Jim Jump, Britanya Komünist Partisi üyesi ve İspanya İç Savaşı’nda uluslararası tugaylarda savaşan devrimcilerin anısını yaşatmak için kurulan International Brigade Memorial Trust’ın sekreteri. (“A Spanish Civil War Scrapbook”, “Antifascistas: British & Irish Volunteers in the Spanish Civil War”, “Looking Back at the Spanish Civil War” ve “Poems from Spain: British and Irish International Brigaders on the Spanish Civil War” adlı kitapların editörü ve) İspanya İç Savaşı konusunda önde gelen bir otorite. Söyleşiyi, Marx Memorial Library and Workers’ School’da gerçekleştirdik.
Londra’da Portbello Mahallesi’nde, ancak arayan gözlerin fark edebileceği bir duvar mozaiği, İspanya İç Savaşı’nda ölen İngiliz işçi ve aydınların anısını gündelik hayatın içine taşıyor. İspanya için yardım toplamak amacıyla kurulan ve üzerine orak-çekiçli bayrak konulmuş masayı, savaşın yıkıcılığından kurtarılan çocukları getiren Habana gemisini, ölenlerin portrelerini, mektuplarını, çocuksu bir üslupla yansıtan bu duvar resmi, yalnızca tarihsel bir anıyı canlı tutmuyor, günümüzde de yaşamaya devam eden enternasyonalist dayanışmanın derin ve güncel köklerini gösteriyor. İngiliz, İrlandalı ya da İskoçyalı olmayı çoktan aşmış olan Britanyalı işçiler ve aydınlar, uzak bir ülkede demokratik bir cumhuriyet için faşizme karşı savaşan İspanyol halkının yanında mücadeleye katıldılar. İçlerinden birçoğu orada can verdi. Sağ dönenler sosyalizm için mücadeleye ülkelerinde devam etti.
Bugün, Marx Memorial Library and Workers’ School’un işçi dershanesi olarak kullanılan salonunun duvarlarında da Uluslararası Tugay’ın İspanya’daki mücadelesini anlatan resimler, savaşların anısına yapılmış bir anıt ve tugayın bayrağı onurla sergileniyor. Yaşayan yalnızca bu simgeler değil; mücadele geleneği elverişli ortam bulduğunda başka topraklarda başka halklar için esmeye devam eden bir rüzgâr…
1930’larda anti-faşist mücadelenin önemi ve emek hareketinin İspanya Cumhuriyeti ile dayanışmayı örgütlemesini ve bu mücadelenin günümüzdeki uzantılarını Jim Jump ile konuştuk.
Özellikle 1930’lu yıllarda Britanya’da komünist düşünceler yalnızca işçiler arasında değil, aydınlar arasında da yaygın ve etkili. Bunun nedenleri hakkında ne söyleyebilirsiniz?
1929’da Wall Street iflası gerçekleşti ve ardından da dünya çapında büyük ekonomik kriz yaşandı. Britanya’da yoksulluk felaket boyutlarındaydı ve buna karşı işsizler Londra’ya yürüyüş ve açlık grevleri düzenlediler. İşleri yoktu, ekmekleri yoktu. Aynı zamanda faşist düşünceler ve örgütler de yükseliyordu. Faşistler ülkedeki ekonomik sorunlar için göçmenleri ve Yahudileri suçluyorlardı. Herkesten önce, Komünist Parti bu düşüncelere karşı mücadele ediyordu. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İşçi Partisi pasifist politikalarda diretiyor ve Avrupa politikalarından ve bir başka dünya savaşından uzak durmak istiyordu. Yani Avrupa’da faşizmin herkes için bir tehlike olduğunu anlayan yalnızca Komünist Parti’ydi. Faşizme karşı mücadeleye öncülük eden de yalnızca Komünist Parti idi. Sokak düzeyinde, sömürücü ev sahiplerine karşı, iş yerlerinde daha iyi haklar ve ücret için ve sosyal güvenlik sisteminin iyileştirilmesi için mücadele etti. Bu yüzden 1930’larda komünist partisi kitlesel boyut kazandı ve politik güç haline geldi. Toplum içinde ve bütün sosyal sınıflar arasında destek kazandı. Esasen işçi sınıfına dayanıyordu ve her türden mücadelenin ön sıralarında yer alıyordu. Bu mücadele, yalnızca işçilerin değil, orta sınıf aydınların da ilgisini çekiyordu. Kapitalizmin başarısız olduğunu ve ekonomik krizden sonra toplumsal bir çöküş yaşanacağını gören herkes komünizme yakınlık duyuyordu. Doğal olarak, yaşanan sorunların çözümü için sadece azınlık yararına değil, bütün çalışanlar için faydalı bir ekonomi ve toplumu yeni temeller üzerinde örgütleyecek bir sistem arayışıydı bu. Komünist düşüncelere yönelim bu ortamda gelişti.
