yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

GAMZE ARSLAN: KURGU ÖYKÜNÜN CAN DAMARI GİBİ GELİYOR BANA

  • Öykülerinizin -var ise elbette- ana meselesi nedir?

Yazarken bir meselem olması gerektiğini düşünerek yazmıyorum genellikle. Fakat yazmaya başlamadan önce aldığım notlar üzerine düşündükçe hep bir meselenin etrafına çengel atıyor fikirlerim. Bunu biraz da o demlenme süreci belirliyor galiba. Tek satırlık bir not ile bambaşka bir şeyi mesele haline getirebiliyor yazma süreci. En nihayetinde yazma aşamasını bitirip öyküyü saf gözle okumaya çalıştığımda daha net görebiliyorum bir şeyi dert edinip edinmediğimi.

  • Cortazár’ın bilindik sözüdür: “Roman puanla kazanır ama öykünün tek şansı nakavt etmektir.” Buna karşılık, “Öykü,” der Carver, “bir şeyleri açığa vurmalı, ama her şeyi değil”. Kurgu öykünüzün neresinde yer alıyor?

Kurgu, “bulanık suyu” temizleyerek onu içilebilecek hale getirmek gibi geliyor bana. O suyu bulandıran şeylerin hepsini göz önüne alıp, hangisini çıkarıp, hangisini bırakacağınıza karar vermek. Su, en sonunda her şeyden arınmış, saf ve tertemiz olmak zorunda değil elbette. Hayır, bazen içerideki taşlar, yosunlar, kayalar, toprak, yaşayan canlılar ve daha birçok şeyi orada tutarak da suyun bulanıklığı giderilebilir. Sadece o suyun debisi, ortamı düşünülüp içindekilerin yerleri değiştirilerek de yapılabilir pek tabii. Hatta belki bulanık olanı daha da bulandırarak bir tür değilleme ile de bu mümkün olabilir. Bu durumda kurgu öykünün can damarı gibi geliyor bana. Kendi yazarlığımda her öyküyü kaleme alırken bambaşka bir suya bakıp, onun debisini, bulunduğu ortamı göz önüne alarak neler çıkarıp neler ekleyeceğimi, bazen hiçbir şey çıkarmaksızın içini daha fazla bulandırarak aslında yeni bir “temizlik” hissini nasıl kazandıracağımı düşünürüm. Okur için rahat yudumlanan suyu aramıyorum sadece. Uzun süre susuz kaldıktan sonra aniden içilen suyun boğazı acıtan hissini de, yutulamayan ve boğazda büyüyen suyun sertliğini de arıyorum çoğu zaman.

  • Toplumu içeren ya da ona ilişkin herhangi bir alanda hâkim olan vasatlık, sanatsal üretim alanlarına ne şekilde sirayet eder, çağdaş öykümüz ölçeğinde değerlendirir misiniz?

“Vasat”ın sözlükte üç anlamı bulunuyor, orta, içinde bulunulan ortam ve vücudun orta yeri, bel. Kelimenin kendisi çağdaş öykü için söylenebilecekleri bize sunuyor sanki. İçinde bulunulan ortam, yaşadığımız çağ “hızlanmayı” düstur edindiği için, sanatsal üretim de buna ayak uydurmaya çalışıyor. Daha hızlı, daha tüketilebilir olanı üretmeye başladığımız vakit, kelimenin ikinci anlamı olan “orta”ya varıyoruz. Bu durumda çağdaş öykü bu hıza ayak uydurmaya çabaladıkça, beli doğrulamamış, bir tarafından eksik kalmış eserleri açığa çıkarıyor. Beklemeyi, yazılı olanı defalarca silip yeniden yazmayı ve belki vazgeçmeyi bu tüketim hızında başaramıyoruz diye düşünüyorum.

diğer yazıları