yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Evveli Taş, Ahiri Taş Bir Tarih

Tevrat’a göre, Musa’nın kavmiyle Filist halkı arasında, daha Mısır’dan çıkıştan itibaren başlayan bir düşmanlık vardır. Bugünkü Filistin halkı (o zamanlar “Filist”ler), tarihte “Kenan Ülkesi” olarak bilinen bölgeye, milâttan önce XII. yüzyılda Kavimler Göçü sırasında deniz yoluyla, bir görüşe göre Girit üzerinden gelen denizci-korsan bir halktır. Kuşkusuz, geldikleri topraklar, bomboş tabiat parçası değildi. Kendilerinden önce yerleşmiş, gelmiş-göçmüş pek çok halkın izlerini taşıyordu ve Filistler bu tarihin bir parçası olarak bölgeye yerleştiler. Bu deniz kıyısı, Mısırlıların, Asurluların, Babillilerin, Perslerin, Romalıların, Bizans’ın, sonra Müslümanların, 20. yüzyıl başlarından itibaren İngilizlerin sonra da İsrail’in saldırısı altında kaldı. Filist halkının adı ilk kez Mısır Hiyerogliflerinde yazıya geçmiş. Tevrat’ta defalarca düşman bir halk, düşman bir krallık olarak anılıyor. Bölgedeki diğer kavimler tarafından “yabancılar” olarak anıldığını da Catholic Encyclopedia (1913)[1] yazıyor. Yakın zamanda İsrail Başbakanı Netanyahu da bu deyimi kullandı ve Filistin halkını o toprakların “yabancısı” ilan etti. Fakat açıktır ki Filist ülkesi, yalnızca göçmen bir denizci kavmin “dışarıdan” gelip yerleştiği bir coğrafya değildir; Filistîler de dâhil olmak üzere, binlerce yıl boyunca bu topraklarda varlık gösteren halkların ve medeniyetlerin, Kenanlıların, Yebusilerin, Aramilerin, Âd, Semûd ve Amâlika gibi çeşitli Arap kavimlerinin birbirine geçmiş bileşimlerinin ülkesidir. Ve bu bileşim, tek bir ulus olarak siyasi birlik oluşturmaları önündeki engellerden biri olmuştur.

Düşmanlaştırıcı Kitap, Tevrat!

Musa’nın kavmi, Mısır’dan çıktıktan sonra, Rab, onların Filist ülkesine girmemelerini söylemiş: “Çünkü Tanrı şöyle dedi: ‘Halk savaşı gördüğünde fikirlerini değiştirip Mısır’a dönebilirler.’” Filist ülkesi ve orada yaşayan halklar, vaat edilmiş topraklara ulaşmalarında önlerine bir engel olarak dikiliyor. Tevrat’ın Çıkış (Exodus) bölümü, 23:31’de söylendiğine göre, Tanrı şöyle buyurmuş: “Sınırınızı Kızıldeniz’den Filist denizine ve Fırat Nehri’ne kadar belirleyeceğim; çünkü ülkede yaşayanları elinize teslim edeceğim ve siz onları önünüzden kovacaksınız.

Yine Tevrat’a göre,[2] İsraillilerle Filistîler arasındaki en büyük savaşta, Davut sayesinde İsrailliler zafer kazanmış. “(Filist ordusunun dev kahramanı) Golyat durup İsrail ordusuna, ‘Neden savaş düzeni aldınız?’ diye haykırdı, ‘Ben Filistli’yim, sizse Saul’un kölelerisiniz. Aranızdan karşıma çıkacak birini seçin. Dövüşte beni yenip öldürebilirse, biz sizin köleniz oluruz. Ama ben üstün gelip onu yok edebilirsem, siz bizim kölemiz olur, bize kulluk edersiniz.’ Filistli Golyat konuşmasını şöyle sürdürdü: ‘Bugün İsrail ordusuna meydan okuyorum! Benimle dövüşecek birini çıkarın karşıma!’