Özellikle Britanyalı entelektüeller arasında enternasyonalizm duygusunun çok güçlü olduğunu görüyoruz. Bunun iki önemli sonuç doğurduğunu düşünüyorum. Birincisi, Sovyetler Birliği için bilgi toplayan aydınlar ortaya çıktı, Cambridge Beşlisi gibi… Bir de uluslar arası dayanışma için İspanya’ya gidip savaşanlar var. İkisi arasında çok önemli bir fark görmüyorum ben. Bunalım yılları, faşizmin yükselişi ve Sovyetler Birliği’nde sosyalist inşanın başarıları böyle bir aydın eğilimine yol açmış olmalı.
Bu çok genel bir soru. Birincisi Cambridge entelektüelleri; evet, o dönemde Cambridge Üniversitesi’nde Komünist Partisi’nin fikirlerinin etkili olduğu bir grup insan vardı. Sovyetler Birliği’ne ilgi gösteren genç bir kuşaktan söz edebiliriz. Bunlar içinde bir kaçı Sovyetler Birliği’ne aktif destek gösterdi ve ajanlık da yaptı. Ve bunlar içinden bazıları da İspanya’ya giderek faşizme karşı savaştı, bazıları orada savaşta öldü. Söylediğim gibi, bu insanlar kapitalist sistemin 1930’larda çökmeye başladığını düşünüyorlardı ve faşizm tehlikesinin farkındaydılar. Bu yüzden Sovyetler Birliği’nin faşizme karşı bir seçenek olduğunu düşünmeleri doğaldı. Ve 1936’da faşizme karşı mücadelenin İspanya’da en açık biçimini aldığı da ortadaydı. Başka olayların da farkındaydılar. Mesela İtalya’nın Habeşistan işgali ve Avusturya’daki tehlikeli gelişmeler gibi… Yani sadece İspanya’da değil, dünya çapında geniş bir faşizm olgusu vardı ve bu gerçek, faşizme karşı nerede olursa olsun savaşma eğilimini güçlendiriyordu.
Christopher Caudwell’i bu sürecin özgün simgelerinden biri olduğunu düşünüyorum. O son derece ilginç bir entelektüel… Çok geniş ilgi alanları var: psikoloji, biyoloji, fizik, sosyoloji, tarih… Ve bu konularda bugün için de önemli olan eleştiriler geliştirdi. Caudwell Komünist Partisi bakımından ne ifade ediyor bugün?
Christopher Caudwell ilginç bir insan ama ayni zamanda çelişkilerle dolu bir hayatı var. Okulu 15 yaşında bırakmıştı, yani Cambridge entelektüelleri gibi üniversiteli değildi. Roman-Katolik bir özgeçmişi vardı ve hayatının erken dönemlerinde, gençliğinde, muhafazakâr düşüncelere sahip olduğunu gösteren kanıtlar da var. 1926’da Britanya’daki genel grevler sırasında grev kırıcıları taşıyan otobüsü de o kullanıyordu, abisi ve ailesi ile beraber. Tabi ki bu 1929’daki büyük iflastan önceydi. 1930’larda Marksizm ile tanıştığı belli. Ve Marksizm’i sadece sorunlara cevap olarak değil, sorunların açıklaması olarak da gördü. Dünyayı anlayabilmek için bir yöntem arıyordu ve buldu. Ben bir Caudwell uzmanı değilim, ama şiirlerini ve yazılarını okudum, çok etkileyici şiirleri var. Bunlarda da, Marksizm’i entelektüel eyleminin her alanına istekli bir şekilde uygulamaya çalıştığı görülüyor. Şiirde, edebiyatta, bilim ve teknikte ve bütün faaliyetlerinde Marksizm’i görmeye çalışıyordu. Caudwell’in bir başka önemli özelliği mühendisliği. O birçok yeteneği olan bir insandı. İyi bir şair, yazar, cinayet romanları yazarı ve mühendisti. Örneğin, devrimsel özellikleri olan bir şanzıman tasarlamıştı. Dediğim gibi, 15 yaşında okulu bıraktı ama kendisini geliştirdi. Ve sonra Marx ile tanıştı ve bütün hayatını değiştirdi. İspanya’ya gidince de maalesef harekete katılışının ilk günlerinde öldü. Partiye üye olduktan sonra doğu Londra’da, Poplar’da yaşadı ve orda toplantılara katıldı. Burası o dönemde çok politize olmuş bir bölgeydi. Çantasında bir yığın Marksizm kitabıyla birlikte şehir dışına çıkardı ve sürekli yazardı.
Caudwell Türkiye’de 1980’li yılların sonunda tanındı… “Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler”, “Fiziğin Bunalımı”, “Yanılsama Ve Gerçeklik”… Bunlar Türkçeye çevrildi ve geniş bir aydın okuyucu kitlesi buldu. Marksist aydınlar arasında çok tartışıldı.
Bu çok ilginç çünkü Londra’da sokağa çıkıp insanlara “Christopher Caudwell’i tanıyor musunuz?” diye sorsanız, kimse tanımaz. Unutuldu artık. Ama Britanya’da ve Amerika’da 40’lı ve 50’li yıllarda ve uzun yıllar boyunca, kitapları üniversite müfredatlarında incelendi. Ama artık yok. Daha dün akşam Caudwell’in seçilmiş yazılarından oluşan bir kitabı çıkardık. Basıldığı için çok mutluyuz. Bu, Caudwell’e yeni izleyiciler kazandırabilir. Bir arkadaşımız onun biyografisini hazırlıyor.
Caudwell’in ilgilendiği konular genellikle Marksistler arasında sınıf mücadelesinin ikincil alanı gibi görünür. Caudwell’in yönelimi İngiltere’nin tarihsel ve politik koşulları bakımından nasıl yorumlanabilir?
İlginç bir şekilde İspanya İç Savaşı’na bazen şairler savaşı deniyor. Bu tabii ki, gerçeği tam yansıtmıyor ama doğru olan bir şey var. İspanya da savaşan çoğu insan, uluslararası gönüllüler veya İspanyalılar olsun, savaş öncesinde şiir okuyup yazan insanlar değillerdi. Ama bu dönem ve Caudwell de bunun bir parçasıydı, halka ulaşmak için şiirleri demokratize etmek gibi bir hareket vardı. İlgisiz insanlar da şiir yazmaya teşvik ediliyordu. Bundan önce şiir sadece zenginlerin, burjuvazinin ve eğitimli insanların yapabileceği bir şeydi sanki normal insanların değil. Şair John Cornford da bir Cambridge entelektüeliydi, o da İspanya’da öldü. Orda birçok Britanyalı ve başka ülkelerden şairler vardı. İşçi sınıfı gönüllüleri de vardı. Britanya ve İrlanda’dan 2.500 gönüllü İspanya ya gitmişti. Birçoğu –yüzde 80’i– mavi yakalı işçilerdi, ama bunların birçoğu orada şiir yazmaya başladı. Ve tabi ki Britanya Komünist Partisi de bunu destekliyordu. O dönem “Şiir ve Halk” adlı etkileyici bir dergi çıkmıştı. İspanya İç Şavaşı’ndan iyi yazarlar ve şairler çıktı. Bunların birçoğu savaştan sonra da yazmaya devam etti.
Komünist Partisi antifaşist gidişi fiilen organize etti. Peki, İngiliz Hükümetinin tutumu neydi?
Britanya Hükümeti, İspanya’da müdahale etmeme politikası diye utanç verici bir tutum almıştı. Bu aslında Franco’yu örtülü biçimde desteklemek anlamına geliyordu. Britanya ve Fransa liderliğindeki “İspanya İç Savaşı’na müdahale edilmemesi” diye adlandırılan politika sonucunda, Milletler Cemiyeti’ni ikna ederek İspanya’nın bütününe, görünüşte iki tarafa da silah ambargosu uygulandı. Yani Cumhuriyetçi’lere de, faşistlere de silah satılmayacak veya verilmeyecekti! Şüphesiz, İspanya Cumhuriyeti, İspanya’nın meşru hükümetiydi ve çok az silahı vardı. Çünkü ordu isyan etmişti ve Cumhuriyet kendisini savunmak için bir ordu inşa etmek zorundaydı. İngiltere’den, Fransa’dan ve diğer ülkelerden silah almak istiyordu ama buna izin verilmiyordu. Bunun dışında uygulanan başka yaptırımlar, sınırlamalar da vardı. Örneğin, İspanya, Londra kentini ticari işler için kullanamazdı. Dolayısıyla Britanya, biliyoruz ki, aslında İspanya Cumhuriyeti’ne çok düşmanca yaklaştı. Çok tarafsız davranıyor gibi görünüyor ve ‘bu savaştan uzak durmak’ istediklerini söylüyordu fakat aslında arşivlerden gördüğümüz gibi bu politikanın Franco’nun zaferini sağlayacağını biliyordu. İnsanlar soruyorlar: Faşistler İspanya’da nasıl kazandılar? Bunun tek sebebi var: Hitler ve Mussolini, Franco’ya her türlü yardımda bulunurken, İngiltere ve diğer Batılı ülkeler Cumhuriyet yönetimine yardım etmeyi kesinlikle reddettiler. Cumhuriyet esas olarak Sovyetler Birliği’nin yardımına dayanıyordu; Meksika da yardımcı oldu ama aslında silah verebilen tek ülke Sovyetler’di. Ancak elbette bununla ilgili büyük lojistik sorunlar vardı. Sovyetler Birliği’nden İspanya’ya silah ulaştırmak çok zordu. Akdeniz limanlarında silah taşıyan birçok gemi, İtalyan denizaltıları tarafından torpilleniyordu. Fransa, sınırını İspanya’ya kapattı, böylece bu yoldan da silah alamadılar. İngiltere, yaptıklarının çok düşmanca olduğunu biliyordu. Gönüllüler de, İngiliz Hükümeti tarafında haklarında dava açılmakla tehdit ediliyordu. Bunu 19. yüzyıl’dan kalan bir yasaya, İngiliz vatandaşlarının yabancı bir ülkenin ordusuna girmesini engelleyen bir yasaya dayandırıyordu. Biliyoruz ki tüm limanlarda tek başına veya küçük gruplar halinde seyahat eden gençleri izleyen gizli polisin özel bir kolu vardı ve İspanya’ya giden herkes fişleniyordu. O zaman isimleri alınan 4 bin kişinin listesi, bugün Londra’daki ulusal arşivlerde duruyor. İzlendiler ve kayıtları tutuldu. Sonunda gitmeleri için kapı aralandı ancak birçoğu bu kez Fransa’da tutuklandı, İngiltere’ye gönderildi ve onlar tekrar denediler. Babam da İspanya’ya giden gönüllüler arasındaydı. Sussex’te gazete muhabiri olarak çalışıyordu. Yerel komünist şube sekreteriyle temas kurarak burada birine ulaştı. Her şey yeraltında ve gizli olarak organize edildi. Parti vasıtasıyla yapıldı. Ve Paris’e seyahat talimatı verildi. Fransa’da da aynı derecede dikkat göstermeleri gerekiyordu. Pekçok engeli aşarak hedefine ulaştı.
