yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Felaketin Ardından Sağ Kalan Utanç 

Altı Şubat tarihinde meydana gelen Kahramanmaraş merkezli depremler, 10 kentte büyük yıkıma ve can kaybına neden oldu. Yaşanan bunca yıkım ve kaybın tek sebebinin “doğal afet” olduğunu söylemek çok güç. “İnsanın” yaşanan depremlerle birlikte ortaya çıkan tahribattaki payı ise yadsınamaz. Hiç şüphesiz bu pay, yıkımın boyutunun ve can kayıplarının artmasında en az depremin büyüklüğü kadar etkili oldu. Bu durum, deprem öncesinde göz göre göre alınmayan önlemlerden yanlış kamu politikalarına, işlevsiz hale getirilen kamu kurumlarının depreme müdahalede geç kalmasından yanlış yöntemlere başvurmasına ve yurttaş dayanışmalarının engellenmesine kadar yaşanan birçok hadisede zuhur etti. Yıkıma sebep olan ihmallerin, beceriksizliklerin ve engellemelerin yanı sıra deprem sonrasında yaşanan “yağmacı” olduğu söylenen kişilere yönelik işkence vakaları, depremden etkilenen mültecilere yönelik ırkçı, ayrımcı söylem ve eylemler gibi insan hakkı ihlalleri ise felaketin boyutunu artırdı.  

Yaşanan yıkımlara eklenen toplumsal-siyasal yıkımlar ise yalnızca bunlarla sınırlı kalmadı. Rejim tarafından, felaketle ortaya çıkan krizi yönetmedeki beceriksizliklerinin üstü hızlıca örtülerek, krizi bir fırsata dönüştürme çabası başladı. En temelde kent mekânının veya adına kentsel dönüşüm dediğimiz tasarımın, insanı değil de sermayeyi gözetmesi nedeniyle karşı karşıya olduğumuz bir tahribat söz konusu iken toplumda, bu krizin sermaye birikim süreçlerini derinleştirmek için rejim tarafından bir fırsat olarak görülmek istendiği endişesi hâkim. Ayrıca rejimin, her kriz anında başvurmakta bir sakınca görmediği ve artık yönetme tekniği halini aldığı olağanüstü hâl ilk fırsatta devreye sokuldu. Yaşamı tekrar olağanlaştırmak yerine siyasi bekanın düşünüldüğü bu gibi iki yüzlü politikalar ise yaşanan krizin boyutunu daha da büyüttü. Rejimin hem deprem öncesi hem de deprem anı ve sonrasında başvurduğu politikalara engel olamamak, bunun yanı sıra bu politikaların topluma (kitle toplumuna), kurumlara ve medyaya da nasıl sirayet ettiğini bu vesile ile bir kez daha görmek hayatta kalanların ağırlıklı duygusunun utanç olmasına sebep oldu. Yaşanan felakete müdahale etmekte geç kalanların meşgul olduğu ticari anlaşmalardan enkaz altında hala kurtarılmayı bekleyenlerin işittikleri kendi cenaze namazlarının çağrısına (sala), medyada tertip edilen “mucize haberciliğinden” failler ve suç ortaklarının da katıldığı “hayırseverlik karnavalına”1 kadar utanç listesi ise oldukça kabarık. Yaşanan hadiselerin tümü karşı karşıya olduğumuz asıl şeyin bir tür toplumsal-siyasal yıkım/enkaz/çürüme olduğunu bizlere gösterdi. Deprem sebebiyle günlerce tanıklık edilenin doğanın yıkıcı, yok edici gücü kadar insanın kahredici kudreti ve utanç kaybı olduğunu da. Bu yazıda tam da bu sebeple felaket anlatısına ve utanca yer vermeyi amaçlamaktayım. Bu metindeki asıl amacım, rejimin bu politikalarını tek tek tahlil etmekten daha ziyade genel anlamda felaket anlatısına ve yaşadığımız felaket sonrasında toplumun belli kesimlerince fazlaca dile getirilen utanca yer vermek olacak. Böylesi bir yazıyı, felaketin yazısını ve utancı yazmak ise ancak pasajlar halinde yazmakla mümkündür.  