O sırada asker kardeşlerine yiyecek getirmiş olan genç Davut, “kırk gün boyunca sabah akşam ortaya çıkıp meydan” okuyan Goliat’ı yeneceğini iddia etmiş. “Bu sünnetsiz Filistli kim oluyor da yaşayan Tanrı’nın ordusuna meydan okuyor?” … “Golyat saldırmak amacıyla Davut’a doğru ilerledi. Davut da onunla dövüşmek üzere hemen Filist cephesine doğru koştu. Elini dağarcığına sokup bir taş çıkardı, sapanla fırlattı. Taş Filistli’nin alnına çarpıp saplandı. Filistli yüzükoyun yere düştü. Böylece Davut Filistli Golyat’ı sapan ve taşla yendi. Elinde kılıç olmaksızın onu yere serdi. Golyat’ın kılıcını tutup kınından çektiği gibi onu öldürdü ve başını kesti. Kahramanları Golyat’ın öldüğünü gören Filistliler kaçtılar. İsraillilerle Yahudalılar kalkıp Gat’ın girişine ve Ekron kapılarına kadar nara atarak onları kovaladılar. Filistliler’in ölüleri Gat’a, Ekron’a kadar Şaarayim yolunda yerlere serildi. Filistliler’i kovaladıktan sonra geri dönen İsrailliler Filist ordugâhını yağmaladılar.”

Efsane ve Gerçek

Her milliyetçi ideolog, kendi milletinin çok eskilere dayanan bir kökü, övünülecek bir geçmişi olmasını ister ve bunu bulmak için, hiçbir belgeye dayanmadığından bilimsel düzeyde tartışılması mümkün olmayan, ayrıca kendi anlattıklarından gayrı kanıtı olmayan efsanelere sarılır. Bir efsaneyi bir başka efsaneyle doğrulamayla çalışır.  Özellikle dinsel söylenceler bu bakımdan harika araçlardır! Tevrat, binlerce Yahudi tarihçinin kılı kırk yaran didinmelerine karşın tarihsel gerçekliğe oturtulamayan -nesnel karşılığı bulunamayan yüzlerce hikâye anlatır.  Kimi zaman ayrı anlatılar birbirini yalanlar ya da çelişik sonuçlara ulaşır. Bu yazının konusu Tevrat’ın ya da herhangi bir başka “kutsal” kitabın açıklarını yakalamak değil. Sorun şu: Neden efsanelere ihtiyaç duyulur ve bunların gerçek olduğuna inanan milyonlarca insan çıkar?

Bir ulus ve buna ilişkin bir bilinç inşa etmek, politik bir hedeftir. Yöneten-yönetilen ilişkisinin oturtulacağı temel, bir biçimde bağlanmış ve birlikte hareket etmesi beklenen insan topluluklarını gerektirir. Ortak bir geçmişleri olduğuna, “tasada ve kıvançta” birleştiklerine, birlikte bir gelecek kurabileceklerine inandırılmış insanlar, kolay yönetilirler. Ayrı inançlara, farklı yaşam anlayışlarına sahip insanları aynı hedeflerde birleştirmek gerekir ve bunun sağlanamadığı durumlar, egemen sınıflar için daima bir tehlike potansiyeli olarak görülür. Din, ırk, bayrak gibi ortak simgeler, hatta futbol takımı taraftarlığı gibi “birleştirici” unsurlara bundan dolayı olağanüstü anlamlar yüklenir. Bütün ulusların uydurulmuş tarihleri bunlarla tıka basa doludur.

Filistin halkı, ulusal kimliğini ilan etmekte çok geç kalmıştır. Esas olarak Filistin ülkesi, dağınık ve birbirleriyle cebelleşmekten dünyayı görmeye fırsat bulamayan, siyasi birlikten yoksun, bir devlet olarak ortaya çıkma olanaklarını bulamamış bir aşiretler coğrafyası idi. Filistinli olmak, Arap ve Müslüman olma kimliğinin altında kalmıştı. İngiliz mandacılığına karşı mücadele sırasında bazı ulusal kıpırdanmalar olmuşsa da esas sıçrama noktası 1967 “Arap-İsrail” savaşı sonrasında ortaya çıkmıştır. “Filistinlilik” duygusunu yaratan en önemli unsurun politika ve bunun gerilla-fedai hareketi biçimi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Filistin Kurtuluş Örgütü, 1964 yılında Mısır’da antiemperyalist bir yönetim kuran Cemal Abdül Nasır’ın teşvikiyle ortaya çıkmıştı. Nasır’ın “Arap Birliği” ideali, bölgede yeni bir mücadele odağı olarak Filistin’in ilave bir güç hâlinde ayağa kalkmasını gerektiriyordu. Bu yüzden bu örgütü yaratanlar, Mısır başta olmak üzere bölgedeki Arap devletleri olmuştur. Ancak 1967’de Mısır ve diğer Arap devletlerinin İsrail karşısında çok ağır bir yenilgiye uğraması ve İsrail’in, işgalci bir genişleme politikası gütmeye başlaması, Filistin halkı için “kaderini kendi elleriyle belirleme” duygusunu güçlendirmiş ve bu tarihten sonra, Filistin’de solcu ve devrimci örgütler doğmaya başlamıştır. Bunlar içinde FKÖ’den sonra en etkilisi Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, kendisini Marksist-Leninist olarak tanımlamış, “tek devletli çözüm”ü savunmuş, sonuna kadar emperyalizme ve Siyonizm’e karşı uzlaşmaz bir çizgi izlemiştir. Filistin davasının en önemli “ikonik” temsilcilerinden Leyla Halid bu örgütün militanı olarak dönemin antiemperyalist dünya hareketi içinde önemli bir etki yaratmıştır. FHKC, dünya solunun Filistin sorununu benimsemesinde de ateşleyici bir rol oynamıştır.

Türkiye’den Deniz Gezmiş ve arkadaşları başta olmak üzere, emperyalizme ve Siyonizm’e karşı mücadeleye katılmak için pek çok genç Filistin’e gitmiş, savaşmış, tutsak düşmüş, yaralanmış ve ölmüştür. Bu katılım, Türkiye devrimci-sosyalist hareketi bakımından da bir dönüşüme, mücadelenin hem biçim hem de içerik olarak yeniden kurgulanışına yol açmıştır. Kimi sol çevreler açısından Ortadoğu birleşik devriminin odağı olarak da teorize edilen Filistin sorunu, Türkiye halkları açısından da “İslami bir sorun” olarak değil, mazlum bir halkın emperyalizme karşı direnişi, bir “Milli Kurtuluş Savaşı” olarak algılanmıştır. Bunun nedeni, Türkiye’de tarihinin en yüksek düzeyini yakalamış olan işçi, köylü, öğrenci hareketinin Filistin halkının mücadelesiyle kendisi arasında dolaysız bir özdeşlik kurabileceği koşullar içinde olmasıydı. Haber merkezleri, Lübnan’daki ve Filistin’deki çatışmaları “Solcu Müslümanlarla, Hıristiyan sağcılar” biçiminde verirdi ve bu o günün halk ve öğrenci hareketinin niteliğini belirlemek bakımından oldukça etkili bir dayanak oluşturuyordu. Özetle diyebiliriz ki, en tipik örneğini Deniz ve arkadaşlarının verdiği Filistin davasıyla Türkiye halkı arasındaki, dayanışma ve birlikte mücadele duygusu, en küçük noktasında bile “İslami” bir karakter taşımıyordu. Hatta çok açık biçimde, Türkiye sağı, başta Demirel hükümeti olmak üzere, tam bir sessizlik içinde Amerikan-İsrail politikalarının tarafında duruyordu.  Türkiye, Filistin’in Arap ve Museviler arasında paylaşılması doğrultusunda 1947’de Birleşmiş Milletler’de yapılan oylamada paylaşmaya Arap ülkeleriyle birlikte karşı çıkmış, 1948’de kuruluşu ilan edilen İsrail devletini tanıyan ilk Müslüman ülke olmuş ve tam diplomatik ilişki kurmuştu.

Diğer yandan ABD, tüm dünyada olduğu gibi Ortadoğu ülkelerinde de ulusal kurtuluş hareketlerinin giderek güçlenmesi, Filistin halkının İsrail işgaline karşı giderek daha örgütlü bir direnişe geçmesi karşısında, ARAMCO petrol şirketinin kontrolü altındaki Suudi Arabistan ve Körfez emirliklerindeki gerici rejimleri kullanarak İslâm’ı hızla politik bir araç olarak kullanmaya yönelmişti. Bu amaçla 1962’de Mekke’de Râbıtatu’l-Âlemi’l-İslâmî örgütü kurulmuştu. Rabıta’nın 41 kurucusu arasında AP’li Milletvekili Ahmet Gürkan ile İstanbul’da yayımlanan Hilal adlı İslamcı derginin sahibi Salih Özcan da bulunuyordu.[3] ‘60’lı yılların sonunda sola karşı iyice saldırgan hâle gelen silahlı İslamcı-faşist hareketin kökeninde de bu ABD planının bulunduğu açıktır. Türkiye solunun en genel hedefleriyle Filistin halkının kurtuluş mücadelesi arasında kurulan nesnel bağı, ABD’nin herkesten daha iyi gözlediği ve anladığı söylenebilir. Bugün Filistin-Gazze denilince saçını başını yolan İslamcı zırıltının içi boşluğunun, kof ve etkisiz ağlayışlarının niteliğini belirleyen de ABD’nin yıllar önce kurduğu sistemin çocuğu olmasıdır.

Mücadelenin Kültür Cephesi

Aynı dönemde, kendisine özgü bir vatan idealizmiyle birlikte buna bağlı olarak romantik diyebileceğimiz Filistinli edebiyat, grafik sanatlar, resim ve müzik[4] de doğmuştur. 1940’lı yılların sonuna doğru, zayıf bir biçimde başlamış olan Filistinlilik duygusu, sanat ve edebiyatta kendisini 1967’den sonra güçlendirmiştir. Filistin kurtuluş davasını, nesnel olarak ilerici, halkçı ve sosyalizme açık hâle getiren de bu kültürel gelişme olmuştur.

1967’den sonra Arap yayımcıları, Filistinli şairler Semih el-Kasım’ı, Mahmud Derviş’i, Tevfik Zeyyad’ı görmeye başladılar. Yıllar yılı, Filistin şiiri, verdiği değerli ürünlere rağmen, çok dar bir çevrenin ilgi alanlarına tıkışıp kalmış, İsrail’deki Filistinli şairler, seslerini hem İsrail’de hem İsrail dışında duyurmaya çalışmışlardı. Filistin edebiyatı bu sürgün olma durumundan dolayı Arap dünyasında daha fazla görünür hâle gelmiştir.

Arap basını, Arap yayımcıları, Arap kültür çevreleri de bu değerli şiire 1967’ye kadar sağır kalmışlardır.

Filistin kavga şiiri ve Filistin direnme örgütleri birbirlerinden güç alarak 1967’den sonra etkin bir güç hâline geldi. Bu tarihten sonra Filistinli şairlerin tarihsel görevlerini tam anlamıyla yerine getirebilmek için, yurdundan kovulmuş, yurdunda köleleştirilmiş bir halkı kurtarabilmek için kolları sıvadığını görüyoruz. Bütün bu etkenler, Filistin halkının, kendini yalnızca Arap halklarının bir parçası değil, ama kendine özgü nitelikleri olan Filistin Ulusu olarak tanımasının da yolunu açmıştır. “Arap ve Müslüman” etiketlerinin, Filistin halkını tanımlamak için yetersiz ve yanlış olduğunu da bu gelişmeler göstermiştir. Filistin halkı, farklı etnik köklerden gelen, farklı din ve inançlara sahip, Arapça konuşan bir halktır ama Araplık ve Müslümanlık, kimliğinin önemli bileşenleri olmakla birlikte, onu tanımlamak için çok dar bir isimlendirmedir. Kendisini Filistinli olarak adlandıran, ama Arap ve Müslüman olmayan pek çok sanatçı, siyasetçi, gazeteci ve onları bağrından çıkaran Filistinli geniş halk toplulukları bugün de vardır.

Türkiye’den ’68 gençliğini, başta Deniz Gezmiş ve arkadaşları olmak üzere, İsrail’e karşı savaş için Filistin topraklarına çeken etkenlerin en güçlüsü, bu modern ve mücadeleci kültürel kimlik olmuştur.

Etnik köken, din ya da dil gibi unsurların farklılığına karşın, rakip ulusal-ırkçı bir saldırı olan Siyonizm’e ve İsrail Devleti’ne karşı özgürlük özlemlerini gerçekleştirmek için verilen mücadele Filistinlilerin tek bir ulus olarak hareket etmelerinin yolunu açmıştır. Günümüzde de İslamcı HAMAS egemenliği altındaki Gazze bölgesinde bile, ortak mücadele için birleştirici unsur din ya da Araplık değil, Filistinlilik duygusudur.

Tersine Dönen Efsane

1987-1990 arası Birinci İntifada ve 2000-05 arası İkinci İntifada yıllarında, Filistin halkının mücadelesinin simgesi, “taş atan çocuklar” oldu.  Davut’un tek silahı olan sapan, Yahudi efsanesinden çıkıp Filistinli çocukların eline geçmiş ve karşılarında tank kılığına girmiş Goliat’lara karşı onların silahı olmuştu.

Mahmud Derviş, “Kimlik Kartı” adlı şiirinde, ateşli bir taş imgesi yaratmıştır.

 

Kayda geçir!

Ben bir Arabım

Gasp ettin atalarımın üzüm bağlarını

Ben ve çocuklarımın sürdüğü toprakları

Bir şey bırakmadın, ne bize ne de torunlarıma

Bu kayalardan başka…

Onları da aşıracakmış hükümetiniz, ne diyorsun buna?!

Madem öyle yaz!

İlk sayfanın en başına:

İnsanlardan nefret etmem

Ve gasp etmem kimsenin haklarını

Ama aç kalınca

parçalarım beni gasp edenin etini

Öyleyse kork, korkmalısın açlığımdan

Ve öfkemden![5]

 

Bugün Filistin milliyetçiliği, günümüzde 1920’lerden 1967’ye kadar gelişen içi boş “Arap Birliği” kavramından kopmuştur. Uzun yıllar, ABD işbirlikçisi Arap devletlerinin ihanetini yaşamış olan Filistinlilerin artık bu hikâyeye inançları kalmamıştır. BAAS türü Arap milliyetçiliği de artık büyük ölçüde geçerliliğini yitirmiştir. Farklı bir Filistin kimliğinin yeniden kurulduğu ve kristalleştiği süreç intifadayla başlamıştır. 1987-1990 arası Birinci İntifada ve 2000-05 arası İkinci İntifada olarak adlandırılan bu kitlesel halk ayaklanmaları, aynı zamanda emperyalistlerin denetiminde yürütülen uluslararası uzlaşma siyasetleriyle silinen resmî Filistin diplomasisine verilmiş bir halk cevabı olmuştur. Filistin ulusal kimliğini ve geleceğini belirleyecek olan tarihsel ruhu yaratan başlıca etken de bu ayaklanmalar süreci olmuştur.

Davut’un bir çoban çocuk olarak başlayan “kahramanlık” hikâyesi, entrikalarla, ihanetler ve yalancılıklarla dolu bir “peygamberlik” ve krallık hikâyesi olarak devam eder. Tevrat bu karaktersiz tipi anlatırken hiç rahatsızlık duymaz, yüzü kızarmaz, her eylemini kutsar, örnek gösterir! Her terbiyesizliğinin “kutsal” bir gerekçesi vardır çünkü. Bir çoban çocuk olarak Golyat’a karşı gösterdiği cesaret ve zekâ onun sonra yapacaklarının hepsini mazur, makul, erdemli gösterir.

Taşı düşman devinin alnına çakan cesur ve erdemli gerçek kahramanlar ise artık İsrail kavminin içinde değil, yok etmek istediği Filistin halkı içinden çıkmış çocukların arasındadır. Bedeninin yarısını bombardımanda kaybetmesine rağmen, sapanını elinden bırakmadan savaşan Fadi Abu Salah’ın özgürlük tutkusundadır. Küçücük bedeniyle pür silah İsrail askerine yumruğunu sallayan Ahd Temimi’nin cesur yüreğindedir. Kazanacak olan onlardır. Kral ve peygamber olunca yoldan çıkan Davut’a benzeyen sahtekâr İslamcılar değil!


[1] https://en.wikisource.org/wiki/Catholic_Encyclopedia_(1913)/Philistines

[2] Tevrat, “Davut’un Golyat’ı Öldürmesi”, 17: 1 -17:58 arası

[3] Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6, s. 208

[4] Filistin halk mücadelesinin sesi olmuş pek çok şarkı içinde, iki tanesini örnek olarak dinlemeniz yeterli olacaktır. Emel Mathlouthi, “Naci En Palestina” ile Fairuz, “Ana La Ansakee Falasteenu”

[5] Arapçadan çeviren: Mehmet Hakkı Suçin.

Aydın Çubukçu
diğer yazıları

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir