortak bir varoluş bağlamına ekleyen de bu durumdur. İnsandır derdini söyleyen ve duyacak, derde ortak olacak ve belki de onun derdini kendi derdi sayacak olan da insandır. Bu durum insanlar arasındaki varoluşsal ilişkiyi açıklıkla ifade eden bir bağıntıyı formüle eder. Derdin söylenmesi bir talebi önceler ve ifadelendirir. Sonuç ise kesindir; “melali anlamayan nesle aşina değiliz…”
İlk gençliğimden beri şiirler yazıyorum ve yazdıklarımın beni ulaştırdığı poetik bağlamın varoluşsal niteliği, yukarıda andığım dert ve derdi olmak nitelikleriyle kökensel olarak ilişkili. Bir derdim olduğu için sözcüklere meyyalim ve melali anlamayan nesle aşina değilim. Bu savın tersinlenmesiyle bir başka bağlama ulaşmak da olası. Derdi olan ve melali anlayan şairler, benim varoluşsal ve ontolojik yoldaşlarım sayılabilir ya da ben böylesi bir yoldaşlığa ihtiyaç duyarak varoluş deneyimime onları ekleyebilirim. Bu bağlam içerisinde çeşitli şairleri anmam olasıdır. Şimdi, hayatıma girdiği andan bu güne benimle olan, şiirlerini zaman içerisinde sürekli okuduğum ve istesem de vazgeçemediğim Edip Cansever’i ve onun bize bıraktığı şiirlerine, yarattığı poetik imgeye bir yakınsama oluşturmak istiyorum.
Edip Cansever vefat ettiğinde lise öğrencisiydim. Ancak lise sonrasında İstanbul’un hayatıma girmesi ve Teknik Üniversite öğrencisi olmamın en büyük kazanımlarından birisi Edip Cansever şiirleriyle tanışmamdı. Tepebaşı’ndaki Tüyap Kitap Fuarı’nda Adam Sanat Yayınları standında şairin kendisinin seçtiği, sıraladığı şiirlerden oluşan, iki ciltlik toplu şiirler kitaplarını edindim. Ve sonra, geçen otuz yıla rağmen, hala bu kitapları ve şiirleri okuyorum. Bu şiirlerin öznel hayatımda ve varoluşumda büyük bir yeri ve değeri olduğunu, bunca yıldan sonra çok daha iyi algılıyorum.
Edip Cansever’in iki ciltlik toplu şiirleri ve özellikle de Tragedyalar kitabı, aradan uzun yıllar geçse de sürekli yanı başımda, ben’imle birlikte olan kitaplar. Kaç kere okudum bu kitapları, bilmiyorum. Bir gün sohbet ederken Ahmet Oktay’a Edip Cansever şiiri için bir kitap yazmaya karar verdiğimi söyledim. Bu isteğimi duyunca kendisi de heyecan duyarak bu kitabı mutlak yazmam gerektiği konusunda beni cesaretlendirdi; Edip Beyle yaptıkları sohbetleri, şiir ve poetika görüşlerini aktardı, metinlerini okumamı sağladı. Ancak her şeyin bir zamanı vardı…
Mesele şiirlerin zamandan aşkınlaşması ve benim ilk gençliğimden beri bu şiirleri okumaktan neden vazgeçemediğim sorusuna odaklanıyordu. Bu odaklanmanın an itibariyle özelleşen soru formu ise şuydu.
Edip Cansever şiirlerini, hiç vazgeçmeden, doğrusu vazgeçemeden ve otuz yıldır neden okuyordum, bu şiirlere geri dönüşlerimin gerekçesi neydi?
İyi bir okur olduğumu söyleyebilirim. Ancak en zalim ve fakat en adaletli hakem olan zaman, bu okumalardan çok azına geri dönmemi ve yeniden okumama neden oldu. Dolayısıyla Edip Cansever Şiiri için sorduğum bu zorunlu soru, aynı zamanda şairin poetikası için bir yakınsama ve temellendirme niteliği de taşıyordu. Zamanın dayattığı bu seçiciliğin bir başka yönü, zamanı aşabilmemin neliğini de içeriyor olmasıydı. Okuduğum birçok kitabı, yazarı bir zaman sonra anımsamıyor ya da onlara geri dönmeyi, yeniden okumayı istemiyordum. Böyle bir gereksinim duymuyordum. Ama bazı yazarlar ve kitaplar ise beni sürekli kendilerine çağırıyordu. Onları yeniden ve defalarca okuyabiliyor, onlardan vazgeçemiyordum. Hatta vazgeçmek istesem bile bunu başaramıyor, bir süre direndikten sonra bir tür bengi dönüş ile o kitaplara geri dönüyordum. İşte Edip Cansever bu dönüşleri yaşadığım şairlerden biriydi. Bir süre sonra bu bengi dönüşlerin neliğini ifade edebilmek, belki eleştirel ve analitik yöntemlerle analiz etmek benim için kaçınılmaz bir arzuya ya da derde dönüştü.