*** 

Yaşanan hadiselerdeki sorumluluğu üstlenmek konusunda kayıtsız kalanlar tarafından sığınılan “asrın felaketi” söylemi bir retorik üreterek yıkımları ve can kayıplarını doğaya, kadere mal etme ve politik anlatıdan koparma gayretinde. Oysa unutulmamalıdır ki felaket sözcüğü deprem, sel, yangın gibi doğal afetler kadar insan eliyle yapılmış olan yıkımları, savaşları ve soykırımları ifade etmek için de kullanılır. Üstelik sadece olayın kendisi de değildir felaket, çıplak yaşama indirgenen yaşamlar, insanlığa ait ortak değerlerin ve toplumsal bağın kaybı, faillerin ve suç ortaklarının el birliğiyle yarattığı bütüncül bir enkazdır. Felaket tam da Hannah Arendt’in tanımladığı anlamda sosyo-ekonomik-politik-toplumsal tasavvurlarıyla 20. yüzyıla özgü bütüncül (totaliter) tahakküm’ün bir ürünüdür.2 Bu yüzden yıkımların üzerinde yükselen tarihin (asırlık cumhuriyet tarihinin) en önemli metaforudur. 

*** 

Felaketin boyutunun yalnızca yaşanan yıkımlar ve can kayıpları ile açıklanamayacak kadar büyük olduğu böylesi bir depremin ardından bu felakete tarihsel tanıklık3 edenlerin (ki biz buna sağ kalanın da diyeceğiz) ağırlıklı duygularından biri de utanç oldu. Felaketin asıl sorumlularının sığındığı retorik ve sahip olduğu iki yüzlülük sebebiyle tanık olunan onca skandal karşısında utanç duygusu, olayda sorumluluğu bulunmayanlar tarafından sahiplenildi. Tarihsel tanığın veya sağ kalanın kendi eksikliğinden ya da kusurundan kaynaklanmayan dolayısıyla da sahiplenilmesi mümkün olmayan bu duygunun sahiplenildiği bir durum söz konusu. Fakat burada bu sahiplenilmesi mümkün olmayan duygunun, yani utancın, bir başkası adına utanmak olmadığını belirtmek gerekir. Daha ziyade failler ve suç ortakları ile aynı türe ait olmanın utancı, yani “insanlığından utanmaktır”. Bu duygunun, “insanlığa karşı işlenen suçların” * failleri ve suç ortakları tarafından paylaşılması ise beklen(e)mez. Utanç bu yönüyle insanlığın müşterek bir duygusudur ve müşterek bir yaşamın önünü açar. Utanç, Carlo Ginzburg’a referansla söyleyecek olursak birleştirici bir duygu ve güç olarak sevgiden daha güçlü bir toplumsal bağ yaratma imkânına sahiptir. Ginzburg buna the bond of shame, utanç bağı diyecektir.4 Bana kalırsa utancın, felaketler sonrasında yaşanılan bunca akıl tutulmasına rağmen sağ kalarak toplumsal bağı ayakta tutmasının yegâne sebebi budur. 

*** 

Auschwitz kampından sağ kurtulanlardan biri olan yazar Primo Levi, Nazilerin yenilgisi sonrası Sovyet ordusunun kampa gelişini ve askerlerle karşılaştığında hissettiğini şu sözlerle ifade eder: 

Selam vermiyor, gülümsemiyorlardı; acımanın yanı sıra, ağızlarını mühürleyen ve gözlerini bu cenaze görüntüsüne bağlayan anlaşılmaz bir çekingenlik ellerini kollarını bağlamış gibiydi. Bizim çok iyi tanıdığımız, seçimlerden sonra ve onur kırıcı bir hakarete tanık olduğumuz ya da uğradığımızda içimizde beliren utancın aynısıydı: Almanların tanımadığı utançtır bu; adil kişinin, bir başkasının işlediği suç karşısında hissettiği utançtır ve o suçun var olması, var olan şeyler dünyasına geri dönüşsüz bir biçimde sokulmuş olması, kendi iradesinin bir hiç ya da hemen hemen hiç durumunda olup, savunmada herhangi bir işe yaramaması ona vicdan azabı verir.5 

Levi’ye göre Sovyet askerleri kendilerinin hissettiğine benzer bir utanç duymaktadır; faillerin ve suç ortaklarının hissetmediği. Levi asıl utanç duyması gerekenin kendileri olmadığının farkındadır. Fakat buna rağmen Levi’ye eşlik etmeye devam eden utanç duygusu, bir başkasının yaptığı kötülükten duyulan utanç, kötülüğün varlığı, kötülüğün dünyada var olması ve bunun karşısında bir şey yapılamamasıdır. Levi bu duygusunu biraz daha ileri taşıyarak bunun “dünya utancı” olduğunu söyleyecektir. Levi’nin dile getirdiği utanç, bir fenomen olarak felaketin tarihsel tanıklar/sağ kalanlar üzerinde yarattığı etkiyi, felaketin ve felaketin neden olduğu adaletsizlik hissini ifade eder. Bu aynı zamanda Levi’nin Boğulanlar ve Kurtulanlar kitabında da dile getirdiği gibi yaşanan felaketi failler açısından değil, tarihsel tanıklar/sağ kalanlar üzerinden anlayabilmenin de yoludur.  