Bu düşmanca politikanın sebebi neydi?
İngiliz hükümeti neden İspanyol Cumhuriyeti’ne düşmandı? Bu pekçok insanın aklını meşgul eden bir soru. Çünkü İspanya Cumhuriyeti de liberal demokrasi rejimiydi ve düşmanlık için bir sebep yoktu diye düşünülüyor. Sanırım bunun sebepleri, ki birçok tarihçi bu konuda aynı düşünüyor, kısmen İspanya’daki İngiliz yatırımları konusunda yaşanan endişeydi. İngiltere İspanya’ya çok fazla yatırım yapmıştı. Özellikle madencilik ve metalürji endüstrisinde… Dolayısıyla, belki İngiliz iş dünyasının çıkarlarının ilerici bir hükümetten olumsuz etkileneceği yönünde kuşkuları vardı. İkincisi, Sovyetler Birliği’nin etkisidir. Arşivlerden de biliyoruz, Britanya devletinin bazı kesimlerinde İspanyol hükümetinin devrim öncesi bir durumda olduğu, Rusya’daki Kerensky hükümetine benzediği gibi bazı korkuları vardı. Komünistlerin iktidara gelmesinin, bir sosyalist devrimin yakın olduğunu düşünüyorlardı. Bu saçmalık çünkü buna dair hiçbir kanıt yoktu. İç savaşın başlangıcında İspanyol Komünist Partisi çok küçük ve etkisizdi. Sovyetlerin Madrid’de bir elçiliği bile yoktu. Sovyetler Birliği İspanya ile zannedildiği biçimde ilgilenmiyordu. Simdi arşivlerden biliyoruz ki Stalin, savaşın başlangıcında müdahale edilmemesi politikasını destekliyordu. Çünkü İspanya’da cumhuriyet için verilen halk desteği çok büyüktü ve Franco’nun tüm büyük şehirlerde ki darbe girişimi başarısız olmuştu. Stalin, İngiltere’nin ve özellikle İspanya ile sınırdaş olan Fransa’nın Avrupa’da başka bir faşist ülke istemeyeceği için cumhuriyete, bu liberal demokratik rejime yardım edeceklerini de umuyordu. Zaten İtalya ve Almanya’da faşizm egemendi ve Fransa’nın bir de İspanya’ya izin vermesi mümkün görünmüyordu. Onun için, Avrupa güvenliği önemliydi. İspanya’nın faşizme düşmesi, Sovyetler’e saldırı ihtimalini yükseltiyordu. Ve haklı olduğu ortaya çıktı.
Mussolini ve Hitler düşman olarak yok edildiler. Ama Franco orada korundu. Hatta onaylandı. Bunun nedeni nedir?
Çünkü Franco komünizme şiddetle karşıydı ve böyle bir figür kapitalist devletler için gerekliydi. Soğuk Savaş aslında 1917’de başlamıştı. İkinci dünya savaşı sırasında İngiltere, Amerika ve Sovyetler Birliği arasında geçici bir anlaşma oldu ve bu savaş bir süre durduruldu. Sıcak savaş sona erince, Soğuk Savaş yeniden başladı. Yine komünizm korkusundan dolayı oldu bu. Özellikle İspanyol İç Savaşı’nda İspanyol Komünist Partisi bir “savaş partisi” haline geldiği için çok tehlikeli olarak görülüyordu… Bu, Franco’ya karşı direnişi oluşturan partiydi. Savaş bittikten sonra bile, Komünist Parti, Frankizme karşı yeraltı direnişine liderlik etti. Bence, diğer yandan İngilizler ve Amerikalılar Franco’nun değişmeye başladığını düşünmeyi tercih ettiler. Franco da buna uygun olarak, açıkça faşist olan davranışlarının ve resmi ideolojik söyleminin bir kısmını terk etmiş, faşist bir diktatörden otokratik bir diktatöre dönüştüğü izlenimi vermiş fakat acımasızlığı değişmemişti. Komünizme olan karşıtlığını vurguluyor ve aynı zamanda tarihi yeniden yazıyordu. Komünistlerin Cumhuriyetçi İspanya Devrimi’ni sonlandırmak için darbe hazırladığına dair kanıtlar üretti. Tam bir imalat! Ama bu batının çıkarlarına da uygundu, Amerika ve Britanya’nın işine geliyordu buna inanmak. Bu İspanya İç Savaşı’nın resmi anlatısı haline geldi. Soğuk Savaş sırasında, İspanya İç Savaşı iki kana susamış siyasi aşırılık arasında bir çatışma olarak görüldü, gösterildi. O zamana kadar dünya kamuoyu açısından İspanya, ülkedeki gericilerin ve dış güçlerin saldırısına uğrayan demokratik bir ülke idi. George Orwell’in Katalonya’ya Selam adlı kitabı Soğuk Savaş ideologlarının analizine büyük katkıda bulundu. Bu kitap, Sovyetler Birliği ihanet ettiği için cumhuriyetin yıkıldığı fikrini yarattı. Bu resmi görüş haline geldi. Franco gerçekte ıslah olmadı ve asla ‘batı kulübüne’ resmen kabul edilmedi. Mesela, İspanya Franco’nun ölümüne kadar NATO’ya alınmadı. Fakat tabi ki ABD orduya pekçok sayıda asker yerleştirmiş ve temelde Franco rejimini desteklemiştir.
Franco lehine İngiltere’de propaganda yapan gazeteler, çevreler var mıydı o dönem? Franco’yu desteklemek adına kamuoyu oluşturmak…
Aşırı bir destek bulunmuyordu, “Franco çok iyi bir adam” da denmiyordu. Ama Franco için mazeretler uyduranlar vardı. Ve Franco’nun cumhuriyetten daha kötü olmadığı propagandasını yapanlar çıkabiliyordu. Resmi anlayış da böyleydi. Bireysel destekçi diyebileceğimiz kişiler de vardı. Örneğin Margaret Thatcher’in konuşmalarının yazarı ve siyasi danışmanı Brian Crozier, 1970’lerde Guernica’yı cumhuriyetçilerin yıktığını iddia ediyordu. Hâlâ birçok insan arasında bu anlayış yaşıyor. General Pinochet, Margaret Thatcher’in yakın bir arkadaşıydı, onunla çay içmek için sürekli Londra’ya gelirdi… Ve bu yakın arkadaş, Pinochet, Franco’yu kendisine model olarak görüyordu. Franco 1975’te öldü ve sadece iki devlet başkanı cenaze törenine katıldı. Biri Fas kralı, diğeri Şili’den General Pinochet…
Günümüze gelelim, biraz… İngiliz ve İrlandalı genç Suriye’de IŞİD’e karşı savaşırken öldü. Bunu, uluslararası tugay geleneğinin devamı olarak değerlendirebilir miyiz?
Bu gönüllülerin çoğunun uluslararası tugaylardan ilham aldığını ve onlar gibi üç uçlu yıldız simgesini kullandığını biliyoruz. Üç uçlu yıldız üç insan ırkının birliğini temsil ediyor: Asyalı, Afrikalı ve Avrupalı. Ayrıca İspanyollar da Orta Doğuda Kürtlerle birlikte savaşmaya gitti ve Cumhuriyet bayrağı ile fotoğraflar yayımlayarak kendilerini bu geleneğin bir parçası olarak ilan ettiler. Bu yüzden tutuklanmışlardı da. Ve sanırım orada kendilerini “Bob Crow Tugayı” olarak adlandıran bir grup İngiliz var. Onlarla hiç iletişim kurmadım bu yüzden kesin konuşamıyorum. Ancak okuduğum şeylerden oldukça net anlaşılıyor ki uluslararası tugayları bir model olarak görüyorlar.
Bazı Britanyalı gençlerin adı var bende: Luke Rutter, Ryan Lock, Dean Evans, Erik Konstandinos Scurfield ve Türkiye kökenli Mehmet Aksoy… İngiliz basınında nasıl değerlendiriliyor bu gençlerin orada savaşmaları?
Çok farklı ve karışık değerlendirmeler var. İnsanların kesin bir düşüncesi olduğunu düşünmüyorum. Resmi ana akım kanallarının da öyle. Çünkü Ortadoğu’da olanlar çok karışık. IŞİD ve El-Kaide batının resmi düşmanları, ancak bu gruplara yine batının silah verdiğini biliyoruz. Bu yüzden kafalar çok karışık… Şahsen, ben Britanya ve Amerika için asıl düşmanın IŞİD ve El-Kaide değil de hâlâ Rusya ve İran olduğunu düşünüyorum. Bu gönüllüler hakkında ne düşünülmesi gerektiği konusunda Britanya solunda izlediğim tereddütün sebebi bu. Onların çok cesur ve muazzam bir şekilde fedakâr oldukları açık. Gerçekten enternasyonalistler. IŞİD’e karşı savaşmaya giden çok fazla insan var. (Fakat gerçekte kime karşı savaştıklarından emin değilim). Kürt güçleriyle birlikte savaşanlar farklı. Uluslararası tugaylarla benzerliklerini görebiliyorum. Orta doğudaki savaşla İspanya’ya kıyaslandığında söylenecek şey, İspanya’da insanların neler olduğu konusunda daha net bir fikrilerinin olduğudur. Dünyanın dört bir yanından Madrid’e ve Barselona’ya giden çok sayıda gazeteci vardı. Savaş meydanlarına girdiler ve gerçekleri dünyaya bildirdiler. Oysa Suriye’de neler oluyor, o kadar açık değil.
Bu konuda da, Britanya resmi çevrelerinin 1930’lardakine benzer bir tutumu var sanki. Bu insanların gidip IŞİD’e karşı savaşmalarını desteklemiyorlar ama engel de olmuyorlar.
Manchester saldırısı, İngiltere ve Libya arasında özgürce dolaşan bir genç Libyalı tarafından gerçekleştirildi. Adının İngiliz gizli polisi tarafından bilindiğini biliyoruz. Ancak radikal köktendinci bir hizbin parçası olduğunu ne ölçüde bildiklerinden emin değiliz. Suriye’deki savaşın başlangıcında ve ayrıca Libya’da yaşanan olaylarda, İngiliz Hükümetinin El-Kaide gruplarını aktif biçimde desteklediğini gösteren çok sayıda kanıt var. Yine, İran, Rusya gibi ülkelerin büyük düşman olarak kabul edilmesi temelinde Batı tehlikeli bir oyun oynadı. Paralel olan şey, Batı 1930’larda faşizmle flört ederek yine aynı biçimde bir oyuna girmişti. Batı, faşizmi kullanabileceğini, Sovyetler Birliği’ni yenmek için Hitler ve Mussolini’yi kullanabileceğini düşünüyordu. Elbette, zekice bir şey değildi; aslında sadece dünya savaşının yolunu açan bir plandı bu. Gördüğüm paralellik bu. Sanırım şimdi Ortadoğu’da da akıllı olduklarını ve köktendincileri kullanabileceklerini zannediyorlar. Gerçek düşmanın onlar açısından IŞİD olduğunu sanmıyorum; başka gündemleri olduğunu düşünüyorum.