1-İlk şiirimi yayımladığım yer Bakmaklar dergisiydi. Tarih ise 2014 Ocak. Aslında Duvar ile Bakmaklar’da eş zamanlı olarak yayımlandı diyebilirim. Ama ilk basılan Bakmaklar’dı.
O günden bugüne elbette bir şeyler değişti ama çok diyebilir miyiz bilmiyorum. Belki de öyledir. Bunlardan biri sanırım süreli bir yayın çıkarmanın artık daha kolay olduğu. Bu kolaylık farklı farklı mecralara tanık olmamızı sağlıyor. Bir de dergi çıkarmak zahmetli, yorucu ve en önemlisi de pahalı oluyor. Bu güçlükler belki biraz da olsa insanları fanzine ve elektronik ortama yöneltti. Tabii sürekliliği ve başarısı oldu mu dersek, tartışılır.
Ortamda ise gelenler ve gidenler oldu diyeyim. Dört sene çok uzun bir zaman sayılmaz. O yüzden bekleyip göreceğiz önümüzdeki yıllarda. Ortamda farklılıklar ise elbette var çünkü her gün başka bir sabaha uyanıyoruz. Bu da benim ve şiir ortamı dediğimiz yerde yazıp çizen insanların üzerinde etkili oluyor.
2-Bu cevaplaması kolay olmayan bir soru. Elbette okuduklarım arasında içlerinde kendime yakın bulduklarım, etkilendiklerim, döne döne okuduklarım var. Hepsi de bildiğimiz, tanıdığımız şairler. O yüzden hepsini burada saymayayım. Ama bilhassa İkinci Yeni’nin üstüne daha çok eğildim diyebilirim.
Gelenek ise oldukça mühim bir olgu. Şiir yazmak hakkında hepimizin hemfikir olduğu bir görüş varsa o da sanırım yazmanın, iyi yazmanın çok okumaktan geçtiğidir. Okumak, şiir için diğer yazın türlerinden daha mühim bir yerde duruyor hatta. Üzerinde kalem oynattığımız dilde yazılan şiirleri, bunları yazanları bilmek bir yol çizmeye yarar. Yazacağımız ve yazmayacağımız şiirler için bir kılavuzdur gelenek.
Bir de onu yıkmaya, ona karşı çıkmaya çalışmak var. Burada da yine geleneği çok iyi bilmek çok iyi kavramış olmak gerekiyor. Orhan Veli neye karşı çıktığını çok iyi biliyordu.
3-Bu konu, son yıllarda epey tartışılan bir konu. Hâlâ da tartışılmaya devam ediyor. Eleştirinin artık olmadığı ya da hakkıyla yerine getirilmediği söyleniyor. Buna tamamen katılmasam da bir anlamda katılıyorum. Fakat şiir diğer yazın türlerinin aksine kendi ince yolundan akan bir tür. Bu yolun daraldığını düşünüyorsak, bu yolu izleyenlerin de azaldığından haberdarız demektir. Yani kısacası bunu zaten sürpriz bir durum olarak görmüyorum. Fakat yine de dergilerde iyi yazılar okuyorum. Ele aldığı konuyu kavram yığınlarına çevirmeyen, ne dediğini bilen, konusunu özümsemiş birçok yazı yazılıyor. Bunları yazanların içinden elbette yazdıklarını ileriye taşıyacak, daha da yazacak olan yazarlar var. Bekleyip göreceğiz. Hâlâ bir yerde birileri işini gerçekten iyi yapıyor. Eleştiri yokluğu üzerine kafa yormak da en azından benim işim değil diyebilirim. Niyeyse bunu çok önemsiyoruz. Bunu söylerken şairin, şiir hakkında bir fikri olmaması gerektiğini söylemiyorum. Elbette olmalı. Ama bana daha elzem gelen şiire odaklanmak gerektiği. Bu eleştiri özleminin odağı kaydırdığını düşünüyorum.
4-Şiirin, öykü ve roman yazarları için bir durak olduğu herhalde pek de yeni bir şey değil. Sanıyorum bunun en bariz örneklerinden biri Orhan Pamuk. Son yıllarda bu geçişin artıp artmadığını bilmiyorum ama böyle geçişlere şahit oluyoruz.
Şair ise öykü ve romanın da iyi örneklerini verebiliyor. Ben aslında bu düşünceye pek de yakın sayılmazdım. Yani kesinlikle reddetmem söz konusu değil, çünkü çok iyi örneklerini biliyoruz ama biraz zor buluyordum. Ta ki -tesadüf tam da soruyla yakın zamanlarda- değerli öykücü Mustafa Çevikdoğan ile geçenlerde bu konu hakkında konuşana kadar. Ben şiir yazan birinin öykü ya da roman yazmakta zorlanacağı görüşündeyken -romancı ve öykücünün de şiir yazması hakkında böyle düşünüyordum- kendisi bir yazın insanının edebiyatın her alanında başarıyla kalem oynatabileceğini ifade etti. Devamında da yine bu minvalde bir sohbetimiz oldu ve ikna oldum. Nitekim öyle de. Örneğin Oktay Rifat’ın Bir Kadının Penceresinden’i ve Melih Cevdet’in Raziye’si edebiyattaki sağlam yerlerini hala koruyorlar.
Kısacası bu geçişlerin şiir ve öykü için de besleyici olabileceğini düşünüyorum.