Denilebilir ki Edip Cansever Şiiri için birçok analiz, çözümleme, betimleme yapıldı ve kitaplar, makaleler, sempozyum bildirileri yazıldı. Bu verimler, benim bu şaire ve şiirlerine geri dönüşlerimin gerekçelerini ve aradığım yanıtları içermiyor muydu? Hatta an itibariyle Edip Cansever’in en popüler şairlerden olduğu, kitaplarının birçok baskı yaptığı, kendi seçtiklerinin dışında kalan ve iradi olarak yok saydığı şiirlerinin, dergilerde kalmış yazılarının, hatta dost sohbetleri ve anılarının bile yayımlandığı ve ilgiyle karşılandığı bir vakıa iken, bu metnin ve sonrasında kitabın yazılmasına ne gerek var? İşte, öznel gerekçelerimin dışında nesnel olarak irdelenmesi gereken bir vakıa da bu soru. Edip Cansever nasıl popüler bir şair olmuştur? Bu popülerliği kişisel olarak algılayamadığımı, anlamlandıramadığımı açıklıkla söylemeliyim. Belki her şairin popüler olma potansiyeli vardır. Ama böyle bir durumda bile Edip Cansever’in, kanımca en son popüler olması gerekirdi. Ancak tam tersi bir durum var. Kitaplarının ardışık basımları, okurlarının sürekli artması, sosyal medyada şiirlerinin, dizelerinin sıklıkla paylaşılması vs. benim algılayamadığım bir durum. Popülerliğin bir sonucu da şair ve poetikası üzerine üretilen verimlerin çoğulluğu elbet ki. Bu çoğulluk ve popülerlik içerisinde yeni bir metin ve kitap yazmanın gerekçesi ne olabilir? Yazılanlar ve ileri sürülen savlar bu poetikaya ilişkin yeterince güçlü ve ikna edici yanıtlar oluşturmamış mıdır?
Yukarıdaki soruları uzun zaman düşündüğümü ve üretilmiş verimleri, gözden kaçırmamaya çalışarak ve neredeyse tamamını büyük bir dikkatle okuyarak, kendi gerekçelerimi sorguladığımı ifade etmeliyim. Ancak bende oluşan sorulara tatminkâr yanıtlar bulamadığımı da söylemeliyim. Bütün çalışmaları ve emekleri saygıyla, şükranla anıyorum. Ancak yaklaşık otuz yıldır Edip Cansever şiirini neden okuduğumun, hayatımın birçok döneminde bu şiirlere neden bengi dönüşler yaptığımın gerekçelerini bu çalışmalarda bulamadım. Eş deyişle Edip Cansever Şiiri’inin zamandan aşkınlaşmasının gerekçelerini ve benim bu şiirlere geri dönüşlerimin nedenlerini, kavramlarını kişisel olarak betimleyebilmeliydim. Poetik bir analiz olacaktı yazacaklarım. Kavramlar kaçınılmaz olarak kullanacağım araçlardı ama asıl mesele yaratılmış bütünsel imgenin neliğini betimleyebilmekti. Çünkü ilk kez on sekiz yaşımda okumuştum bu şiirleri. An itibariyle elli yaşındaydım ve yarım yüzyıl geride kalmış, bedenim ve ruhum yaşlanmıştı. Ama yine de bu şiirlerden vazgeçemiyordum. Yani kadim sorumun bir başka versiyonu kendiliğinden oluşmuştu. Yeni yetme bir genç ile orta yaşlı bir okurun, aynı şairi ve şiirleri hala okuyor olması nasıl mümkün olabiliyordu? Bu sürekliliği sağlayan olgu nasıl betimlenebilirdi? Ergenliğin hormonal savrulmalarındaki genç ile yaşlanmaya başlayan bir okurun bu şiirlerde bulduğu ortak payda neydi? Bengi dönüşleri sağlayan olgular özdeş olabilir miydi?
Üzerine düşündükçe soruların yoğunlaştığı açık. Bu yoğunlaşmayı azaltmak için kronolojik okumalar yaptım. En başta Ahmet Oktay’ın analizlerini okudum. Ahmet Oktay 1933 doğumluydu ve 1928’de doğan Edip Cansever’in yakın dostuydu. Gerek bu yazılardan gerekse de sohbetlerden, anekdotlardan, hatıralardan yola çıkmaya ve sorularıma yanıtlar bulmaya çalıştım. İpuçları oluşuyordu. Az sayıda olsa da Edip Cansever’in kendisinin yazdığı metinleri de okuyordum. Ayrıca şair üzerine emek veren, şiirlerini ve poetikasını analiz eden ve farklı yaşlardaki yazarların metinlerini de okuyarak, bu zamandan aşkınlaşma olgusunu nitelendirmeye çalışıyordum. Çünkü şiirlerin duygusal yükü, varoluşa içkin psişik gerilimi ve ruha etki eden çağrısı zamanı aşıyordu. Bizi bu şiirlere çağıran bir şey vardı ve bu şey kesinlikle formun, tekniğin, söylemin vs. dışında bir yerlerde ve algısal deneyimin içerisinde, anlamlandırma ediminde, varoluşun trajik hikâyesinde ve İnsan’ın hakikatine dair, belki metafizik belki de ontolojik bir yerlerdeydi.
Son olarak, bir dileğimi belirtmek ve umudumu ifade etmek istiyorum. Edip Cansever Şiiri üzerine farklı kuşaklardan, dönemlerden birçok şairin ve yazarın metinler ürettiğini, savlar öne sürdüğünü ve benim bu birikimi atlamamaya çalışarak okuduğumu, ancak sorularıma yanıt bulamadığım için de bu kitabı yazdığımı vurgulamıştım. Şimdi merakım ve umudum, genç kuşakların Edip Cansever Şiiri’ni nasıl algıladıklarına ve anlamlandırdıklarına ilişkin metinler üretip üretmeyeceğidir. Kabaca 1990 ve sonrasında doğmuş yazarların, eleştirmenlerin ve özellikle de şairlerin bu şiirleri nasıl okudukları, Edip Cansever’in zamanı aşan güçlü poetik ve varoluşsal imgesini nasıl algıladıklarını ve anlamlandırdıklarını merak ediyorum. Bu merak, genç şair arkadaşlara yönlendirilmiş bir tür davet olarak da algılanabilir. Bilmem, karşılık veren olacak mıdır? Eğer olursa bu şiirin zamanı nasıl aştığını, okurunu kendisine nasıl geri çağırdığını ve farklı zamansal momentlerde dünyaya gelmiş ve bu şiirleri okumaktan kendini alıkoyamayan insanlarca nasıl algılandığını çok daha iyi algılayabiliriz.
Şimdi, eylem vakti. Edip Cansever Şiiri’nin zamanı aşmasının, yaratılan poetik imgenin gücünün ve bu şiirleri otuz yıldır okuyor oluşumun gerekçelerini, olası yanıtlarını bulmaya çalışmanın ve şairin yarattığı poetikaya ilişkin bir yakınsama oluşturmanın zamanı. Böylesi bir niyetle yola çıkarken öncelikle Edip Cansever Şiiri’ni ve poetikasını nitelendirdiğini düşündüğüm kavramları betimleyeceğim. Trajik ile başlattığım ve aporia, conatus, modus, tedirginlik(unheimlich), çelişki(paradoks), çatışkı(antinomi) ile devam eden bu kavramsal örgü, beni şiirlerin ve poetikanın neliğine yaklaştıracaktır. Sonra bu kavramların poeika ve şiirlerde nasıl işlevselleştiğini göstererek, şairin yarattığı imgenin neliğini betimlemek istiyorum. Böylece bu şiirleri otuz yıldır okuyor oluşumun gerekçelerini izah ederek zamandan aşkınlaşan şiirlerin algılayıcı üzerindeki etkisini ifade edebileceğimi umuyorum.
Şimdi, sözcüklerin menzilinde ilerlemenin ve düşüncenin ufkunu sonsuzluğa açarak, şiire içkin varoluşsal imgenin içinde kendi varlığımızı, insana dair hakikati görmenin ve göstermenin zamanı. İlerleyelim…
[1]Bu metin, Serdar Aydın’ın yazmakta olduğu Edip Cansever Poetikası’na ilişkin kitabın giriş bölümünden dergimiz için uyarlanmıştır, bu dosyadan tefrikalarımız ilerleyen sayılarda da devam edecektir.