Aynı yolun daha azgın süvarileri
Ana akım (merkez) medya, ne zaman, nasıl havuz medyasına dönüştü? Bugün basının geldiği acınası noktanın tek sorumlusu, giderek otoriterleşen siyasi iktidar mı?
Yoksa, biat yolundaki taşların döşenmesinde basının sorumluluğu var mı? Medyanın siyasi otorite ve sermayeyle 90’larda kurduğu ilişkiler, bugüne dair ne söylüyor?
Bu ağır soruların tek bir yanıtı olmadığı gibi, hakkıyla cevabını verebilmek için gazetecilerin belki günlerce tartışması gerekir. Hah, bunca derdin arasında bir bu eksikti!
Ama belki de “ana akım medya” tartışmasında olduğu gibi, sadece mesleki bir hesaplaşma-beyin cimnastiğinden öte daha geniş kitleleri ilgilendiren bir başlık olur. Ne de olsa medyanın hali, yapısı ve refleksleri, halkı nasıl bilgilendirdiği veya algıyı nasıl yönettiği herkesi bir şekilde etkiliyor.
Yazılarını severek takip ettiğim anayasa hukukçusu, yazar Murat Sevinç, geçenlerde bir haber müdürünün yamağı, medya patronu ve genel yayın yönetmeni arasında geçen hayali diyalogları yazdı (“Bak Şimdi, Bu Haberi Şöyle Verelim”, gazeteduvar, 11. 12.2018).
Yerel seçime doğru, CHP ve HDP’yi “terör potası”na koyacak bir karalama haberin nasıl medyadaki dört adamın (cinsiyet açıkça belirtilmese de evet, hepsi tabii ki erkek) arasındaki diyaloglarla şekillendiğini, ironik bir dille anlatmış Sevinç.
Havuz veya Saray medyasının nasıl işlediğine dair bu kurgu, hem acıklı hem düşündürücü. Ancak, medyada işler artık pek öyle yürümüyor. İşin aslı, uzun zamandır muhalif kesimleri şeytanlaştıracak kurgu haberler için ne medya patronunun, ne genel yayın yönetmeninin talimatına, ne haberin nasıl yazılacağına dair bir tarife ihtiyaç duyuluyor.
Zaten Ankara, adliye veya polis kaynaklı “haber” servis ediliyor, muhabir de masaya getiriyor. Yazıişleri masasında “habere takla attırmak”, asli görevi iktidarın hoşuna gidecek yayınlar yapmak üzere görevlendirilmiş kadroların sorumluluğunda.
Her dönemde olduğu gibi, bu dönemde de iktidara yakın yazarlar adeta parti temsilcisi gibi davranıyor. Gazetenin tonunu, yayın çizgisini, manşetini belirlemekte kalemşorların rolü de büyük.
Aynı manşetlerin atılması, zaten aynı uçağa binen, Saray danışmanlarıyla sıkı fıkı olan GYY ve yazarların havuzunda belirleniyor. Yeter ki Beyefendiyi memnun edelim, gazetenin birinci sayfasını gördüğünde tatmin olsun… En azından kızdırmayalım. Aksi takdirde kelle gidiverir, orası net.
Kaldı ki “Beyefendi” her gün, bizzat öyle malzemeler veriyor ki gazetecilerin özel bir yaratıcılığa, çabaya, ortak akla filan ihtiyacı yok. İster muhtarlar toplantısında konuşsun, ister G-20’de… Hedef ister ABD olsun, ister Soros, ister CHP ister vay-pi-ji (YPG). En etkileyici fotoğrafları ve gergin uslübuyla manşeti kaplayacağı, tartışma dahi götürmez.
Üstelik yıllardır bu işler böyle yürüyor. Doğrudan Ankara talimatlı, Alo Fatihli, patronların telefonlarda ağladığı dönem, 2014 öncesindeydi… O da, tam biat sağlanamayan ana akım medya üzerindeki son şekillendirmeler, hamur yoğurmalardı.
Şimdi bunlara gerek kaldı mı? Hayır. Darbe girişimi oldu, sistem değişti, Başkan(lık) geldi. Medyanın tamamına yakını tasfiye edildi.
Velhasıl sistem, kendiliğinden ve tıkır tıkır işliyor. Zaten ana akımdaki tüm ayrık otları 2010-2016 arasında temizlendi. Kalanlar, OHAL süresince ve son olarak 24 Haziran seçimi öncesinde el değiştirdi.
Medya patronlarının değişmesiyle birlikte yeni düzene uyum sağlayamayan yayın yönetmenleri ve yazıişleri kadroları da kapının önüne birebir kondu. Sözcü’ye bile “FETÖ” davası açıldı.
Fox TV, Murdoch patronajı olmasa şimdiye kadar tuzla buz edilmişti. Şimdilik kişisel husumet ve hedef göstermeyle iş ilerliyor.
Hürriyet grubu el değiştirdikten sonra “eski düzen”in temsilcileri sayılan gazeteciler hâlâ var ve mütemadiyen hedef gösteriliyorlar.
Ulusal yayın yapan, ana akım sayılan hiçbir etkin/yüksek tirajlı mecranın yaşamasına izin yok.
