Günümüz koşullarında derinleşen ekonomik krizin, geçmiş yıllarda görece daha iyi yaşam koşullarına sahip sanat emekçilerinin de hayatına yansıdığını kolaylıkla söyleyebiliriz. Konservatuvarlara ve kamuya ait sanat kurumlarına verilmeyen ödenekler, özel tiyatroların maruz bırakıldığı sansür ve baskı politikaları, derinleşen ekonomik kriz ve artan enflasyonla birlikte bir çıkış bulamayan sanatçılar ya da sanat öğrencileri üstüne ek iş yapmak zorunda bırakılarak sahnede performans düşüklüğüyle mücadele etmeye çalışırken bir yandan da ek işin güvencesiz koşullarına hapsoluyor. Bütün bu tablo karşısında sanat üretiminin çeşitli sermaye gruplarının (Zorlu, Eczacıbaşı vb.) güdümüne girmesi yeni mezun genç sanatçıların iş bulamamasına neden olurken hali hazırda iş bulabilmiş genç sanatçıların da düşük ücretlere uzun saatler çalışmasının zeminini hazırlıyor. Mevcut AKP-MHP iktidarının kültür ve sanat politikaları, muhalif sanatçılara karşı aldığı saldırgan tutum ile birlikte bu alana dair izlediği yol ve yöntemler sanatçılar ve öğrenciler açısından da büyük umutsuzluk yaratıyor. Moda Sahnesi’ne gelen elektrik faturası sonucunda tiyatronun faturayı ödemeyi reddetmesi üzerine elektriklerinin kesilmesi sadece bir örnek.[1] Özellikle pandemi ile birlikte sahne sanatlarının da dijital ortamlarda boy göstermeye başlaması ve bunun önünü açan uygulamalarla çeşitli sanat gruplarının büyük firmalarla yaptığı anlaşmalar sonucu elde edilen kârdan sanatçının payını alamaması ve bu üretim sürecinin ve sonucunun sanatçı ve sanatı açısından geriletici olduğu tartışması da yer yer ortaya çıkıyor. Pandemi sürecinde özellikle sahne sanatçılarının ev ortamında bir üretim yapamayacakları ve bunun için herhangi bir önlem alınmazsa mesleği bırakma eşiğine gelecekleri çokça konuşuldu. Pandemi koşullarını gözetmeden kalabalık set ortamlarında dizi ve film çekimlerinin devam etmesi gibi birçok mağduriyet de yaşandı. Şu ana kadar bahsettiğimiz bir dizi sorunun nasıl ortaya çıktığına, sürecine ve mevcut durumuna dair birçok şey yazıldı. Bu yazının amacı, eğitim sürecinden meslek sürecine sahne sanatçılarının çalışma koşullarının altını çizmek ve mevcut yaşam koşullarını buraya taşımak olacak.
Türkiye’de eğitimin her alanında olduğu gibi konservatuvar eğitiminde de birçok hak gaspı yaşanmakta. Her birinin kuşkusuz özgünlüğü olmakla beraber sahne sanatları eğitiminin birçok açıdan özel bir alan olduğu söylenebilir. Konservatuvar eğitiminin kuralcı, konservatif yapısı ve bununla birlikte özellikle klasik bale, opera ve müzik anasanat dalları açısından eğitim müfredatının güncellenmemesi ve/veya günümüz koşullarına, sanat anlayışına denk düşebilecek yeniliklere tamamen kapalı olması okuyan ve mezun olan genç sanatçıların sürdürdüğü önemli tartışmalardan. Bu yeniliklere kapalı olma durumu ve konservatif yapı sadece bir müfredat tartışması olmaktan çıkıp eğitmen ve öğrenci arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiği tartışmasını da beraberinde getiriyor. Bahsettiğimiz bu yapının özellikle Batı sahne sanatlarının tarihine baktığımızda bu zamana kadar bir usta-çırak ilişkisi içerisinde yürümüş olması günümüz açısından da öğrenci eğitmen ilişkisine dair bir şeyler söylemiş oluyor. Balerin ya da opera sanatçısı olabilmek için muazzam bir fedakârlık gösterme zorunluluğu, eğitmenin dediği şeyin sorgusuz sualsiz kabul edilmesi gerektiği düşüncesi, iyi bir sanatçı olmanın tek yolunun “ustanın” sözünden çıkmamak olduğu fikriyle parlatılıyor. Bu da sanatçının prova ve eğitim sürecinde yaşadığı psikolojik problemlerle sonuçlanıyor. Bununla birlikte fiziksel farklılıkları gözetmeden, rekabet yöntemiyle bir başka sanatçıyı örnek vermek üzerinden kurulan prova sistemi sanatçının kapasitesi üstünde çalışmaya itilmesiyle sakatlığa varabilecek beden sömürüsüne zemin hazırlıyor. Sanatçı bütün bir gelişkinliğini ve “ideal” olana erişme motivasyonunu bir başkasından “daha iyi” olmak üzerine kuruyor. Bunlara ek olarak sanatçının sınıflar üstü bir konumda olduğu toplumdaki herhangi biri olmadığı ve bu işin köklerinin saraylara dayandığı, bu yüzden sanatçıların kurum içi davranışlarına, üzerine giydiği kıyafetlere, yediklerine ve içtiklerine dikkat etmesi gerektiği söylemi sürekli tekrarlanıyor. Mevcut ekonomik geliri ve yaşam koşulu ne olursa olsun bu gereklilikleri karşılayamamak sanatçı olamamakla eşdeğer tutuluyor. Bu da akademide çeşitli baskı ve mobbing durumlarının önünü açıyor. Gerek eğitim sürecinde gerek meslek hayatında ortaya çıkartılacak sanat eserinin prova süreçlerinde çalıştırıcıların, koreografların kullandığı yöntem ise dansçılar arası rekabetin yükseltilmesi ve bu şekilde verimliliğinin artmasını sağlamak oluyor. Bu, bir dansçının yaşam koşullarının, giydiği kıyafetin, görünüşünün bir diğer dansçıya “motivasyon” malzemesi olarak gösterilmesi şekliyle karşımıza çıkıyor. Bu noktada İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Klasik Bale Anasanat Dalı mezunu bir balerin arkadaşımızın bu konu hakkındaki deneyimlerini aktarmak yazılanlar açısından önemli. Balerin arkadaşımız şöyle anlatıyor:
Çok küçük yaşta balerin olmaya karar vermiştim. İhtişamlı kostüm ve dekorlar, balerinlerin point* ile parmak uçlarında dans etmesi çoğu kız çocuğu gibi beni de etkiliyordu. Balenin fiziksel olarak ne denli zor bir meslek olduğunu farkındaydım lakin işin psikolojik zorluklarını sonradan kavrayacaktım. Sonrasında kavrayacağım bir başka şeyse konun klasik bale eğitiminin biçimi ve mevcut ekonomik koşullar içinde bizden istenen saraylı bir balerin gibi yaşayamayacak olduğum gerçeğiydi. Bir örnek vermek gerekirse bir bale dersi öncesi arkadaşımızın patiğinin yırtık olması nedeniyle “Bir bale dansçısı bu şekilde dolaşamaz yeni patik alana kadar derse giremezsin.” cümlesiyle çarpışmam… Bizlere her daim derli toplu olmamız, şık giyinmemiz ve bir balerine yakışır şekilde hareket etmemiz söyleniyordu. Lakin ben ve arkadaşlarım o yırtık patiği giymek zorundaydık. Çünkü bir yenisini almak yurt dışından ithal edilen ve döviz kurunun her geçen gün arttığı ülkemizde mümkün değil.
