20. yüzyıl Alman edebiyatının en önemli isimlerinden birisi olan Hans Fallada’nın yakın zamanda Ahmet Arpad çevirisiyle Everest Yayınları tarafından basılan “Küçük Adam Ne Oldu Sana” isimli romanı, Nazi iktidarı öncesi Almanya’sının mikro bir görüntüsünü verir.
1930’ların başında hayata tutunmaya çalışan milyonlarca ‘küçük adam’dan birisi olan Johannes Pinneberg ve ‘kuzucuğu’ Emma’nın ayakta kalma mücadelesine götürür okuru. Emma’nın hamile kalmasının ardından çalışmayı bırakması çiftin hayatını giderek zorlaştırır. Pinneberg, bir yandan ailesini geçindirmek için var gücüyle çalışırken, diğer yandan da azgın bir rekabet, birbirinin kuyusunu kazan iş arkadaşları, acımasız ev sahipleri, gözü paradan başka bir şey görmediği için kendisinden bile oda kirası isteyen annesi ve çürümeye yüz tutmuş bir toplumun içinde bulur kendisini. Johannes ve Emma bütün bu çevre içerisinde onurlarıyla ayakta kalmaya çalıştıkça daha da yoksullaşır, yalnızlaşırlar. Çürüme Alman toplumunun içine öylesine işlemiştir ki, parçası olmayan herkes için hayat çekilmez bir hal alır.
“Küçük Adam Ne Oldu Sana?”nın aksine geçen yıl sonbaharda yayımlanmaya başlayan “Babylon Berlin” adlı dizi, herkesin bu çürümeden kendisine düşen payı aldığı ve Jahannes ile Emma’nın bir türlü cevabını veremediği “ne oldu da bu hale geldik” sorusuna cevaplar arayan bir yapım olarak dikkat çekti. “Babylon Berlin”, polisiye bir hikâyenin fonunda 1929 yılının Berlin’ine götürdüğü seyirciye yalnızca toplumsal çürümeyi değil, aynı zamanda daha Naziler o kadar güçlü değilken bile devlet aygıtının hatırı sayılır bir parçasının faşizm için hazır olduğunu da gösteriyor. Çürümenin, kaldırımda üç kuruş için insan öldüren katiller, yoksulluktan bedenini satan kadın ve erkekler, üç kuruşa insan çalıştıran patronlar ya da ekonominin çarkını döndüren mafyada bulunmadığını aynı zamanda polis, ordu, bürokrasi ve yargının fazlasıyla bunda payını aldığını, bunu bir fırsata dönüştürmenin olanaklarını kolladığını görmek mümkün dizide.
İçine düştüğümüz dünya ve insanlar
Köln’den geçici bir görev için Berlin emniyetine atanan ahlak büro dedektifi Gereon Rath içinde kimi siyasilerin de bulunduğu bazı ‘erotik’ filmler aramaktadır. Birlikte çalıştığı Bruno Wolter ile birlikte filmlerin izini sürerken önce mafya ardından da Almanya devletinin karmaşık ilişkilerine doğru bir yolculuk yapmak zorunda kalırlar. Gereon, savaşta erkek kardeşini kaybetmiş olmanın travmasını herkesten gizleyerek yaşarken, Bruno ilk başta küçük çaplı olduğunu düşündüğümüz yolsuzluklarıyla dikkat çeker. Dizi ilerledikçe Bruno’nun göründüğünden çok daha karanlık bir adam olduğunu ve Versay Anlaşması’na tepki olarak devlet içinde örgütlenen “Siyah Ordu” adlı bir girişimin parçası olduğunu öğreniriz.
Bu iki ismin dışında dizinin merkezinde yer alan Charlotte Ritter ise iki göz odada altı akrabasıyla birlikte yaşayan, yoksulluğun her türlüsünü tatmak zorunda bırakılmış genç bir kadın. Bir yandan gece kulüplerinde seks işçiliği yaparak hayatta kalmaya çalışırken, diğer yandan da emniyet müdürlüğünde sekreterlik işleri yapar. Charlotte’nin merakı ve çalışkanlığı yolunun Gereon ve Bruno ile kesişmesine vesile olur. Gereon ile Bruno’nun yolları ayrılırken o da bazı kararlar vermek zorunda kalır.
Dizi, bu üç ana karakter ve çevresindekilerle birlikte nasıl bir dünyanın içinde olduğumuzu resmediyor bir yandan. Charlotte’nin kimliğinde ülkeyi kasıp kavuran ekonomik krizin yarattığı yoksul kitleleri, onların hayata tutunmak için çabalarını ve toplumsal çürümenin vardığı boyutları görmek mümkün oluyor. Son dönemin önemli Alman sinemacılarından Tom Tykwer’in yanı sıra Henk Handloegten ve Achim von Borries’ten oluşan dizinin yaratıcıları yarattıkları hiçbir karakteri yargılamadıkları gibi, diğer karakterlerin bunu yapmamasına da izin vermiyor. Tarihin bu noktasından bakınca ‘çürüme’ gibi algıladığımız her şeyin aslında dönemin normali olduğunu göstermekte oldukça maharetli bir dizi “Babylon Berlin”. Charlotte’nin hem seks işçiliği yapıp hem de polis olmak istemesinin kimse için anormal bir tarafı yok. Küçük çocukların para karşılığı alınıp satılmasının, sokaklarda insanların bedenlerini satmasının, tek göz odalarda dip dibe bir hayat sürmenin, kardeşin kardeşin gözünü oymasının gayet olağan, herkes tarafından kabul edilebilir olduğunu soğukkanlı bir şekilde anlatıyor dizi. Bu yüzden hiç kimse hiçbir şeye müdahale etmiyor. ‘İyi’ bir adam olduğu izlenimi veren Gereon da gördüklerini değiştirmek için çabalamıyor. Charlotte de kimseyi yargılamıyor.
Darbeciler, burjuvalar ve devrimciler
Dizinin yan hikâyesi gibi başlayan, bölümler ilerledikçe merkeze oturan ve finalde her şeyin dönüp bağlandığı bir başka damar daha var. İlk bölümde Sovyetler Birliği’ndeki Stalin iktidarına karşı örgütlenmiş bir grup Troçkist militanın Rusya’dan gelen bir treni İstanbul’a Troçki’ye gönderme çabasına tanık oluyoruz. Devrim öncesinin zenginlerinden birisinin kızı olduğunu söyleyen bir kadın Almanya’ya gelecek bir trene altın dolu bir vagon eklenmesi için bu grupla anlaşmıştır. Ancak trenin asıl yükü zehirli gazdır. Bir dizi gelişme sonucu trene polis tarafından el konulunca herkes boşa düşer. Yalnızca karşıdevrim örgütlemek için altınlara ulaşmak isteyen militanlar değil, Versay Anlaşması’nın ağır şartlarını reddeden ve alttan alta yeniden bir ordu kurmaya çalışan ordu mensupları, onlarla işbirliği yapan sermayedarlar, açgözlü mafya üyeleri de zor durumda kalır.
Gereon’un 1 Mayıs gösterilerinde polisin ateş açması sonucu silahsız iki kadının öldürülmesine tanıklık etmesiyle Alman komünistleri de hikâyenin içine dahil oluyor ucundan. Bu cinayetin önce polise sonra da yargıya taşınması sürecinde Gereon’un yaşadığı dönüşüm aslında Almanya’nın ilerleyen yıllarda yaşayacaklarının da habercisi oluyor aynı zamanda. Hukuk ilk olarak komünistler için çalışmıyor…
Trenle ilgili soruşturmanın derinleştirilmesiyle birlikte gizli bir darbe hazırlığı içinde oldukları anlaşılan üst düzey askerlerin bütün delil ve ifadelere rağmen en üst makamdan imparatorluk vekili tarafından affedilmeleri ve salıverilmeleri, mahkemeye bile çıkarılmamaları da hukukun aslında hiç işlemediğini gösteriyor!
Faşizm akacak bir yatak arıyor
“Babylon Berlin” üçüncü sezonu için kapıyı aralık bırakıp 16 bölümden mürekkep iki sezonu bittiğinde faşizmin birden bire ortaya çıkmadığını, aslında toplumun ve devletin bütün kurumlarında kendisini var ettiğini, artık sonrasının iktidarı ele geçirme meselesi olduğunu açık bir biçimde ortaya koyuyor. Bu bakımdan 1933’te Nazilerin iktidara gelmesinin bir başlangıç mı yoksa sonuç mu olduğunu da tartışmaya açıyor. Birinci Dünya Savaşı’nın hem kişisel trajediler açısından ağır sonuçlarını hem de toplumda yarattığı travmaları ustalıkla ortaya koyuyor. Versay Anlaşması’nın devletin bir kanadı tarafından aşağılayıcı bulunmasının, Almanya’nın ordusuz bırakılmasının kabul edilmemesinin, dışarıya karşı öfkenin içeride önce komünistlere sonra da Yahudilere yönelmesinin ve en vahimi bütün bunların toplumda sessiz bir kabul görmesinin faşizme giden yolları da döşediğini gösteriyor.
Öldürülen komünistlerin mahkemesinde Gereon’un durumu kabullenişi, Yahudi bürokrat ve siyasetçilerin hedefe konulması, ‘Alman ulusunu yüceltme’ sevdasındaki ulusalcı darbeci oluşumların sırtının devlet tarafından sıvazlanması finalde anlamını buluyor. Son bölüme kadar birkaç yerde anılmak dışında görmediğimiz, varlığı hissedilmeyen Nazilerin bir anda ortaya çıkışıyla birlikte dizi boyunca gösterilen her şey ideolojik anlamını da bulmuş oluyor.
“Babylon Berlin”, faşizmin koşullarının, faşistlerin cesaretle ortaya çıkmasından çok daha önce oluştuğunu ders verir gibi çarpıyor suratımıza.