*** 

Utançtan bahsederken hala tam olarak nasıl bir fenomenden bahsedildiğini, utanç ile ortaya çıkan veya utancın ortaya çıkardığı şeyin ne olduğunu belirgin kılmaya ihtiyaç vardır. İlkin, karmaşık gibi görünen böylesi bir duygudan bahsederken ahlaki bir durumdan söz edilmediğini, bunun tam aksine Giorgio Agamben’in Utanç ya da Özneye Dair metninde Primo Levi’nin utanç duygusunu tarif ederken dile getirdiği gibi “etiğin henüz keşfedilmemiş alanında” olduğumuzu belirtmemiz gerekir.6 İkinci olarak belirtebileceğimiz durum ise aslında ilkiyle yakın ilişkilidir: utancın çoğu zaman suçluluk ve sorumluluk duyguları ile iç içe geçmesi ve neredeyse birbirinden ayrı düşünülememesi sebebiyle aradaki farkın belirsiz kalması.  

Suçluluk en genel anlamda cezai bir işlem gerektiren eylem ve fiilde bulunma durumunu belirtirken utancın ise failin bizzat öznenin kendisi olmadığı bir durumu ifade ettiğini söylemek mümkündür. Suçlulukta dışsal, nesnel bir nedene ihtiyaç varken utanç ise daha öznel (bir o kadar da toplumsal) bir duygu olarak karşımıza çıkar. Utançta, yasanın ihlali veya çiğnenmesi anlamında bir suçun varlığından söz etmek her zaman için mümkün değildir. Utanç, bir yasa ihlalinden daha ziyade ötekinin bakışına yakalanmış olma hali ve bu bakıştan kaçmanın imkânsızlığıdır. Nitekim Levi’nin “rasyonel açıdan utanılacak bir şey olmamasına rağmen varlığını sürdüren utanç”7 olarak ifade ettiği şey de tam olarak budur. Fakat yine de hem Levi’nin metninde hem de utanç ve suçluluğa yer veren birçok felsefe, psikanaliz, edebi metinde bu iki duygunun iç içe geçtiğini ve birbirinden neredeyse ayırt edilmez olduğunu söylemek de mümkündür. Bunun en temel sebebi ise başka bir çalışmanın konusunu oluşturması sebebiyle burada ayrıntısına giremeyeceğimiz, topluluğun temelini ortak suçların oluşturduğunu söyleyen topluluk kuramlarıdır.  

Utanç, dışsal, somut ve nesnel bir nedene ihtiyaç duyan suçluluktan farklı bir tecrübedir. Bir duygulanım olarak utanç durumunda ortaya çıkan yüz kızarması, baş çevirme, kendi içine dönme/kapanma, hareketsiz kalış gibi jestler aslında öznenin kendisi için kaçmanın olanaksız olduğu şey ile karşı karşıya kalındığını gösterir. Utanç durumunda özne, kendisi ile onu utandıran arasına hiçbir mesafe koyamadığı için ona teslim olur. Kendine mal etmesi, sahiplenmesi, kendinin kılması mümkün olmayana sıkışıp kalır. Öte yandan sıkışıp kalınan şeyden uzaklaşmanın, kaçmanın da olanaksızlığı içindedir. Kaçmanın imkânsızlığı, sıkışılan şeyin kendisi, varlığın ta kendisidir. Utanç ile tecrübe edilen asıl olarak budur. 

*** 

Utanca dair böylesi bir tanımlama akla Emmanuel Levinas’ı getirir. Utanç ve varlık arasında kurulan bu ilişki Levinas’ın etik anlayışından izler taşır. Bu iz ise ötekinin, kendinden başka olanın izidir. On Escape (Kaçış Üstüne)8 kitabında utanç ve varlık arasındaki ilişkiyi Levinas, utanç ile keşfedilen şeyin, “kendi kendisini keşfeden varlık” olduğunu söyleyerek ifade eder. Levinas’a göre varlık, “öznenin” sıkışıp kaldığı, dışına çıkmak istediği fakat kaçışın imkânsız olduğu ikamettir. Utanç tam da bir olay olarak bu ikametin sarsılması deneyimidir (experience**). Utanç durumunda, kaçmanın ve sahiplenmenin olanaksızlığı içinde “özne” kendisine yapışmış olan varlığını keşfeder ve ondan çıkması mümkün olmadığı için kendi varlığına açılır. Utanç ile apaçık, çıplak kılınan varlığın kendisi yani utancıdır. 

Utanılacak anlamda bir kusurun varlığından söz etmek mümkün olmamasına rağmen varlığını sürdüren, sağ kalan utanç ise ötekine, kendinden başka olana sorumlu oluşumuzun, etiğin, Levinas etiğinin bizatihi kendisi değil midir? Burada ayrıntınsa girmenin mümkün olmayacağı Levinas’ın etik anlayışı, varlığı salt bir ontoloji tartışmasının konusu olarak değil, Levinas’ın her türlü felsefeden daha öncel olduğunu söyleyeceği etiğin konusu olarak ele alır.9 Levinas için varlık bir mevcudiyet (varlık, varoluş) meselesi değil, ötekiyle (ötekinin ölümüyle) ilişkinin kendisidir. Bu sebeple ölüm, ötekiyle ilişkiden ayırt edilebilir değildir. Ötekinin artık var olmayışı, ölümü, Bende aynı olanın kesintiye uğramasıdır. Ötekinin artık var olmayışında, yokluğunda ve bu yokluğun yarattığı boşlukta ise bir sessizlik, yanıt yokluğu ve çağrı belirir. Levinas’a göre bu çağrı, ötekinin yüzünde beliren çağrıdır ve ötekine olan sorumluluğa çağırır. Bende örtük olanı açık kılar ve çıplak bırakır. Ötekinin ölümünün beni yaralamasının ve utanç duygusuna yol açmasının sebebi budur. Utanç, ölümlü olduğu için ötekine sorumlu oluşum ve bu sorumluluğun bende açtığı yaradır. Böylesi bir utanç, ötekinin ölümünün ardından sağ kalanın utancı diyebileceğimiz bir utançtır. 

*** 

Felaket tanığın ölümüdür diyordu Marc Nichanian Edebiyat ve Felaket kitabında.10 Nichanian’a göre artık hayatta olmayanlar felaketin asıl tanıklarıdır. Felaketin ardından sağ kalanlar ise felakete tarihsel tanıklık edenlerdir. Bu aynı zamanda akla Primo Levi’nin Boğulanlar, Kurtulanlar kitabında dile getirdiği “bizler, biz hayatta kalanlar gerçek tanıklar değiliz”11 sözlerini getirir. Felaketi anlatabilecek gerçek tanıklar artık hayatta olmadığı için felaket hakkında konuşmak imkânsızdır. Tarihsel tanık ise hem bu sebeple hem de felakette yaşanan kötülük ve felaketin ardından sağ kalmanın utancı sebebiyle kaybı dile getirebilme kapasitesinin kaybını yaşamaktadır. Maurice Blanchot Felaket Yazısı kitabında, felaket anlatısı hakkında konuşmanın veya felaketin yazısını yazmanın ancak “düzeni bozulan ve tersine dönen bir dil ile” mümkün olduğunu söyleyecektir. Blanchot’a göre;  

Her şey söylendiğinde söylenecek olarak kalan felakettir (geriye felaketi söylemek kalır), söz harabesi, yazı yoluyla çöküş, fısıldayan fısıltı: artıksız kalan (parçalı).12 

Blanchot’a göre bunun asıl sebebi felaketi anlatabilecek etken anlamda bir özneden söz etmenin mümkün olmamasıdır. Özne, felaketin asıl tanığı değildir. Felaketin asıl tanıkları artık hayatta olmayanlardır. Bizler, sağ kalanlar ise felaket ile ilişkide, felaketle karşılaştığımızda edilgenizdir.13 Tıpkı felaketin yol açtığı yıkımın alt üst ettiği, kesintiye uğrattığı “yaşam-zaman” gibi özne de altüst olmuş, kesintiye uğramıştır. Bu sebeple felaketin deneyiminden söz etmesi, felaketi anlatması, açıklamaya çalışması ve hakkında konuşması imkânsızdır. Nitekim felaketin ardından sağ kalanların, felaketin simgesel alanda temsil edilmezliğine eşlik eden duygusunun utanç olmasının sebebi budur.  