**
Ana akımda 22 yıl çalıştım. Yeni Yüzyıl Korkmaz Yiğit’e, Sabah ve Aktüel dergisi Turgay Ciner’e, Milliyet Demirören’e satıldığında değişim dönemlerini birebir yaşayanlardanım. Kritik siyasi ve toplumsal dönemeçlerde, farklı medya patronları ve yayın yönetmenlerini tanıdım.
Şüphesiz Milliyet deneyimi, hem Doğan’dan Demirören’e geçmesi, hem de barış sürecinden tam biata geçiş dönemine denk gelmesi bakımından en çarpıcı olandı.
Milliyet’te çalıştığım altı yılda üç yayın yönetmeniyle birlikte yazıişleri kadroları da radikal biçimde değişti. Benzer deneyimleri, işlerin nasıl yürüdüğünü başka yayınlarda çalışan meslektaşlarımdan dinledim, hala da dinliyorum.
Bazıları “herşeye rağmen” köşeleri/kaleyi tutmanın önemini savunuyor, “dikkatli” davranırlarsa yani birilerinin radarına girmezlerse gazetecilik yapmaya devam edebileceklerini düşünüyor. Tabii nasıl bir gazetecilik yapılabiliyor, ayrı bir tartışma konusu.
Bazıları çoktandır teslim oldu. İktidarın yanında durarak daha çok prim yapacaklarını, başka yerde zaten şanslarının olmadığını bilenlerin dönüşümü acıklı oldu. Kendi arkadaşları ve meslektaşları dahil olmak üzere, iktidarın karşısında yer alan her kesimi karalamak, “öteki”leri aşağılayarak ve hedef göstererek yayın yapmaktan suçluluk duyduklarını sanmıyorum. Aksine, AKP’yi ne olursa olsun savunmak, eleştirmemek, yüceltmek, kişiliklerinin bir parçası haline geldi.
Ana akımda çalışmak ve yükselmek önemli, çünkü herşeyden önce ortalamanın üzerinde maaş ve yıllardır biriktirilen haklar/gelecek kaygısı sözkonusu. “Havuz”un dışına çıkanın artık eskiden olduğu gibi başka bir yayında iş bulabilme olasılığı yok. Daha da önemlisi, statü endişesi: Ana akımda çalışabilmek, bugünün koşullarında saygınlık anlamına gelmese de şirketler, pazarlamacılar ve siyasetçilerin sahte de olsa saygı göstermesi, pohpohlaması hatta beslemesi anlamına geliyor. Beslemek derken, illa para karşılığı haber yapmayı, nemalanmayı kast etmiyorum.
Başkanlık uçağına binmek, Beştepe’ye veya önemli organizasyonlara / gezilere davet edilmek ve bu ilişkileri sürdürebilmek, hediye veya bedava hizmet almak, hatta çocuklarının eğitimine destek almak bir kısım gazeteci için bir varolma biçimine dönüştü. Bu tornaya girenin talimata veya yönlendirmeye ihtiyacı yok, yapmaları gerekeni fazlasıyla yapmaya şartlılar…
Ama bu da yeni değil. Bugün “tetikçi, yandaş, iktidar yalakası” diye burun kıvrılan yönetici, yazar ve muhabirlerin çoğu, 90’ların ana akımının içinde veya onları izleyerek yetişti.
Eskiden ana akımın dışında kalan, Yeni Şafak gibi küçük sağ muhafazakar/İslamcı yayınlarda çalışanlar yıllarca ana akım medyaya dair eleştirdikleri ne varsa misliyle yapıyor gibiler. Eh, iktidarın medyası olmak büyük bir güç; kaybetmemek için herşeyi göze alıyorlar.
Ana akımda yetişmiş olanlarsa siyasilerle, reklamcılarla, patronlarla ilişkileri “abileri”nden öğrendi. Ve belli ki onlara çok özendi…
Evet, bugün yaptıkları yayınlarla insana “Allaam bu ne seviyesizlik, nasıl bir hainlik” dedirten kimi “gasteci”lerin çoğu, Sabah, Hürriyet gibi yayınlarda çalışmıştır. Vasat işlerden yayın yönetimine, danışmanlığa, diplomatlığa atlayanlar bile oldu, daha ne olsun.
Ana akımda kalanların öğrendikleri ve uyguladıkları, geçmişin merkez (tabloid) gazeteciliğinden miras: Bir haber nasıl çarpıtılır, nasıl süslenir, nasıl seksi olur… Bir haber nasıl gizlenir? Bir kişi veya topluluk nasıl hedef gösterilir? Ahmet Kaya’yı, faili meçhulleri, “hayat dönüş” operasyonunu, Hrant Dink’i hatırlayalım…
Tüm bunlara 90’larda, 2000’lerin ilk onyılında bizzat şahit olanlar yine de şaşırıyor. Çünkü boynuz kulağı geçti.
**
Memleket ahvalini konuşurken, yakın geçmişe dönüp karşılaştırma yapıyoruz. Hukukçusundan doktoruna, akademisyeninden gazetecisine, sanatçısından sivil toplumcusuna, hemen her kesimde “eski günler” hatırlanıp hikayeler anlatılıyor.