Tam da bu noktada balerin arkadaşın deneyim aktarımı ve konservatuvardaki sanat eğitimine dair çizilen tablo bize konunun iddia edilenin aksine sanatın sınıflar ve toplumlar üstü bir olgu olmadığını kanıtlar nitelikte. Konunun, sanat ve sanatçı yaşadığı dünya ve o dünyanın maddi koşullarından azadeymiş gibi tartışılmasının birçok sonucu oluyor. Bu sonuçlardan biri de sanat üretiminin (sahneye konulan bir bale eseri, bir tablo vb.) arkasındaki emek sürecinin, ona harcanan vaktin ve sanat eserinin bir “alıcısı” olduğu gerçeğinin sanatçı açısından görülememesi oluyor. Böylece kişinin kendisini bir emekçi olarak görmemesi, toplumun üzerinde görmesi ya da yaşadığı problemlerin nedenlerini onu kuşatan maddi koşullarda aramak yerine kendinde ve sanatının “yetersizliğinde” araması da bir başka sonuç. Ama bugün açısından baktığımızda ekonomik krizin ve Türkiye’de yaşanılan her türlü sorunun artık, geçmişte yaşam koşulları görece iyi olan sanatçıların hayatı üzerinde de etkisini göstermesiyle yukarıda bahsettiğimiz öğreti ve düşünce yapısı değişmeye başlıyor. Mesela günümüzde bir konservatuvar öğrencisiyle parasız eğitim talebini tartıştığımızda, sene sonu temsillerindeki kostümlerin ücretlerinin ve/veya alan derslerinin materyallerinin okul yönetimi tarafından karşılanması gerektiği düşüncesi rahatlıkla karşılık bulabiliyor. Bu da bizi bugün konservatuvar öğrencilerinin acil taleplerinin ve sorunlarının ne olduğuna rahatlıkla götürebiliyor. Çeşitli üniversitelerin fakülteleri şeklinde faaliyet gösteren konservatuvarlar (İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı, Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuvarı vb.) mevcut üniversite yönetimlerinin buraya dair herhangi bir planının olmaması konservatuvarlı sanatçılar açısından kendilerini “üvey evlat” gibi değerlendirmelerine yol açıyor. Bizzat tanık olduğum bir durum olarak İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nın taşınma sürecinde öğrenciler olarak İstanbul Üniversitesi Rektörü ile görüşme girişimlerimizde yönetimin bununla ilgisi olmadığını söylemesi ve süreç üzerine bir açıklama yapmamasını ele alabiliriz.[2] Alternatif tiyatrolara ve Devlet Opera Balesi’ne verilmeyen ödenekler ile herhangi bir sanat dalında eğitim veren devlet üniversitelerinin sanata bakışı ve buraya dair aldığı kararlara bakıldığında pek tabii bir ortaklık kurulabiliyor. Özellikle son dönemlerde konservatuvarların bulunduğu merkezi alanları rant uğruna öğrencilerin ellerinden alıp ulaşımı zor ve merkezden uzak yerlere taşımak da özellikle pandemi sonrasının en yakıcı problemlerinden. İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nın Kadıköy’deki binasından çıkartılarak Maltepe’ye taşınması ya da Okan Üniversitesi Konservatuvarı’nın yine Kadıköy’deki binasından çıkarılarak öğrencilerin Tuzla’ya gönderilmesi örnek olarak verilebilir.[3] Sanata ve sanatçılara uygulanan bu baskı politikaları ise genç sanatçılar içinde mevcut iktidarın ile ilişkili şekilde tartışılıyor. Okan Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nden bir öğrenci okulun taşınma kararına karşı yaptıkları eylemleri şöyle değerlendiriyor:
Bugün biz sahne sanatçıları öğrencileri için en önemli şey sanatsal faaliyetlere ulaşabildiğimiz merkezi yerlerde eğitim görmek. Çünkü bizi asıl geliştiren şey izlediğimiz bir oyun ya da bale gösterisi sonrası bunları tartışabilmek. Ama festivallerin yasaklandığı, oyunların sansürlendiği bu atmosferde bir de üzerine okul bileşenlerine danışılmadan, eğitimimiz için gerekli alanlara ulaşmamızın önüne geçecek şekilde, neredeyse şehir dışındaki kampüslere yolluyor okulumuz bizi.
Konservatuvarın taşınma kararının arkasındaki amaç sorulduğunda ise “İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı, sonra Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuvarı, şimdi de biz. Alınan bu karar iktidarın sanata dair diğer politikalarından ayrı düşünülemez. Amaçları sorgulamamıza, yan yana gelmemize vesile olan sanatı da kendi istedikleri gibi organize etmek” diye ekliyor.
SAHNE SANATLARI SANATÇILARI’NIN GÜNCEL SORUN VE TALEPLERİ
Sahne sanatları eğitimi ve onun güncel problemleriyle birlikte bu sorunların kaynağına dair genç sanatçılar ne düşünüyor ya da ne yaşıyor diye bakmak aynı zamanda eğitim sonrası tartışmalar açısından da ayrı bir önem taşıyor. Özellikle Devlet Opera ve Balesi’nde yaşanan sorunlar sanat camiası açısından önemli bir yer tutuyor. Meclis bütçe görüşmelerinden çıkan yeni kararla birlikte Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı çalışan figüran sözleşmeli personelin kadro kapsamı dışında kalması, kamuda çalışan sanatçıların kadro ve eşit işe eşit ücret taleplerinin yakıcılığını gün geçtikçe artırıyor.[4] Kadrolu çalışan personellerle aynı iş yükünü paylaşan figüran sanatçılar ise durum karşısında “Tüm o ihtişamlı müziklerin, dekorların, kostümlerin ve koreografilerin perde arkasında, kendini sanat emekçisinin sırtına bindirdiği yük ve emek sömürüsüyle var eden bir sistem var.” diyor. Çalışma saatlerinin uzunluğunun iş yükünün fazlalığı ile buluştuğu bu noktada sanatçılar ek iş yapmak durumunda kalıyor. Devlet Opera ve Balesi’ne bağlı Modern Dans Topluluğu dansçısı ise deneyiminden şöyle bahsediyor:
Yoğun bir prova süreci var. Bunun yanında hâlâ kadroya geçemeyen bir figüran personel olarak hayatımı idame ettirebilmek için düğün, nişan gibi çeşitli organizasyonlarda davul çalıp dans etmek durumunda kalıyorum. 11 yıllık zorlu eğitim sürecinin sonucunda rahata ereceğimi ve sanatımı yapabileceğimi düşünürken içinde olduğum durum oldukça üzücü ve öfke verici.
Kamuda ya da özel sektörde çalışan sanatçıların bir başka tartışması ise çalıştıkları kurum dışında bir üretimde bulunmak istedikleri zaman karşılarına çıkan problemler. Sanat eserinin çeşitli platformlara ya da firmalara sıkışması ve bu doğrultuda halk tarafından erişiminin önünde çeşitli engeller oluşması da bir sorun olarak önümüzde duruyor. Büyük şirketlerin Avrupa menşeili sanat topluluklarıyla yaptığı anlaşmalar, (İKSV günümüz ve ülkemiz açısından en bilindik örnek) sanat üretiminin belli bir zümrenin ihtiyaçları ve siparişleri üzerine yapılıyor olması ve büyük prodüksiyonlardan elde edilen kâr ile birlikte gelen sonuç bağımsız sanatçıların ve alternatif sanat topluluklarının kendilerine alan bulamamaları oluyor. Bir grup yeni mezun modern dans sanatçısı genç ise bu durum karşısında dertlerini şu şekilde anlatıyor:
Eğitim sürecimizde bağımsız ve herkese ulaşabileceğimiz, üretimin her bir aşamasında söz sahibi olabileceğimiz alternatif işler yapmak her birimizin hayaliydi. Lakin şu an o kadar büyük bir sanat endüstrisi var ki değil kendi işimizi yapmak İstanbul’un kültür sanat takviminde yer alan hiçbir eseri izleyemiyoruz bile. Şanslı olan birkaç arkadaşımız büyük prodüksiyonlu yapımlarda iş bulabiliyor. Ama tabii ki bu da onları sanatsal anlamda tatmin etmezken aynı zamanda büyük bir sömürünün içine itiyor. Figüran olan bir arkadaşımız aynı zamanda ışık yapıyor. Ama bu aldığı ücrete yansımıyor.
Üstüne de alternatif sanat topluluklarının bu tabloda ortaya bir sanat eseri koyabilmesi durumunda da çarpıştıkları şey mekân problemi oluyor. “Sahne bulabilecek miyiz bulursak kirasını ödeyebilecek miyiz? Diyelim ödedik salonu doldurup bilet satabilecek miyiz?” kaygısı bu toplulukların kapanmasına kadar gidiyor.
SONUÇ YERİNE
Sanatçıların, sanat öğrencilerinin mevcut genel durumu; derinleşen ekonomik kriz ve artan enflasyonla birlikte AKP-MHP iktidarının kültür ve sanat politikalarıyla da birleşerek her geçen gün ağırlaşıyor. Sanatçılar arasında ise yukarıdaki örneklerden yola çıktığımızda, sorunlarının sistemle ve mevcut iktidarla bağını kurma konusunda geri durdukları bir tablodan bahsedemeyiz. Konservatuvar eğitim sürecinde “sanatçının toplumun üstünde ve ayrı olduğu” miti ise yaşam ve çalışma koşulları bakımından bir fabrikada çalışan işçi kadar ağır süreçler yaşadığı bu durumda, iç tartışmalarda da git gide çözülmeye başlıyor. Sanatçının yaşanılan bütün bu zorluklar, “ideal” olanda ısrar yerine yaşamın ve maddi koşulların imkân verdiği kadarıyla sanat yapabileceği gerçeğine adım adım varmasını sağlıyor. 5000 kişilik salonlarda yapılan büyük prodüksiyonlu temsillerin biletlerinden edilen kâr, sanatçıların maaşlarına yansımazken sanatı (sadece üretim değil aynı zamanda içerik bakımından da) tekeline alan sermaye gruplarının kasalarına akıyor.[5] Konservatuvar eğitiminden bu noktaya hatta opera ve bale gibi dramatik sanatların çıkış noktası olan Avrupa aristokrasisinden bu yana sanatın kutsal olduğu, sınıf ve toplumların üstünde olduğu fikrinin, günümüzde kapitalizmin girdiği krizlerle birlikte sanatın tekelleşmesi ve burjuvazinin bir kâr ve propaganda aracı olduğu gerçeğiyle birlikte düşünüldüğünde ortaya çıkan sonuçların sadece sanatçıların hayatına yansımasıyla değil sanatın, işçi emekçi halkın git gide ulaşamadığı bir hal alması ile de ilgili olduğu görülüyor. Bütün bu tablo da her konuda olduğu gibi meselenin sistemsel ve sınıfsal olandan azade düşünülemeyeceğini ortaya koyuyor. Mevcut durumun teşhir edilmesi ve bugün sermayedarların sanat üzerindeki ısrarını anlamak açısından Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi adlı eserinden küçük bir alıntıyla bitirmekte fayda var:
Egemen sınıfın düşünceleri, her çağda egemen düşüncelerdir: Yani, toplumun maddi egemen gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen fikrî güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, bu sayede aynı zamanda zihinsel üretim araçlarının da üzerinde denetim kurar; böylelikle zihinsel üretim araçlarından yoksun olanların düşüncelerini de genel olarak, kendine tabi kılar. Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikrî ifadesinden, düşünceler halinde kavranan egemen maddi ilişkilerden, yani o bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerden başka bir şey değildir; yani, onun egemenliğinin düşünceleridir.[6]
[1] https://www.evrensel.net/haber/456750/moda-sahnesinin-elektrigi-tepkiler-uzerine-geri-acildi-fahis-bir-fiyatla-elektrigin-satilmasini-kabul-etmiyoruz
[2] https://www.evrensel.net/haber/430329/iu-devlet-konservatuvari-kadikoy-rihtimdan-tasinmak-isteniyor-ogrenciler-tepkili
[3] https://www.evrensel.net/haber/469600/okan-universitesi-konservatuvari-tiyatro-bolumu-ogrencileri-bu-karar-bir-egitim-cinayetidir
[4] https://www.evrensel.net/haber/479995/kultur-ve-turizm-bakanligina-bagli-calisan-figuran-sozlesmeli-personel-kadro-kapsami-disinda-kaldi
[5] https://haber.sol.org.tr/turkiye/3-bolum-devlet-opera-ve-balesi-ve-iki-genel-mudur-271273
[6] Marx K. Engels F. (2013) Alman İdeolojisi, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, sf. 52