Blanchot’un Felaket Yazısı kitabında sıkça yer verdiği önemli kavramlardan biri olan edilgenlik ise yakın arkadaşı ve aynı zamanda düşünce yoldaşı olan Levinas’tan ve onun etik felsefesinden izler taşır. Blanchot’a göre edilgenlik, saf bir maruz kalıştır. Bir kendiliğinden tesir veya etkilenimdir. Üstlenilmesi mümkün olmayan, her türlü edilgenlikten daha edilgen bir durumdur. Böylesi bir edilgenlik düşüncesi, ölümü, ötekinin ölümünü, zamanın sabrı olarak ifade eden Levinas düşüncesinin bizatihi kendisi değil midir?14 

*** 

Utanç ile tecrübe edilen aslında sağ kalanın hem tekil hem de çoğul anlamda varlığıdır ki bu iki varlık kipi birbirinden ayrı düşünülemez. Utanç hem varlığın hem de insanlığın utancını taşır. Bu utanç ise sağ kalanın, tanığın bakışına (yüzüne) yakalanmaktan kaynaklı duyduğu utançtır. Burada felaketin ardından sağ kalan utanç veya sağ kalmanın utancı diyebileceğimiz bir utancın söz konusu olduğunu söylememiz gerekir. Utanç, yaşanılan felaketin ve felaketin gerçek tanıklarının ardından sağ kalandır. Ve belki de yalnızca utanç sağ kalandır.  

Felaketten arta kalan/sağ kalan utanç, Franz Kafka’nın Dava kitabının son bölümünde de karşımıza çıkar. Dava’nın son bölümünde, celladın kalbine bıçağı sapladığı sahnede, K.’da ölmek üzereyken utanca benzer bir şey belirir. Dava’nın son sözleri şunlar olacaktır: ‘bir köpek gibi!’ dedi, sanki utanç, ondan sonra da hayatta kalacaktı.15 

Notlar:  

1. Zygmunt Bauman’a referansla başvurduğum hayırseverlik karnavalı kavramı, çeşitli mecralarda (özellikle medya) “ihtiyaç sahipleri” için düzenlenen yardım kampanyalarını ifade eder. Sorunun gerçek kaynağını göstermenin çok uzağındadır. Ahlaki, vicdani duyguları harekete geçirir ve hiyerarşiyi yeniden üretir. Bauman’a göre bu yardım kampanyaları, bastırılmış ahlaki duyguların kitlesel fakat kısa ömürlü patlamalardır. Bknz: Zygmunt Bauman, Çalışma, Tüketicilik ve Yeni Yoksullar, çev. Ümit Öktem, Sarmal yayınevi, İstanbul:1999. 

2. Bu çalışmanın sınırlılığı sebebiyle bu yazının maksadını çok aşacağından Hannah Arendt’in totalitarizm kavramsallaştırmasının ayrıntısına girilememiştir. Burada bu kavrama başvurmak istememin asıl nedeni ise Arendt’in totalitarizmi salt bir otoriterleşme eğilimi sorunu olarak görmemesi, ekonomik, toplumsal, sosyal, siyasal tasavvurlarıyla bütüncül, kitlesel topyekûn bir tahakküm olarak ele almasıdır. Kaldı ki totaliter rejimlerin 20. yüzyılda yarattığı büyük yıkımlar herkesin malumudur. Arendt’in 20. yüzyıla özgü bir fenomen olarak ele aldığı totalitarizm kavramı için Bknz: Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları 3: Totalitarizm, çev. İsmail Serin, İletişim yay., İstanbul: 2014.  

3. Tarihsel tanık kavramına, Marc Nichanian’ın Edebiyat ve Felaket kitabında yer verdiği referans noktasından hareketle ve aynı zamanda felsefi bir problem olarak ele alınan tanıklık sorunsalını da içermesi sebebiyle başvurulmuştur. Nichanian, gerçek tanığın artık hayatta olmayanlar olduğunu, dolayısıyla da tanıklığın mümkün olmadığını söyleyen felsefi tartışmaları göz önünde bulundurarak hayatta kalanın/sağ kalanın tanıklığı için tarihsel tanıklık kavramını kullanır. Nichanian için bu ayrım aynı zamanda tanıklık ve hakikatin dile getirilme iddiası arasındaki ilişki için de önemlidir. Bknz: Marc Nichanian, Edebiyat ve Felaket, çev. Ayşegül Sönmez, İletişim yay. İstanbul, 2011:8. Bu tartışmaya metnin ilerleyen kısmında tekrar geri döneceğiz.  

