Karl Marx 1818’de ve Friedrich Engels 1820’de doğdu. Doğdukları dünya kapitalizmin doğduğu ülkelerden taşarak bütün dünyayı sömürmek üzere sürekli yeni hamleler yaptığına tanık oluyordu. Ama yine aynı dünyada insanlığın modern çağda yazılacak hikâyesinde sömürüye karşı çıkışın öncülüğünü yapacak yeni bir sınıfın ve onun mücadelesinin kendini göstermeye başlayacağının emareleri de izlenebiliyordu.
Sonunda yaklaşık 100 yıl içinde dünyanın üçte birine hakim olan ilk uzun süreli işçi devleti deneyimine ulaşacak bu dönem, aynı zamanda sınıflar arası karmaşık bir devir teslim törenini de andırıyordu. 1789’da insanlığın aydınlığa doğru mücadelesine öncülük yapıp işçi sınıfı ile köylülüğün desteğini de arkasına alarak aristokrasinin gücünü kıran burjuvazi, artık yeni yönetici sınıf olarak öne çıkmıştı. Devirdiği sınıfın yerine gelir gelmez, üretim araçlarına sahip sınıf olarak aristokrasinin o güne kadar yaptığını yaptı ve diğer sınıflar üzerinden tam bir egemenlik sağlama mücadelesine girişti.
Burjuvazinin devrimci döneminin önemli düşünürü Rousseau’nun, “Toplum sözleşmesi, genel iradeye itaat etmeye yanaşmayanların topluluk tarafından itaate zorlanacağını üstü örtülü olarak garanti eder… Bu, genel iradeye karşı duran kişinin özgür olmaya zorlanacağı anlamındadır,” sözü ile tarif ettiği burjuvazinin önderliğindeki anayasal düzen, sermaye sahibi olanların dışındakileri buna itiraz etmeme ‘özgürlüğü’ ile tanıştırmıştı. Kapitalist devlet aristokrasiden aldığı mirasla kendini dolu dizgin inşaa etmekteydi.
Engels’in Marx’la birlikte gerçek özgürlüğün proletaryanın böyle bir deli gömleği giymeye direnmesi ile mümkün olabileceğini anlatmaya başlamasından önce emekçi sınıflar işte bu yeni dünyanın başlarına açtığı belalarla uğraşıyorlardı. Olaylardan bazılarını hatırlatarak Engels’in doğduğu dünyaya bakalım…
***
Avrupa, Fransa diktatörü Napolyon Bonapart’tan yeni kurtulmuştu. Diktatör, (Karl Marx’ın doğumundan üç, Friedrich Engels’in doğumunda beş yıl önce) 1815’te Waterloo Savaşı’nda yenilmişti. Ancak Napolyon’un düşüşü Avrupalı emekçiler ve kıtada Fransız İhtilali’nden itibaren hızla büyüyen -aristokrasiye karşı- özgürlükçü ve ilerici fikirler için kurtuluş değil aksine daha ağır bir baskı döneminin başlangıcı oldu. 1789’da “Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik!” sloganıyla yola çıkan burjuva devrimi Napolyon rejimiyle önce Fransız emekçilerine ardından da Fransa’yı yenen Alman, İngiliz ve Avusturya emekçilerine daha karanlık günlerin kapısını aralamıştı.
Napolyon’u yenen Almanya/Avusturya ve İngiltere egemenleri, kıtadaki hakimiyetlerini güçlendirmişken içeride sorun istemiyorlardı. Engels’in doğumundan hemen bir yıl önce bu iki ülkede iki önemli gelişme yaşandı. İngiliz kapitalizminin, dolayısıyla da işçi sınıfının önemli merkezlerinden Manchester kentinde, savaş sonrası terhislerle artan işsizliğe, kötü yaşam koşullarına ve seçimlerde sadece toprak sahibi erkeklerin oy kullanabilmesine karşı çıkıp tüm bunları protesto etmek için toplanan onbinler, asker ve polisin saldırısına uğradı.
Friedrich Engels’in yaklaşık çeyrek asır sonra şu sözlerle anlatacağı,
“Manchester’da emekçilerin evlerinde ne temizlik, ne rahatlık, dolayısıyla ne de huzurlu bir aile yaşamı olanaklıdır; tek kelimeyle, böylesi evlerde ancak tüm insanlıktan uzaklaştırılmış, aşağılanmış maddi ve manevi olarak hayvanlığa indirgenmiş, bedence bozuk bir soy, kendini rahat ve evinde hisseder.”[1]
İşçi şehrinin süngülerle katledilen halkı içinde de onlara bunu yapan askerlerin arasında da Waterloo’da Napolyon’a karşı savaşmış olanlar vardı. Napolyon’u yenen İngiliz işçi sınıfı, terhislerle artan işgücü nedeniyle evine dönüp biraz ekmek parası kazanmak istediğinde iş bulamamıştı. Bu da yetmezmiş gibi itiraz edince kendi ordusunu karşısında bulmuştu. Ünlü İngiliz demokrasisi yeni yönetici sınıf tarafından daha epeyce süre ‘Magna Carta’ sınırları içerisinde tutulacaktı!
***
1820, İngiltere’de aynı zamanda Kral III. George’un ölüm yılıydı. Engels’in de yoldaşı Marx’ın da hayatlarında önemli bir yeri olan bu ülkeyi -özellikle son 10 yılında giderek etkisini artıran akıl hastalığına rağmen- 60 yıl boyunca yöneten kral, aslında Engels ve Marx’ın ‘hemşerisi’, Almanya’yı hiç görmemiş bir Alman’dı. Engels’in İngiliz hükümranlığına karşı mücadelesini dikkatle izlediği ve ömrünün son döneminde ziyaret etme fırsatı bulduğu Amerika Birleşik Devletleri de bağımsızlığını III. George döneminde kazanmıştı. Yani yeni kıtaya ve tüm dünyaya ahtapot gibi dolanmış ‘üzerinde güneş batmayan’ imparatorluğun -Amerika dahil tüm kolonilerde uyguladığı yoğun baskılara rağmen- yaklaşık 150 yıl içinde kapitalizmin merkez ülkesi olma özelliğini kaptıracağı ABD’nin kuruluşuna giden yol da III. George döneminde açılmıştı.
***
İngiltere’dekinden daha sert tedbirleri gözünü kırpmadan uygulayan Prusya gericiliği ise Alman ulusal birliğini sağlamayı hedefleyen milliyetçi fikirler dahil kendi iktidarına muhalif olabilecek her türlü fikri ve bunların yayılmasını 1819’da Karlsbad Kararmesi ile yasaklamıştı. Egemenler bir yıl sonra da kendi Alman Konfederasyonları’nı kuracaklardı.
Marx ve Engels’in birinde doğdukları (Almanya) diğerinde yaşadıkları (İngiltere) ve her şeyle birlikte yayıncılık da yaptıkları iki ülkede de, iktidarların en önemli hedeflerinden biri çoktan basını susturabilmek olmuştu. Yasaklayarak durduramadıkların da da yok sayarak etkisizleştiren bir mekanizma her iki ülkede de yürürlüğe girmişti.
***
Ancak tam da 1820’de yine Avrupa’daki bazı ülkelerde yelkenler bu kez aksi yönde şişmeye başladı. Kıtanın merkezinde İngiliz ve Prusya iktidarları eliyle yenilmiş görünen Fransız İhtilali’nin fikirleri gecikmeli olarak çevre ülkeleri sarsıyordu.
İtalya’dan başlayarak yükselen bir devrim hareketi, iktidarları zorluyordu.
Tarihe, “1820 devrimleri” olarak geçecek ayaklanmaları, Sicilya ve Napoli’deki başarılı kalkışmalarıyla İtalyanlar Kral Ferdinand’ı bir anayasayı kabul etme sözü vermek zorunda bıraksa da, Avusturya güçleri ülkeye girerek bu isyanı durdurdu.
İspanya’da 1812’de Cadiz’de ilan edilen ve demokratikleşme öngören anayasa, kraliyet tarafından -Napolyon’un baskısıyla- rafa kaldırılmıştı. 8 yıl sonra bu kez bir askeri ayaklanma ile kral VII. Fernando anayasayı uygulamayı kabul etse de bu başarı da 1822’de bu kez aynı kralın davetiyle ülkeye giren Fransız ordusu eliyle bastırılacaktı.
Portekiz’de Kral VI. Joao yanlıları ile liberal muhalifler arasında başlayan ve Meksika, Peru, Brezilya gibi ülkelerin bağımsızlık savaşlarını da kapsayacak şekilde yaklaşık 20 yıla yayılan ayaklanmalar ise uzun süreli bir etki yaratacaktı.
Avrupa’daki bütün bu alt üst oluşların içerisine 1821’den itibaren Osmanlı İmparatorluğu’na karşı Yunan halkının bağımsızlık savaşının başlamasını da dahil etmek gerekir. Fransız İhtilali’nin yaydığı devrim fikri, artık Avrupa’nın en uç sınırlarına ulaşıp başka kıtaları da etkilemeye başlamış, bazı ülkelerde iktidar değişimlerinin, bazı ülkelerde yeni işgallerin, bazı ülkelerde de bağımsızlık mücadelelerinin yolunu açmıştı.
Rusya’da Dekabristlerin (25 Aralıkçılar Hareketi) sonucu başarısız olsa da Çarlık yönetiminin erimiye başladığını gösteren darbe girişimine kalkışmalarına ise sadece 5 yıl vardı.
***
1820’ye damga vuran olaylardan biri de -bugüne benzer şekilde- bir ‘pandemi’ydi. Dünyada en azından 16. yüzyıldan beri var olduğu bilinen kolera virüsünün -hızlı nüfus artışının etkisiyle- Hindistan’ın Kalküta bölgesindeki endemik ortamından çıkıp Asya’ya yayılışını pandemiye (kıtalar arası salgına) çeviren faktörse sömürgecilikti. İngiltere, 1820’de sömürgesi Hindistan’daki birliklerinin bir kısmını Arap Yarımadası’ndaki yeni müttefiki Umman Sultanı Ahmed bin Said’i desteklemek için yolladığında kolera virüsünü de -Osmanlı toprakları da içinde olmak üzere- dünyaya saçmış oldu. Hastalığın Amerika kıtasına ihracı da İngiliz krallığının bir başka günahının eseri olacaktı. İlk pandeminden yaklaşık 10 yıl sonra İrlanda’nın işgalinden kaçan göçmenler virüsü ‘yeni dünya’ya taşıyacaktı.
Hastalık 1800’lü yılların tamamından 1920’lere kadar uzanan 100 yıldan uzun bir süre boyunca dönem dönem kendisini gösterdi. Ve yine bugünkünü anımsatacak şekilde sağlıklı koşullarda yaşama şansı daha az olan yoksulları daha çok öldürmeye devam etti. Öyle ki Engels’in 1895’teki ölümünün ardından da altıncı pandemi geldi ve 1923’e kadar kitlesel ölümlere neden oldu. Yani Marx ve Engels’in yaşamları boyunca salgın hastalık tehlikesi dünyanın önemli bir gerçeğiydi.
***
Engels doğduğunda dünyada yaşanan olaylar içinde öne çıkanlardan bazılarını sıraladık. Görüldüğü gibi, başta İngiltere olmak üzere kapitalist ülkelerin dünyanın geri kalanını hakimiyetleri altına almak ve kendi aralarında da üstünlük kurmak için yürüttükleri mücadeleler genel gidişata da damga vuruyordu. Kapitalist ülkelerin işçileri ve dünyanın başka yerlerindeki halklara düşen de bu kavganın ezilenleri olmak ya da ayağa kalkmaktı. Bunlar da bize bu günü hatırlatabilir. Ancak bunu tarihin tekerrür etmesiyle değil de, (aradan geçen 200 yıla rağmen) hâlâ insanlığı esir almayı sürdüren bir düzenin devamlılığıyla açıklamak doğru olacaktır.
Engels ve Marx doğdukları bu hem karanlık hem de umut dolu dünyada ezilenlerin ayağa kalkışının nasıl mümkün olabileceğini anlamaya ve anlatmaya çalışarak yaşadılar. Dünyanın ‘değiştirilebilir’ olduğunu ve bunun öznesinin de işçi sınıfı olduğunu göstererek…
Engels, ömrünün sonuna doğru, 1892’de August Bebel’e İngiltere’deki politik duruma dair yazdığı mektupta şöyle diyecekti:
“Dünya tarihinin garip alayı: Eski partilerin ikisi de, yönetimde kalmaları ya da yönetimi ele geçirmeleri için işçilere başvurmak ve onlarla uzlaşmak zorunda ve ikisi de bunu yaparken, kendi ardıllarının eğere oturmasına yardım etmekte olduklarını anlıyorlar. Ama şimdilik başka seçenekleri yok! Tarihsel gelişmeyle açığa vurulan olağanüstü şakanın yanında bizim şakacığımız nedir ki!”[2]
[1] Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, Çev. Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, 1997
[2] Karl Marx-Friedrich Engels, Yazın ve Sanat Üzerine-1, Çev. Öner Ünalan, Sol Yayınları, 1995.