Ekşi Elmalar esin kaynağını Yılmaz Erdoğan’ın hikâyesine çokça konu olan çocukluğundan alıyor. Şiirinde geçen, Vizontele’de görünen kayıp kent, bir OHAL kararıyla şehir olmaktan bir çırpıda çıkarılan çocukluğunun Hakkari’si, Köyceğiz’deki bir sette ve bilgisayar efektleriyle yeniden kuruluyor ve dağı, yaylası, şelalesini tekrarlayan görüntülerle bir kartpostala dönüşüyor.
Türkiye sinemasında en çok seriye dönüşen tür olarak komedi, yapımcılarını seyircilerinden daha çok güldürüyor olabilir. Eskiden güldürürken düşündürmek makbuldü; şimdilerde güldürürken kazanmak, kazandırmak makul. Kazanmanın önüne para-pul, şan-şöhret gelebilir. Türkiye’de geçmişin mizah külliyatının, şimdinin davalık karikatür dergilerinin ve bir yergi tiyatrosu olarak kabare tiyatrosu geleneğinin yanında güldürünün, mizahın politik olandan giderek uzaklaşması, yergiden ve toplumsal eleştiriden kopması geldiğimiz noktada günümüz siyasal kültürüyle bir uzlaşmanın sonucudur. Uzlaşma ülkede yaşananların yok sayılmasından, görmezden gelinmesinden genel geçer değerlerin sahiplenilmesine değin farklı biçimlerde gerçekleşebiliyor.
Yılmaz Erdoğan ve Necati Akpınar’ın kurucusu olduğu Beşiktaş Kültür Merkezi (BKM) ve BKM Mutfak bugün üretilen sinema, televizyon filmleri, dizileri ve hatta oyuncuları düşünüldüğünde bir tiyatro ekibi olarak değil; bir şirket olarak karşımıza çıkıyor. BKM Mutfak’ın son icraatının bir AVM’de şube açmak olduğunu Yılmaz Erdoğan kendisi muştuladı. Bir BKM Mutfak “hareketi” olan Çok Güzel Hareketler Bunlar’da da temel olarak kabare unsurlarından yararlanılıyor ancak bu geleneğin sahip olduğu yaratıcılık, zekâ ve mizahla düzene karşı çıkışın esamesi okunmuyordu.
Yılmaz Erdoğan ve sinemasından bahsederken akla uzlaşmanın gelmesinin nedenleri var kuşkusuz. Recep Tayyip Erdoğan’ın konuşmasında Yılmaz Erdoğan’ın Vizontele filminden alıntı yapması, Erdoğanların birlikte futbol oynamaları, Yılmaz Erdoğan’ın 15 Temmuz sonrası RTE ve ailesinin ikametgâhı önüne kurulan Kısıklı sahnesinde boy göstermesi boşuna değil. Yılmaz: Hakkâri’den İstanbul’a Bir Şöhret Yolculuğu kitabının yazarı, en yakın arkadaşının, AKP eski milletvekili olması bir sanatçının iktidar ile ilişkisi üzerine bizi fena düşündürtüyor elbette ama bu kadarla da sınırlı kalmıyor.
Televizyondaki kariyeri yazarlıktan oyunculuğa Olacak O Kadar’dan Haşlama Taşlama, Yaseminname, Bir Demet Tiyatro ile ilerlerken Yılmaz Erdoğan sinemada ilk yönetmenlik denemesini Ömer Faruk Sorak’la beraber Vizontele filmiyle yapmıştı. Vizontele filmi her ne kadar Ender Özkahraman’ın çizgileriyle, hikâyeleriyle sahiplendiğimiz adıyla, nitelemesiyle “orası hikâyesi” gibi sunulsa da Kürt gerçekliğine ait olmayan, BKM skeçleri kolajından oluşan, her tiplemenin “Yılmaz Erdoğan esprileri” patlattığı diyaloglarıyla bir uzlaşmanın ve fantastik diyarın örneğiydi. Vizontele’de ne Hakkâri’nin gerçekliği ne de siyasal yaşam ve eğilimleri vardı. Yılmaz Erdoğan’ın “bir komik oyunu daha” bu sefer sinemada –Bir Demet Tiyatro ekibi dâhil- daha geniş kadroyla anlatmasının ötesine geçemiyordu film.
Vizontele filmindeki iyiler ve kötüler arasında Deli Emin en iyi ve mucit insan olarak yerini alırken, Yılmaz Erdoğan da senaryosuyla “kelimelerin mucidi” olmakla birlikte, Deli Emin’i oynamıştı. “Köyün delisi” ve bir metafor olarak Deli Emin Kafdağı’nın ardındaki bu şehrin deliliğinden uzak yaşıyor, kuşlarıyla konuşuyor, icatlarıyla uğraşıyor ve bir türkünün peşinden koşuyordu. Deli Emin dâhil filmdeki tüm karakterler ve filmin senaryosu bir “cevap yetiştirme”, “lafını koyma” haliyle biçim buluyordu.
Vizontele’yi, Vizonteleleri eleştirenler de Yılmaz Erdoğan’ın, mizahındaki gibi “kelimelerinden”, “cevap yetiştirmesinden” nasibini alıyordu. Yılmaz Erdoğan, “festivallerde, gişede geçtiği seyircisiz filmlerin ödüllendirildiğini”, “halkın beğendiğini yok sayıp, halkın anlamadığı filmin ödüllendirildiğini,” söylerken Ahmet Uluçay’ın Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak adlı filmin ödül almasını kabul edemiyordu. Filmini beğenmeyenlere ve eleştirilerenlere de bilet parasını iade etmek istiyordu; aslına bakarsanız söyleminin hiddetinden, şiddetinden yola çıkarsak yüzlerine çarparak iade etmek istiyor gibiydi. Geniş kitlelerle uzlaşma isteği ve seyirci sayısında kırmak istediği rekorun gerçekleşmesi her ne kadar bir güveni beraberinde getirse de verilmeyen ödüller aynı ölçüde güvensizlik yaratıyor ve sabrını zorluyor izlenimi bırakıyordu.
Yeni ilham: Ekşi Elmalar
Ekşi Elmalar filmi, Vizontele’nin devamından çok ilhamını aldığı Hakkâri’ye, çocukluğuna, tanıdığı insanlara Yılmaz Erdoğan’ın geldiği noktada yeniden bakışı, değişen bilgisiyle –Nuri Bilge Ceylan’dan Russell Crowe’a yerli yabancı yönetmenlerle çalışma deneyimi dâhil- hikâyesini yeniden anlatmak isteği belki de. Bir gözden geçirme, temize çekme hali de denilebilir Yılmaz Erdoğan oyunculuğunda, kelimelerinde, sinema tekniğinde ve dünya görüşünde. Vizontele tarzının sadeleşmiş, daha dramatize edilmiş, mizah kadar trajik olanın da keskinleştiği bir tarza evirildiği Ekşi Elmalar, popüler bir film olma iddiasında. Yılmaz Erdoğan’ın artık yüksek sesle dillendirmese de, popülist bir dille “seyircinin hangi filme nasıl davranacağını bildiğini” söylemesi, gişe beklentisini de açığa vuruyor.
Vizontele’de cesaret edemediği, belki de yüzleşemediği, salt mizah, Yılmaz Erdoğan mizahı kıldığı gerçeklik, bu kez Ekşi Elmalar’da belediye reisinin siyasi partisi, dengbej, yer yer duyulan Kürtçe ve kadınlar dâhil edilse de hâlâ yapay, hâlâ fantastik ve hâlâ “özenilmiş” kostümleriyle sırıtıyor. Aziz Reis beylik lafları, giydiği kostümler ve pozlarıyla İtalya’nın Güney’inden bir toprak ağasını çağrıştırıyor daha çok. Kadınlar güzel, namzet erkekler yakışıklı, üzerlerinde giysi değil kostüm taşıdıklarını hissettiriyor. Kadınların temel sorunu sevdikleri erkeklere varamamak; ancak varmak da hep iyi son anlamına gelmiyor filmde. Sevdiği Servet’e uzlaştırıcı Osman Ağa ile varan Türkân’ın kocası içkici çıkıyor. Safiye ile ziraat mühendisinin aşk ilişkisinden ise ziraat mühendisi daha yaralı çıkıyor çünkü Safiye evlendiği ağa oğlu Cevdet ile hayallerini gerçekleştirip denize kavuşuyor. Muazzez çok sevdiği Aşk Cesaret İster fotoromanında adı geçen cesareti gösterip sevdiğiyle kaçmıyor ama kendisi de bir fotoromandan fırlamış gibi duran aşkı Özgür’ü sevmeye ve beklemeye devam ediyor. Filmin kadınların nispeten daha özgür davranabildikleri, dengbejin göründüğü, duyulduğu yayla sahneleri ise fantastik bir diyara oryantalizmi taşıyor.
Ekşi Elmalar esin kaynağını Yılmaz Erdoğan’ın hikâyesine çokça konu olan çocukluğundan alıyor. Onun şiirinde geçen kayıp kenti, Vizontele filminin uzak ve mahrum kenti, Kafdağı’nın ardı, OHAL kararıyla şehir olmaktan bir çırpıda çıkarılmaya çalışılan çocukluğunun Hakkâri’si, Köyceğiz’deki bir sette ve bilgisayar efektleriyle yeniden kuruluyor ve dağı, yaylası, şelalesini tekrarlayan görüntülerle bir kartpostala dönüşüyor.
1977 yılı Hakkâri’sinde üçüncü kez belediye reisi olamayan Aziz Bey ve ailesinin hikâyesini anlatıyor Ekşi Elmalar filmi. Vizontele’de Reis Bey’in oğulları vardı, Ekşi Elmalar Reis Bey’inin ise kızları. Aziz Bey’in dünya görüşü karısı ve kızlarının hayatlarını belirliyor, tahakküm altına alıyor. Ekşi Elmalar metaforunun merkezinde olan Aziz Reis beğenmediği ekşi elma veren ağacı kestiriyor, kızlarının sevdiklerine varmasına engel oluyor. Bir erkekten hediye alan kızını cezalandırıyor. Evinin bahçesinden dışarı çıkmasına izin vermediği kızlarını okula göndermiyor; sadece aralarından ortanca kızı Safiye’nin okuma yazma öğrenmesine müsaade ediyor. Onun tatlı dediği kendi bildiği, inandığı. Kendisine benzeyen, biat eden ve oy veren insanlar. Elmalarla konuşuyor. Elmaları da insanlara benzetiyor. Aşılandıkça tatlı oluyor meyvalar ve birbirine benziyorlar. Bataklıktaki ağaçlar ise ziraat mühendisinin dediği gibi okaliptüs ağaçları değil, kendi bildiği, inandığı, öğrendiği gibi kavak ağaçları. Aynı Reis Bey memleketine teleferik getirme hayali kuruyor, maketler yapıyor. Metaforu ekşi elmaların üzerine yatıp poz verdiği fotoğrafların kullanıldığı bir söyleşide Yılmaz Erdoğan Hakkârili dedesi ve teyzelerinden yola çıktığını anlatıyor.
Otoriterliğine ilk darbeyi seçimleri kaybetmesiyle alan Reis Bey zaman içinde maddi gücünü yitirerek, emekli maaşıyla idare eden bir adama dönüşüyor. Kendisine hükmetme ve yaşama gücü veren yöresinden ayrılıp Antalya’ya göç edip ve ait olmadığı şehirde zihinsel bir çöküş yaşayor. Bunların üzerine Muazzez’in anlattıklarını sessizce dinliyor olması Reis Bey’le seyircinin bir uzlaşma yaşamasına neden oluyor. Artık bakıma muhtaç, yaşlı ve zararsız bir adam olarak sessizliği, masumane bakışları, sorgu meleğine onu hazırlayan, sevdiğine varmayıp başını bekleyen kızından dinlediği geçmişiyle işte o da artık herkes gibidir.
Filmde gücünü kelimelerden almayan bir sahne var. Tüm ailenin, geçmiş karakterlerden ziraat mühendisiyle Antalya’da yeniden karşılaşma sahnesi. Gerçekleşemeyen bir aşk sızısının hissedildiği, sonra aşıldığı bir an, bir durum yaşanıyor bu sahnede. Böylesi bir insani durumun içine düşen, evin salonunda aynı kanepede oturan, ortak anıları olan, kavuşamayan bir kadın, bir erkek ve geçmişten habersiz uysal koca Cevdet. Oysa Yılmaz Erdoğan kelimelerini şiir, tiyatro oyunu ve senaryo olarak çok seviyor ve beğeniyor. Ne sadece bir yazar ne de sadece bir oyuncu olmak istiyor o; asıl önemlisi yönetmen olmak istiyor. Öyle görünüyor ki, kendisine baktığında gördüğü gibi, bir “akil adam” ve yönetmen olarak anılmak istiyor.
Hakkâri’de belediye reisliği yapmış, Adalet Partili Reis Bey ve ailesinin 1970’lerden 1990’lara uzanan hikâyesi Antalya’da sona eriyor. Kürt mücadelesinin doğrudan etkilediği, bugün belediye eş başkanlarının görevden alındığı, devletin şiddetini yakından tanıyan insanların yaşadığı Hakkâri yukarıda bahsettiğimiz Yılmaz Erdoğan’ın tahayyülünden çok farklı. Doğrusu şakilerin mahalleye indiklerini, darbe olduğunu radyodan duysak da, bu vizonteleyi, şampuanı ve devrimi bilmeyen insanlar ülkede yaşananlardan uzak ve doğrudan etkilenmeden hayatlarını sürdürebiliyorken, örneğin Hakkâri’den göçün nedeni “denize özlem” olabiliyor. Yılmaz Erdoğan’ın anlattığı Hakkâri’nin politik olmaktan ziyade kâh komik, kâh dramatik ama hep nostaljik olması belki onun yaşadığı çatışma ve çelişkilerin sonucu belki de edindiği uzlaşma elçisi hissiyatından, misyonundan kaynaklanıyor. Tıpkı Köyceğiz’de toprakla hemhal olmaya gidip yılda çektiği üç filmle, BKM’nin de para döndüren çarkından uzaklaşamaması gibi. Dolayısıyla Yılmaz Erdoğan’dan başka türlü bir Kürt gerçekliği beklemek belki bu nedenle mümkün olmuyor.