4. Carlo Ginzburg, The Bond of Shame, New Left Review magazine, 2019. Yazının tamamına şuradan ulaşılabilir: https://www.eskop.com/images/UserFiles/Documents/Editor/The%20Bond%20of%20Shame,%20NLR%20120.pdf. Ayrıca Derya Yılmaz çevirisiyle e-skop’ta yayınlanan yazının kısa bir çevirisine de buradan bakılabilir: https://www.e-skop.com/skopbulten/pasajlar-utanc-bagi/5590.  

5. Primo Levi, daha önce Türkçeye Ateşkes adıyla çevrilen kitabında yer verdiği bu pasaja yıllar sonra yazdığı Boğulanlar, Kurtulanlar adlı kitabında bir kez daha yer verir. Bknz: Primo Levi, Boğulanlar, Kurtulanlar, çev. Kemal Atakay, Can yay. İstanbul: 1996, s.60.  

* Deprem felaketi sonrasında karşı karşıya kaldığımız suçun sadece “insanlığa karşı işlenmiş suçlar” olmadığını, doğanın, ekolojik yaşamın, hayvanların da bu yıkımın sonuçlarından ciddi boyutta etkilendiğini belirtmek gerekir. Hatta kültürel mirasların ve kent hafızlarının da. Fakat burada “insanlığa işlenmiş suçlar” kavramına başvururken ki amacımın tüm bu kayıpları, felaketin bu boyutunu görmezden gelmek olmadığını, kavramın beraberinde taşıdığı başka düşünce patikalarından faydalanmak olduğunun altını çizmek isterim.  

6. Giorgio Agamben, “Utanç ya da Özneye Dair”, Tanık ve Arşiv: Auschwitz’den Artakalanlar içinde, çev. Ali İhsan Başgül, Dipnot yay. Ankara, 2017, s.92.   

7. Primo Levi, A.g.e., s.64. 

8. Emmanuel Levinas, On Escape, trans. Bettina Bargo, Stanford University Press, Stanford, 2003. 

** Experience İngilizcede deneyim, tecrübe, olay, başa gelen olay, maruz kalış gibi anlamlara gelmektedir. Bu kelimenin çağdaş felsefede ise özel bir referans noktası olduğunu söylemek mümkündür. Tarih felsefecilerinin olay felsefesi etrafında yaptığı tartışmalardan George Bataille’ın iç deney kavramına kadar kelimenin geniş bir kullanımı söz konudur. Benim burada bu kelimeye başvurmak istememin özel sebebi ise kelimenin Bataille felsefesinde önemli bir kavram olarak, günlük yaşamın içerisinde karşılaşılan sınır olgularının varlık hakkında düşünmeye sevk etmesi olarak ele alınmasıdır. Bknz: George Bataille, İç Deney, çev. Mehmet Mukadder Yakupoğlu, Yapı Kredi yay. İstanbul: 2018.  

9. Bu düşünce aynı zamanda, Emmanuel Levinas ve Martin Heidegger felsefeleri arasındaki en önemli ayrımı da gösterir. Varlığı kendi ölümlülüğünden itibaren düşünen Heidegger’den farklı olarak Levinas, varlığı kendi zamanının ötesinde, öteki (ötekinin ölümü) ile ilişki olarak ele alır. Levinas’ın, Heidegger felsefinden uzaklaştığını fakat bir o kadar da ona borçlu olduğunu söylediği etik felsefesinde ölüm, varlığın sınırı, sonlu oluşu anlamında varlığın ufku olarak değil, kendi zamanı bakımından bir hürleşme, ötekinin zamanına geçiş olarak düşünülür. Bknz: Emmanuel Levinas, Ölüm ve Zaman, çev. Nami Başer, Ayrıntı yay. İstanbul: 2020.  

10. Marc Nichanian, A.g.e. s.8. 

11. Primo Levi, A.g.e., s.69. 

12. Maurice Blanchot, Felaket Yazısı, çev. Aziz Ufuk Kılıç, Monokl yay., İstanbul, 2017: 54. 

13. A.g.e., s.11.   

14. Emmanuel Levinas, Tanrı, Ölüm ve Zaman, çev. Işık Ergüden, Sel yay. İstanbul, 2021: 18-24.   

15. Franz Kafka, Dava, çev. Ahmet Cemal, Can yay. İstanbul, 2014: 244. 

Servet Kaplan
diğer yazıları

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir