Yönetmen Emin Alper’in dördüncü uzun metraj filmi Kurak Günler, anlatım olarak önceki filmlerinin ayak izlerini takip eden ama sözünü günümüz siyasi atmosferine daha doğrudan söyleyen bir film. Türkiye’de ilk gösterildiği Antalya Altın Portakal Film Festivali’nden bu yana Kurak Günler tam da bu yönüyle tarif ediliyor. Yaşadığımız toplumsal, siyasal ve hatta ekonomik krizin, çıkışsızlığın, hukuk tanımazlığın resmini taşradan çiziyor.
Aslında Emin Alper, Abluka hariç zaten filmografisindeki bütün anlatısını taşradan kuruyor. O yüzden anlatım, teknik benzerlikler mevcut. Tepenin Ardı için yapılan “New Age Western” benzetmesini ya da Abluka’daki sıkışmışlık ve de boğulma hissini bu filmde de görmek mümkün. Burada farklı olarak bu kural tanımazlığın ya da boğulmuşluk hissinin failleri daha net. Bir kasabanın belediye başkanı, onun avukat olan oğlu, uyum sağlamış bürokrasi ve taşra eşrafı…Bu kimliklerin günümüz Türkiye’sinde denk düştüğü politik çizgi ise son derece açık.
Konudan kısaca bahsedecek olursak bir av sahnesiyle başlayan Kurak Günler, Yanıklar kasabasına savcı olarak atanan Emre’nin bu avın sorumlularına soruşturma açmasıyla başlıyor. Sonrasında kasabanın ileri gelenlerinin yakın markajına giren savcı Emre, bir tecavüze tanık oluyor. Öte yandan devam eden bir seçim süreci, yeraltı sularının çekilmesiyle toprakta obruk adı verilen büyük çukurların açılması bir bütün halinde iç içe geçen başka bir sürek avının halkaları oluyor.
Yönetmen Emin Alper ile Kurak Günler’deki bu toplumsal temsillerden filmlerdeki gerçeklik algısına ve diğer filmlerine de uzanan bir sohbet gerçekleştirdik.
Kurak Günler fikri ilk olarak nasıl ve ne zaman çıktı ve senaryo ile birlikte sizin için bu süreç nasıl ilerledi?
Kız Kardeşler filminin kurgusu tamamlandıktan sonra 2018 yazında ortaya çıktı hikâyenin ilk taslağı. Derdim son yıllarda memlekette yaşananlara dair bir şeyler söylemekti. Bu kâbusvari döneme öyle ya da böyle tanıklık ettiğimizi söylemek, bir şekilde bu döneme dair bir söz üretmekti amacım. Ben de temelde yaşadığımız boğuntu hissini perdeye taşımanın yollarını aradım. Senaryo ilk taslak halinden sonra çok değişti. En çok taslak yazdığım işlerden birisi herhalde. Sürekli yeni katmanlar, yan hikâyeler eklendi ya da çıkarıldı yazım süreci boyunca.
Filmde bir tarafta bir savcı var, bu savcı formel devlet dediğimiz yapının bir üyesi. Eğitimli, şehirli ve cinsiyet kimliğine dair bakışında farkındalık olan bir karakter. Bir tarafta da enformel dediğimiz bir devlet var. Hukuk tanımaz, yasaları rafa kaldırmış bir şekilde işleten bir yapı ve kışkırtılmış kitleler… Filmdeki bu taraf günümüz siyasetinde tam olarak AKP’nin 20 yıllık “eşrafı” diyebileceğimiz yapıya da denk düşüyor. Filmde bu iki alan arasındaki bir çatışmayı mı izliyoruz?
Tam olarak değil çünkü sadece savcı değil, hâkim karakteri de bir anlamda formel devletin temsili. Savcı karakterinin tam anlamıyla “eski devlet” ya da “devlet” dediğimiz yapıyı da temsil ettiğini söyleyemeyiz. Örneğin filmin başında annesiyle yaptığı bir konuşma var savcı Emre’nin (Selahattin Paşalı). O konuşmadan annesinin de babasının da memur olduğunu anlıyoruz, hatta anne “Biz de yıllarca dolaştık” diyor oğluna o konuşmada. Aslında tam da bizim anne, babalarımızı temsil ediyor o “anne” karakteri. Tabiri caizse Kemalist, nispeten dürüst kalmış, yıllarca Anadolu’nun çeşitli yerlerinde hizmet vermiş tipler ama Emre onların dünyasına da ait birisi değil. Anne ve babasının kuşağına ya da onların temsil ettiği değerlere de kendisini yakın hissetmeyen biri aynı zamanda. Çünkü Emre’nin içinde bulunduğu devlet tabakasını bugün daha çok, uyum sağlamış bürokrat tipiyle hâkim Zeynep (Selin Yeninci) temsil ediyor daha çok. Emre ise arada kalmış bir karakter. Uyumsuz, daha liberal, daha özgürlükçü, daha şehirli ve eski Kemalist kuşağın oğlu… Ama ne anne babasının dünyasına ne de AKP’nin de temsil ettiği o popülist, otoriteryan yeni düzene ayak uydurmuş bir tip. Kısacası benim için Emre eski düzeni ya da eski Türkiye’yi temsil etmiyor kesinlikle.
Öte yandan Kurak Günler, günümüz Türkiye’sine doğrudan gönderme yapan bir film. Sizin filmografinize baktığımızda ise ilk olarak Tepenin Ardı ile “alegorik” bir anlatım tercih ettiğiniz söylenebilir. Bu defa alegorik bir anlatı var ama doğrudan işaret etmesi daha fazla göze çarpıyor…
Evet, tam alegorik değil diyemem. Açıkçası Tepenin Ardı’ndan sonra benim hiçbir filmim onun kadar alegorik olmadı zaten. Tepenin Ardı’nda bütün hikâye tek bir alegoriye doğru ilerliyordu. Kurak Günler’de evet öyle bir yapı yok ama burada da alegorik tabakalar ve simgeler var: obruk, seçimler, av gibi. Bunların hepsi sonuçta bizim bugünkü gerçekliğimize göndermeler yapıyor. Mesela obruk ve su meselesi, halkın kısa vadeli çıkarlarına hitap ederek oy toplayan, uzun vadede onları felakete sürükleyen bir siyaset ve siyasetçi alegorisi.
Peki, anlatıda gerçekliğin esnediği, gerilimin arttığı tarafı da konuşmak gerekirse örneğin film bir yere kadar “normal” bir dava üzerinden ilerlerken sonrasında gerçek üstü bir tarafa gidiyor. Dahası kendi gerçekliğini de yaratıyor. Sizin için gerçeklik ve ötesi tam olarak nerelerde kesişiyor ya da ayrışıyor?
Abluka da biraz öyleydi, hatırlarsak iki kardeş giderek gerçeklikten kopuyordu. Gerçekçi bir düzlemde başlayıp giderek kendi gerçekliğini, yani kendi alternatif gerçekliğini kuran hikâyeleri seviyorum. Yine Tepenin Ardı da biraz öyleydi. Burada da karakterimiz yavaş yavaş gerçeklikten çıkıp daha çok bir kâbus ortamına doğru sürüklenmeye başlıyor. Olay gecesine dair hatırladığı rüyalar gerçek mi hayal mi birbirine karışıyor ve sonrasında kasabada ortaya çıkan o ayaklanma ile de Kafkaesk denilen bir hale bürünüyor.
Öte yandan bu “gerçekçilik” meselesi önemli ve bunu giderek daha fazla düşünüyorum. Çünkü bazı seyircide ve kısmen de eleştirmenlerde “gerçekçilik” sanki bütün filmlerde olması gereken bir özellikmiş gibi bir algı var. Zaman zaman yaptığım filmlerde yadırgatıcı bir ögeyle karşılaştıklarında buradan sorular geliyor: “Bu gerçek mi?” diye. Örneğin Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “Bu savcı karakteri gerçek mi, savcı silah taşımaz mı?” gibi sorular geldi.
Belki de savcı Emre, eğer dokümantere yakın gerçekçi bir film yapsaydım çok da karşımıza çıkmayacak bir karakter ama ben burada bir tür karşılaşma yaratmaya çalıştım. Bu sanatta da örneğin modernist edebiyatta da çok yapılan bir şey. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza kitabına misal “Bir öğrencinin tefeciyi öldürmesi gerçekçi mi? İkna edici mi?” diye sormazsınız çünkü orada Dostoyevski’nin bir derdi var. “Toplum için zararlı bir insanı öldürmek meşrulaştırılabilir mi?” sorusunu sormak üzere yapay bir karşılaşma yaratır.
Ben de bir tür farazi, hayal ürünü bir karşılaşma yaratmak istedim. Bize, yani büyük ölçüde bu filmin de izleyicisi olacağını düşündüğüm, orta sınıf, eğitimli, nispeten liberal ve kentli değerlere sahip birisine benzeyen ve savcı olması nedeniyle de oldukça da güç sahibi bir karakteri memlekete benzeyen bir kasabaya tayin giderse ne olur? Orayı değiştirmek için hareket ettiği anda başına neler gelebilir? vs.
Amacım genç kuşakların ister solcu ister liberal olsun; kendisini babalarının, dedelerinin Kemalist kuşağına ait hissetmeyen bu jenerasyonun bu iktidar karşısındaki pozisyonunu ve hislerini araştırmaktı. Biraz bu hissiyat dünyasını anlamak, anlatmak istedim. Emre Anadolu’ya insanları aydınlığa kavuşturacağız idealizmiyle giden bir karakter değil. Ama yetiştirilme tarzı itibariyle dürüst. Yine bizim gibi kuşakların şehirli alışkanlıklarına sahip mesela kadınlar konusunda daha eşitlikçi. Homofobi konusunda bağnaz değil, hayvan hakları konusunda hassas vesaire. Bu özellikleri barındıran, bu değerleri yetiştiği orta sınıf ailesinden ve çevresinden alan ama dediğim gibi ne özellikle idealist ne de kasabadaki insanlarla kavga etmeye gelmiş birisi.
Kısacası ben belgeselvari bir “bu gerçek mi?” sorusunu biraz daha ikinci plana atıyorum. Gerçekçi bir sinema yapmaya çalışmıyorum. Tabii ki gerçeklikle bağını koparmadan ya da gerçeklikle başka düzeylerde ilişki kurmayı ihmal etmeden…
Bu tür soruları ikinci plana atıyorum diyorsunuz peki, sizin önceliğiniz nedir?
Sözünü ettiğim karşılaşmayı yaratmaktı. Ve bu karşılaşma aracılığıyla ortak bir hissiyatı araştırmak, gerçeklikle bu düzeyde bir bağ kurmak. Son yıllarda yaşadığımız karabasan hissiyatını seyirciye geçirmekti. Hissiyatın gerçekliği benim için daha önemli. İşte tam bu noktada kuru bir gerçekçilikten kopmasını ve karabasana doğru evrilmesini istedim filmin. Bu noktada “Murat karakteri (Ekin Koç) neyi temsil ediyordu, Soruşturma sonucu ne oldu? O olay oldu mu? Olmadı mı?” sorularının filmin içinde kaybolmasını ve bizim son yıllarda, tıpkı o linç atmosferi içerisindeymişçesine yaşadığımız “boğulma” hissini tasvir etmek istedim. Bu anlamda film bence kendi gerçekliğini aşama aşama ören bir film.
Bunun dışında obruklar, semboller vesaire zaten benim bütün filmlerimde kısmen yapmaya çalıştığım bu dünyanın ve bu mikro kozmosun günümüz dünyasına gönderme yaptığı, kanca attığı alegorik düzlemlerdir. O yüzden gerçeküstü anlatıyla biraz daha farklı bir yere koyuyorum metaforları. Metaforlar bugünkü dünyayı hatırlatıyor. Yine obruklardan örnek verecek olursam, o çukurlar neofaşizan ya da neopopulist siyasetin nasıl bir işleyişin aracı haline geldiğini de gösteren bir metafor benim için.
Yurt dışında yaptığımız birçok röportajda da şunu sıkça yineledim: O obruk aynı zamanda bu liderlerin ister neofaşist diyelim istersek otoriter lider ya da neopopülist, bu insanların halkları kendileriyle birlikte sürüklediği felaketleri temsil ediyor benim açımdan. Bunu Türkiye özelinde ekonomik kriz, Putin Rusya’sında savaş ya da çok daha başka yerlerde büyük kargaşalar, iç savaşlar olarak da düşünebiliriz.
Gerçek kavramının günümüz dünyasında da kurguya dönüştüğünü gözlemleyebiliyoruz ayrıca…
Elbette, örneğin benim için bu savcının da neyin gerçek neyin yalan olduğunu çözememesi, gerilim kurması açısından önemliydi. Aynı zamanda benim için daha politik düzlemde de bir şeylere referans veriyordu. Örneğin son 6 yılda yaşadığımız şeylere ne kadar hâkimiz, gerçeğin ne olduğunu hangimiz biliyor? Atıyorum Ergenekon davası başlıyor, sonra birden dava bitiyor. Ondan sonra Gezi davası başlıyor, o da bitiyor. Yargı artık gerçeği aramak dışında tamamen siyasi iktidarın bir enstrümanı haline dönüştü. Kimse gerçekten neyin ne olduğundan emin değil. Bu anlamda da filmde gerçeğin ne olduğunu bilmemenin benim için politik manada denk düştüğü bir yer var.
Filmlerinizdeki Kurak Günler de dâhil bu gerilim unsurunun kaynağı da bu gerçeğin yarattığı ‘boğulma’ hali mi o zaman?
Abluka ve Kurak Günler’le kıyasladığımız zaman evet gerilim vardı ama Tepenin Ardı tam anlamıyla bu anlamda bir “boğulma” filmi değil. Benim şahsi eğilimlerim de etkili elbette. Kendimdeki sinemasal eğilim ile memleketteki ruh halini bir düzlemde birleştiriyorum diyebiliriz.
Antalya’daki sorulardan siz de bahsettiniz yine oradaki halk söyleşisinde Sivas Katliamından da etkilendim demişsiniz. Filmde de linç var, özel olarak bu filmde Madımak’ın etkisi var mı?
Aslında olmuş bir şeyi yeniden canlandırmak gibi bir derdim yoktu ama “Madımak sizi etkiledi mi?” diye gelen bir soru üzerine ben de “Tabii ki” dedim. Yani Madımak tarafından bir şekilde hayal gücü etkilenmemiş bir insan bulmak zor bizim kuşakta. Madımak katliamı benim kişisel tarihimde çok önemli bir yer tutar. Üniversitenin birinci yılı olmuştu. İnsanın etkiye en açık olduğu dönemler, o yüzden tabii ki Madımak’ın bu anlamda çok önemli bir yeri var. Ama bunun dışında özellikle doksanlarda özellikle Kürtlerin maruz kaldıkları başka türlü linçleri de biliyoruz. Bir linç olmasa bile 15 Temmuz sonrasında yaşanan kovuşturmalardan halk üzerine yürütülen devlet terörüne o sıkışmışlık duygusunu yakın zamanda yaşadık.
Film de bir av sahnesiyle başlıyor, kanı tüm yollara bulaşmış bir hayvan ölüsü dolaştırılıyor, zafer çığlıkları “erkeklik ve erkin” geçit töreni gibi. Yine filmde sizin de bahsettiğiniz savcının linç edilme sahnesi var. Peki, bu linç sadece kışkırtılmış kitlelerin eseri mi? Filmde de buna dair ipuçları vermişsiniz. Bu noktaya nasıl bakıyorsunuz?
Sadece linç değil, aynı zamanda devlet eliyle yürütülen bir cadı avı. Az önce söylediğim gibi 15 Temmuz sonrası yaşadığımız şey de buydu. O yüzden filmde de hem linç kültürünün psikolojisini hem de bize son yıllarda yaşatılan o karamsarlığı, kaçacak yerin olmadığını dair hissettiğimiz o karabasan duygusunu anlattım. Ayrıca pek çok gerçek linçte de organize bir taraf var. Biz bunu en başta Maraş’tan biliriz, Alevilerin kapısına çarpı işareti atılmasından. Ama linçlerin bazıları da gerçekten çok spontane gelişir, plansızdır. Dolayısıyla her linçte de belki bir organizatör aramak doğru değil ama pek çok linçten biliyoruz ki önceden yavaş yavaş hazırlanan bir ortam vardır. Filmde de öyle. Filmde de Pekmez’in ifadesini değiştirip savcıyı suçlaması evresine kadar işleyen bir tür organizasyon var.
Özellikle iktidara yakın medyada ve de sosyal medyada troller tarafından Kurak Günler’deki LGBTİ+ göndermesi suçlamalara varan boyutta konuşuldu. Öte yandan Antalya Altın Portakal Film Festivali’ndeki ödül konuşması sonrası da bir sözlü linç diyebileceğimiz bir süreç yaşandı. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu beklenmedik, yeni ya da sürpriz bir şey değildi. Bahsettiğim psikolojiyi zaten 2016-2017 yılları sırasında akademisyen olarak Barış imzacısı olduğum süreçte çokça yaşadım. Okuldan atılacak mıyız? KHK’lı olacak mıyız? Bütün haklarımızı kaybedecek miyiz? Pasaportumuzu kaybedecek miyiz?
Ben KHK’lı olmadım ama pek çok arkadaşım KHK ile işinden edildi. Mesela o dönem ben de KHK’lı olsaydım büyük ihtimalle Kız Kardeşler filmiyle Berlin Film Festivali’ne gidemeyecektim. Yani bu psikolojiyi zaten çok iyi biliyordum. Barış imzası sürecinde hedef de gösterildik, fotoğraflarımız yandaş medyada da yayınlandı. Dolayısıyla filmin de ilham kaynağı olan bu duygu yabancısı olduğum bir duygu değildi.