O günler çok mu harikaydı? Elbette değildi, korkunçtu…
1990’ların başında gazeteciler, iş insanları, akademisyenler, siyasetçiler suikaste kurban gidiyordu. Kürtler başta olmak üzere solcuların sokaktan toplanıp kaybedildiği, köylerin basılıp toplu katliamların yapıldığı; PKK ile savaşın doruk noktasına çıktığı yıllardan bahsediyoruz.
Siyaset gibi basın da askeri otoritenin etkisindeydi ve ana akım yanlı, milliyetçi, hedef gösteren yayınlar yapıyordu.
Belki bugüne kıyasla en önemli fark, seviyenin bugünkü kadar düşük olmamasıydı. Hedef alınan kesimler Kürtler, solcular ve İslamcılardı. Laik kesimle İslamcılar yer değiştirirken Kürtlerle solcular hep ve yine hedef.
İkinci büyük fark, medya gruplarında “amiral gemisi” denen yayınların yanı sıra, daha küçük tirajlı yayınların ve bol miktarda derginin yayınlanabilmesiydi. İslamcılardan Kürtlere, LGBTi’den Alevilere, kritik mevzular bu mecralarda, ana akım şemsiyesinin altında işlenebiliyordu. Mesela Aktüel dergisi, Sabah grubunda çıkıyordu. Kapağında illa “kadın” kullanılırdı. Fakat Susurluk ve Kürt meselesi dahil, işlenen dosyalar dönemin en tabu konularına değiniyor ve yayını engellenmiyordu. Sabah grubunda Yeni Yüzyıl, Hürriyet’te Radikal’in yayınlandığı ve yüzbinler sattığı günlerdi. Bugün, ana akımın dışında kalan, bağımsız yayıncılık yapmak isteyenlerin en büyük şansı, internet yayıncılığı ve sosyal medya.
Öte yandan 1990’larda Kürt sorunuyla ilgili merkez medya gazetelerinde nasıl askeri bir jargon ve çatışma dili kullanıldıysa bugünün havuz medyası,
aynı yolun daha azgın süvarileri olarak devam ediyor.
Aralık başında, yargılanan tek sanığı da beraat ettirilen Lice davasını hatırlayalım: 22 Ekim 1993’te, dönemin Jandarma Komutanı Bahtiyar Aydın suikast sonucu hayatını kaybetti. Suikastın ardından Lice’de çoğu sivil, 16 kişi öldürüldü. Dönemin askeri yetkilileri, suikastı ve peşinden gelen katliamı PKK’nin yaptığını açıkladı.
Lice dosyasını incelerken dönemin gazeteleri ne yazmış diye bakmıştım. Özgür Gündem hariç, hiçbirinde mağdurların beyanı yoktu. Ve evet, manşetler hazıroldaydı.
– Hürriyet: Lice’de Savaş (Hürriyet, 23 Ekim 1993)
PKK daha önce Cizre ve Şırnak’ta denediği isyan provasını bu kez Lice’de uygulamak istedi. 250 terörist, ilçeye bayrak dikmek için saldırdı.
Gazetelerin tamamı, dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in ANKA’ya verdiği röportajı kullanmıştı:
“Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü tartışmak, ülkenin kaderini tarışmaktır. Bu tartışmayı yapanın hür olmaya hakkı yok. (Lice olayları) Bunun adı kalkışmadır.”
Demirel, Tuğgeneral’in ölümü için “kaza kurşunu” diyecekti.
Ancak olayların “tuhaflığı” ve şüpheler, kısıtlı gazetede yer bulabildi. İlerleyen günlerde Aydın’ın ordu içi hesaplaşmanın kurbanı olduğuna dair kanıtlar yoğunlaşsa da peş peşe yaşanan felaketler, siyasi krizler, Lice’nin uzun bir süre unutulmasına, konuşulmamasına neden oldu.
Zaman aşımına 1 gün kala açılabilen Lice davasında pek çok belge, tanıklık ortaya çıksa da bir süre medyada “askeri vesayetle mücadele” kapsamında işlenmekle kaldı. Ergenekon davasının kapatıldığı, düşmanların ve ittifakların yeniden karıldığı dönemde ana akımın yayın çizgisi de bildik ezbere döndü.
Velhasıl siyaset, Ankara’nın karanlık koridorlarında şekillenip medyaya intikal ettiriliyordu. Şimdiyse Beştepe’nin şatafatlı odalarına adım atmış olmak veya uzaktan bakmak, yayın çizgisini belirlemek için yeterli.
İçkili davetlerin yerini ejder meyveli smoothie ikramı, komutan pırpırlarının yerini kareli ceket, beyaz Toros’un yerini kara camlı minivanlar, sinekkaydı traşın yerini badem bıyık, döpiyesin yerini lüks tesettür aldı.
Sahi, “eski” ile “yeni” Türkiye, pastayı yiyenlerin yer değiştirmesi ve pastanın artık daha kremalı olması dışında, çok mu birbirinden farklı?