Emek Bizim İstanbul Bizim İnisiyatifi’nin yapımını üstlendiği Özgürleşen Seyirci filmi, mücadele boyunca kameralarıyla, cep telefonlarıyla çekim yapan insanlara yapılan açık bir çağrıyla toplanan materyalin kurgulanmasıyla yaratılmış bir belgesel.

2009 yılındaki Filmekimi’nin ardından sessizce kapatılan Emek Sineması’nın bir AVM projesi kapsamında yıkılması planına karşı yürütülen mücadele, 2010 yılında İstanbul Film Festivali’nin açılışında Bülent Eczacıbaşı ve Ertuğrul Günay’ın konuşmalarının borazanlarla susturulup “Emek Sineması’nı yıkacak mısınız?” sorusunun salonda yankılanmasıyla birlikte sesini geniş kesimlere duyurmuştu. Emek Sineması’nın kamuya ait olduğunu ve sermayeye satılamayacağını savunan, kamusal mekânların kullanım haklarının kamuya, yani o mekânları bizzat kullanan kent sakinlerine ait olduğunu ilan eden “Emek Bizim İstanbul Bizim İnisiyatifi”nin mücadelesi yıllar boyunca çeşitli eylemlerle, buluşmalarla, film gösterimleriyle devam etti. 7 Nisan 2013’te İstiklal Caddesi’nde yapılan büyük protesto yürüyüşünde hem eyleminin meşruiyetine inanan kitlenin duruşu, hem eylemin ruhunun o dönem AKP hükümetine karşı farklı alanlardan yükselen çeşitli muhalif tepkilerle kesişmesi, hem de eyleme yerli ve yabancı çok sayıda ünlü ismin katılmasının etkisiyle, Emek Sineması’nın geleceğine dair süregiden mücadele ana akım medyanın da gündemine yerleşen bir başlığa dönüştü.
Emek Sineması’nın da içinde yer aldığı Grand Pera AVM projesinin yürütücüsü olan Kamer İnşaat’ın, Beyoğlu Belediyesi’nin, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın sözcülerinin “yıkmıyoruz, taşıyoruz” yalanındaki ısrarları sürerken, 2013 Mayıs’ında, Emek Sineması tüm haklı itirazlara rağmen, resmen yıkıldı. Ardından Gezi Parkı direnişi geldi, Emek Sineması mücadelesini simgeleyen “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!” sloganı Gezi’ye güç veren sloganlardan biri oldu. Daha sonradan yapılan Gezi analizlerinin pek çoğu, Emek mücadelesini Gezi’ye giden yoldaki önemli mücadele başlıklarından biri olarak yorumladı.
Sinemanın resmen yıkılmış olduğu gerçeğine ve Gezi’den bu yana ülkede yaşanan yoğun ve karanlık sürece rağmen Emek Sineması mücadelesi gündemden düşmedi, bugüne kadar uzandı. Aralık ayında 8. Hangi İnsan Hakları? Film Festivali’nin açılışında prömiyerini yapan Özgürleşen Seyirci: Emek Sineması Mücadelesi belgeseli, bütün bu süreci anlatmanın ya da hatırlatmanın ötesinde, Emek Sineması mücadelesinin hâlâ sürdüğünü de ilan eden bir film. “Emek Bizim İstanbul Bizim İnisiyatifi”nin yapımını üstlendiği film, mücadele boyunca kameralarıyla, cep telefonlarıyla çekim yapan insanlara yapılan açık bir çağrıyla toplanan materyalin kurgulanmasıyla yaratılmış bir belgesel. Ve film yine bir çağrıyla sona eriyor: “Emek sineması mücadelesi devam ettikçe bu filmin kurgusu da devam edecektir. Görüntü havuzu herkese açıktır” notunun ardından bu filmi izleyenlerin ellerindeki materyali paylaşmaları için iletişim bilgileri veriliyor. Bu anlamda “tamamlanmamış” bir film Özgürleşen Seyirci. Kendisini mücadele sürecinin gözlemcisi, anlatıcısı ya da ürünü olarak değil, yaşayan bir öğesi, eyleyen öznesi, hatta ta kendisi olarak konumlandıran belgesel, mücadele devam ettiği sürece bitmeyecek bir film olarak sunuyor kendisini. Finaldeki çağrı, bu kez belgesel üretimi için, bir kez daha “Bu daha başlangıç!” diyor.
Seyirci kalmamak
Özgürleşen Seyirci ismi, mücadelenin özgürleştiriciliğine vurgu yapıyor elbette. Yaşadığı şehre, o şehrin yaşayan mekânlarına, sinema salonlarına, izlemek istediği filmlere sahip çıkan; yıkılmakta olan sinema salonunu şarkılar eşliğinde coşkuyla işgal eden; sinema perdesini sokağa taşıyıp film gösterimleri düzenleyen, kentin sokaklarının kendisinin olduğunu hisseden; kolektif hareketin gücünü, dayanışmanın enerjisini tadan ve böylece özgürleşen seyircinin hikâyesini anlatıyor film.
Diğer yandan bu belgesel adını, Jacques Rancière’in Özgürleşen Seyirci kitabından alıyor. Rancière, tiyatronun seyircisiz var olamayacağı gerçeğiyle, seyretme eylemine yüklenen olumsuz anlamlar bir araya geldiğinde ortaya çıkan paradoksu ele alıyor kitabında. Dilimize yerleşmiş olan, bir şeye ya da bir olaya “seyirci kalmak” sözü, bu olumsuz anlamı açıkça ifade ediyor: “Seyirci olmak, hem bilmek kabiliyetinden hem de eylemek kudretinden kopmak demektir”[1]. Bu durumda, bir tiyatro oyununu o oyunun içinde olup bitenlere “seyirci kalmadan” “seyreden” bir “seyirci” nasıl yaratılabilir? Brecht’in ‘epik tiyatro’su, Artaud’un ‘vahşet tiyatrosu’ gibi örneklerin farklı yöntemlerle bu “seyirci paradoksu”nu nasıl aşmaya çalıştığını anlatıyor Rancière. Kendisiyse, seyircinin etkin olmadığı düşüncesini reddediyor ve bakmak/bilmek, görünüş/gerçeklik, etkinlik/edilgenlik gibi karşıtlıkları sorgulamaya davet ediyor okuyucusunu.
Varlığına muhtaç olduğu seyircisini seyirci konumundan çıkarma fikri, tarihte pek çok film yönetmeninin de zihnini meşgul etti; tiyatro alanında geliştirilen farklı yaklaşımlar sinemaya tercüme edildi, sinema mecrasına özgü teknikler de geliştirilmeye çalışıldı. Film teorisinin seyircinin konumuna dair en temel tezlerinden biri, film izleyen bir kişinin karanlık bir salonda kendisi görünmez konumdayken başkalarının hayatına bakma imtiyazının tadını çıkardığı fikrine dayanıyordu. Buna göre, aynı bir anahtar deliğinden birilerinin yaşamını gizlice gözetler gibi sinema perdesinde ‘dikizlediği’ dünyada her ne yaşanırsa yaşansın, kendisinden beklenen hiçbir şey olmadığının, olaylara müdahil olmadığının/olamayacağının bilincinin verdiği edilgen huzur, film izleme hazzının temeliydi. Dolayısıyla, ana akım sinemanın aksine bu edilgenliği arzulamayan yönetmenler, yerleşik anlatım kalıplarını yıkarak seyircinin bu korunaklı görünmezliğini elinden almanın, onun huzurunu kaçırmanın türlü yollarını aradılar. Bazen oyuncunun kameraya bakmaması kuralı yıkıldı; filmdeki karakter öykünün ortasında kameraya dönüp izleyicinin gözünün içine bakarak ona bir soru yöneltti ve dördüncü duvar yıkıldı. Bazen kadrajın tepesinden “yanlışlıkla” kadraja giren bir mikrofon “Bu bir film!” diye bağırdı.
Özgürleşen Seyirci belgeseli Rancière’in kitabının adına gönderme yaparken, seyircinin hikâyelere seyirci kalması/kalmaması meselesini de yeniden düşündürüyor. Kendisiyse, film üreticisi ve film seyircisi konumlarını, ikisi arasındaki ayrımı ve mesafeyi, daha en baştan yıkma çabasının bir ürünü. Hem yeni teknolojilerin getirdiği imkânlardan faydalanarak hem de mücadelenin kolektif ruhunu film üretme sürecine tercüme ederek aşmaya çalışıyor “seyirci paradoksu”nu. Farklı insanların, ellerinde var olan kayıt cihazlarıyla yaptıkları çekimlerle oluşan belgesel, finalindeki çağrıyla da birlikte, film yapma-izleme-yapma şeklinde ilerleyen bir döngü tahayyülü kuruyor.
Diğer yandan Özgürleşen Seyirci’nin üretilme biçimi, sadece olay ile olayın seyircisi arasındaki mesafeye değil, aynı zamanda olay ve olayı kayıt altına alan arasındaki mesafeye dair de farklı bir tahayyül sunma girişimi. Dünyaya kameranın vizöründen bakan birinin kayıt altına aldığı o dünyayla nasıl bir ilişki kurduğu sorusu, fotoğraftan başlayıp belgesel filme uzanan etik tartışmaların merkezindeki temel meselelerden biri oldu hep. Fotoğraf çekme ediminin doğası gereği fotoğrafçı ile konusu arasında bir mesafe gerektirdiği ve bu fiziksel mesafenin aynı zamanda bir duygu ve deneyim mesafesi anlamına geldiği fikri üzerine kurulu etik tartışmalar, bu kez de kayıt altına almanın “seyirci kalmak” anlamına gelip gelmediğini sorguladı. Bu anlamda, Vietnam Savaşı’nda şahit olduğu bir vahşete müdahale etmek yerine onu kaydeden fotoğrafçının dilemmasına dair etik tartışmalar da ziyaret ettiği bir kentte elinde cep telefonuyla gezip her gördüğünü kayıt altına alan bir turistin o kenti deneyimlemek yerine kaydettiğine dair yaygın düşünce de benzer bir yerden besleniyor.
Özgürleşen Seyirci’ye dönersek, bu belgeseli oluşturan ana görsel malzeme eylemliliklerin içinde yer alan insanlar tarafından çekilmiş görüntüler olduğu için, bir şeyi kayıt altına almakla ona seyirci kalmak arasındaki bağa dair sorgulamaların büyük ölçüde daha baştan bertaraf edildiğini ve “mesafe metaforu”nun bu örnekte anlamsızlaştığını söyleyebiliriz. Kaydetmekle müdahale etmek, dışarıdan (vizörden) bakmak ile (kadrajın) içinde olmak arasındaki ayrımları veri kabul eden etik tartışmaların zemininden çok farklı bir zeminde şekilleniyor bu belgesel. Emek’ten Gezi’ye uzanan dönemde sokaklarda yaşananları kayıt altına almanın bizzat aktivist bir eylem olarak yaygınlaşması da, kameranın edilgen(leştirici) olmak bir yana, politik(leştirici) bir araca dönüşebildiğini göstermişti. Bu süreç boyunca eylemlerde kitle içindeki bireylerin neredeyse hepsinin hem kaydeden hem kaydedilen olduğunu, hemen herkesin bu çift yönlü pozisyonda eşitlendiğini ve Özgürleşen Seyirci’deki görsel malzemenin de kameranın önü ve arkası arasında yer değiştirip duran bu insanların üretimi olduğu söylenebilir.
Tamamlanmamış bir film olarak Özgürleşen Seyirci’nin yolculuğunun nasıl süreceğini bilmiyoruz. Ama hem yaşamımıza kameranın vizöründen bakmaya, hem de yaşadıklarımızı perdede izlemeye davet ediyor bizi bu belgesel. “Mesafe almamak” ve “seyirci kalmamak” için.
[1] Jacques Rancière, Özgürleşen Seyirci, İstanbul: Metis, 2013.