yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Geliyorum Diyen (Toplumsal) Bir Cinayetin Öyküsü

“Onu bilerek öldürdük,” demiş Petro Vicario. “Ama biz masumuz.”
“Belki Tanrı’nın huzurunda,” diye yanıt vermiş peder Amador.
“Hem Tanrı’nın hem de insanların huzurunda,” diye diretmiş Pablo Vicario. “Namus meselesiydi bu.”
[1]

 

 

Simone de Beauvoir 1949 yılında kaleme aldığı “on ne naît pas femme, on le devient” (kadın doğulmaz, kadın olunur) başlıklı makalesinde, dişi üreme organlarıyla doğan bir bebeğin büyüyünce kendiliğinden kadın olmayacağını, kadına dönüşeceğini; daha doğrusu içinde yaşadığı toplum tarafından, o toplumun bir kadından beklentileri doğrultusunda kadına dönüştürüleceğini söyler. Kadınlar eğitimin ve koşullanmanın ürünüdür; yetiştikleri kültürün, alt kültürün ve dini mezhebin baskın değerlerine maruz kalır, bu değerlere göre biçimlendirilirler. Kadın hakları savunucuları, cinsiyet kavramını, ilk kez, kız çocuklarını önce genç kıza, sonra da kadına dönüştüren toplumsal sürecin ürününü belirtmek için kullandılar. Bunu “toplumsal cinsiyet” diye tanımlamak yerinde olacaktır. Bu süreç belli bir kültüre ve belli bir zamana özgü fiziksel, kültürel, sosyo-kültürel özellikleri kızlara ve kadınlara yavaş yavaş aşılar. Bu özellikler, aynı çağda aynı kültürde yaşayan erkeklerin özelliklerinden farklıdır.[2]

Simone de Beauvoir’un yukarıda özetlemeye çalıştığım ufuk açıcı saptamasından hareketle, “erkek doğulmaz, erkek olunur” demek de yanlış olmayacaktır. Yeryüzünde konuşulan hemen her dilde erkeklik sözcüğü biyolojik bir kimliği tanımlamanın yanı sıra mertliği, güvenilirliği, sözünün eri olmayı ifade eder. Ne var ki, söz konusu dil topluluğundaki egemen ataerkil bakış açısının bir yansıması olan bu tanım aldatıcıdır. Erkek olmak da tıpkı kadın olmak gibi, toplum tarafından, toplumun bir erekten beklentileri doğrultusunda biçimlendirilmek demektir. Cinsiyetler arasındaki farkı belirleyen şey, üreme organları değil, toplumsal beklentilerdir. Dolayısıyla kültürün, alt kültürün, dini mezhebin vs. baskın değerlerine maruz kalır, bu değerlere göre biçimlendirilirler. Erkeklerin egemen olduğu [ataerkil] toplumda erkek birey kadınlarla karşılaştırıldığında sayısız ayrıcalıklara sahip olmakla birlikte, çocuk yaşlardan itibaren toplum tarafından kendisine aşılanan (dayatılan da diyebilirsiniz) değerlerin kurbanıdır bir bakıma. Bu değerlerle hesaplaşmadan, ya da aynı anlama gelmek üzere, kendisine dayatılan erkekliği reddetmeden özgürleşemez; mert, güvenilir bir birey haline gelemez. Gelgelelim, bu, aynı zamanda, ataerkinin erkeğe sunduğu kimi imtiyazların geri çevrilmesi, dahası ciddi toplumsal yaptırımlarla yüz yüze kalınması anlamına da geleceğinden, dayatılan toplumsal bir cinsiyet olarak erkekliği reddetmek her “babayiğidin” harcı değildir.

Bu yazıda, “toplumsal cinsiyet” olgusunun, Kolombiyalı yazar Gabriel García Márquez’in Türkçeye “Kırmızı Pazartesi” ismiyle çevrilen Crónica de una muerte anunciada[3] adlı yapıtında nasıl somutlandığını ele almaya çalışacağım.

Márquez, bu eserde (Crónica), yaşadığı kasabada işlenen, hem kurbanını hem de faillerini yakından tanıdığı için kendisini derinden sarsan gerçek bir cinayetin kurmaca hikâyesini anlatır. Asıl mesleğinin gazetecilik olduğunu sıkça vurgulamış olan Márquez’in kendisine özgü (gazetecilik teknikleri ile kurgu sanatının karışımı diyebileceğimiz) usta anlatımıyla kaleme aldığı Crónica, hemen her gün bir benzerini gazetelerden okuyup televizyon haberlerinde dinlediğimiz, pek de sıra dışı denemeyecek bir cinayetin sıra dışı öyküsüdür: Çoğumuzun bildiği gibi, kasabaya altı ay önce gelen gizemli, zengin bir adam (Bayardo San Román), kıt kanaat geçinebilen Vicario ailesinin güzel kızı Ángela’ya talip olur. Kızın evlenmeye gönlü olmasa da bağnaz bir Katolik olan annesi Pura Vicario, kendilerini yoksulluğun pençesinden kurtaracak böyle bir kısmeti tepmeye hakları olmadığını, “aşkın da zamanla öğrenileceğini” söyleyerek kızını “ikna eder”. Ne var ki Ángela bakire çıkmadığından, kocası, düğün gününün gecesinde kızı baba evine geri götürür. Annesi ve ikiz kardeşleri tarafından acımasızca sorgulanan kızcağız, (Márquez’in anlatımıyla) “karanlıkta el yordamıyla bir şeyleri yoklar gibi arar söyleyeceği ismi; sonra, bu dünyada olduğu gibi öteki dünyada da birbirine karıştırılabilecek pek çok isim arasından seçip bulur onu, cezası çoktan kesilmiş çaresiz bir kelebek gibi kargısıyla duvara çiviler (adını): – Santiago Nasar.” Bunun üzerine, kardeşleri Pedro ile Pablo ertesi sabah Santiago Nasar’ı kendi evinin önünde hunharca bıçaklayarak öldürürler.

Kitabın daha ilk cümlesinde, Santiago Nasar’ın o gün öldürüleceğini okuruz. Katillerin kim olduğunu ve neden öldürmek istediklerini öğrenmemiz uzun sürmez. Gelgelelim, görünürdekiyle yetinmeyen yazar, 27 yıl sonra döndüğü kasabada, hayatta kalan tanıklarla tek tek konuşup[4] adliye binasının bodrumunda bulduğu sorgu hâkimliği fezlekesinden arta kalan sayfaları inceleyerek cinayeti aydınlatmaya çalışır. Polis gözüyle bakıldığında, her şey (maktul, failler, saik) ortadadır; fakat yazar, gerçeğin görünenden ibaret olamayacağının farkındadır.

Öyküde Ángela’nın evlenmeden önce ilişkiye girdiği kişinin kim olduğu belirsiz kalır, daha doğrusu belirsiz bırakılır. Kasabada en yaygın olan söylentiye bakılırsa, kız, gerçek sevgilisini korumak için Santiago Nasar’ın adını vermiş, çünkü kardeşlerinin onun gibi zengin bir adamı öldürmeye asla cesaret edemeyeceklerini düşünmüştür. Yazar da aynı görüştedir. O güne dek Ángela ile Santiago Nasar’ı yan yana gören olmamıştır. Arkadaşlarının “piliç avcısı bir atmaca” dedikleri Santiago Nasar, ölmüş babası gibi başına buyruk bir beyzadedir. “Tek başına takılır, civar koruluklarda karşısına çıkan, yeni tomurcuk açmış her genç kızın gülünü koklamasını bilir.” Fakat kasabada sözlüsü Flora Miguel dışında tek bir ilişkisi olmamış, hiçbir kızla yan yana görülmemiştir. Öte yandan, evin aşçısı Victoria Guzmán’ın ergenliğe yeni adımını atmış olan kızı Divina Flor’u her fırsatta taciz etmesi, yazarla konuşurken Ángela Vicario’yu kastederek, “senin şu ahmak teyze kızını keklik gibi avlamalı” demesi vb. ayrıntılar da, kızın doğruyu söylemiş olabileceğini düşündürtmektedir. Bununla birlikte, Santiago Nasar’ın gerçekten “suçlu” olup olmadığının aslında bir önemi yoktur. Yazarın yanıtını bulmaya çalıştığı soru bu gibi görünse de, kanımca o, okurun merakını neyin kamçılayacağını iyi bildiğinden, söz konusu belirsizlikten yararlanarak karanlıkta kalan gerçek suçluyu, cinayetin azmettiricisini, olayların akışı içinde, büyük bir ustalıkla gözler önüne serer.

Santiago Nasar’ı öldüren ikiz kardeşler Pedro ile Pablo Vicario, 24 yaşında gençlerdir. Sorgu hâkimi, fezlekesinde, “kaba saba ama iyi adamlar” notunu düşmüştür onlar için. “Hâkimin yerinde olsaydım ben de aynısını yazardım,” der Márquez. Vicario ailesinde “ikizler erkek adam olsunlar diye yetiştirilmişlerdir, kızlar ise iyi birer kısmet bulup evlensinler diye.” (…) “ ‘Kimse bu kızların eline su dökemez,’ derdi annem. ‘Onları alan adam mutlu olur, acı çekmek için yetiştirilmişler çünkü.’” Santiago Nasar’ı öldürme kararını bağnaz Katolik bir kadın olan anneleri Pura Vicario’nun ya da ikizlerin aldığını söylemek de güçtür. Nitekim, Márquez, Ángela’nın sorguda Santiago Nasar’ın ismini vermesini, “cezası çoktan kesilmiş çaresiz bir kelebek gibi kargısıyla duvara çiviledi (adını)” diye betimler. Bir karara varmak söz konusu değildir; yapılacaklar bellidir çünkü. Ya “namuslarını temizleyecek” ya da utanç içinde geçireceklerdir kalan ömürlerini.[5] Doğrusu, ikizler, “gökten omuzlarına düşen bu ağır yükten” kurtulmak için ellerinden geleni yaparlar. Ne utanç içinde yaşamak isterler, ne de ellerini kana bulamak. Birileri çıkıp kendilerine engel olur umuduyla, uğradıkları her yerde (bıçaklarını bilemek için gittikleri et pazarında, sokakta, Clotilde Armenta’nın sütçü dükkânında), yüksek sesle Santiago Nasar’ı öldüreceklerini ilan ederler. Gelgelelim, toplumsal baskı o kadar ağırdır ki, içlerinden geçeni birbirleriyle paylaşmaktan bile çekinirler. Belediye başkanı ellerindeki bıçakları alıp onları evlerine gönderdiğinde her ikisi de içten içe sevinip rahatladıkları halde, bunu dile getiremez, çaresizce eve gidip yeni bıçaklar alırlar. Dönüşte Pablo Vicario’nun nişanlısı Prudencia Cotes’in evine uğrarlar. Kızın annesi onları kahve içmeye davet eder. “Alacağımız olsun,” der Pablo, “şimdi acelemiz var.” “Anlıyorum oğlum,” diye karşılık verir kadın, “namus işi beklemeye gelmez.”

Yine de beklerler. İkizlerden her biri, sırasıyla, diğer kardeşinin kasten oyalandığını düşünür. Haksız da değillerdir. Ne var ki, toplumsal koşulla(n)ma her defasında baskın gelir. Pablo’nun nişanlısı, (“çiçek gibi taze bir kız olan”) Prudenica Cotes, ikizlerin cinayet işleyeceklerinden haberdardır. “Onaylamak ne kelime,” der sonradan kendisiyle konuşan yazara. “Eğer erkekliğin gereğini yerine getirip namusunu temizlemeseydi, onunla asla evlenmezdim.”

Santiago Nasar da kendisine yüklenen “suçun” bedelinin ne olduğunu çok iyi bilmektedir. Yaşadığı dünyanın ne kadar ikiyüzlü olduğunun farkındadır. “İkizlerin basit karakterleri gereği, konu komşunun alaycı bakışlarına direnemeyeceğini bilir.” (…) Görmüş geçirmiş bir adam gibi görünen Bayardo San Román’ın da, aslında, “önyargılarının esiri” bir zavallı olduğunu bilecek kadar akıllıdır.

Oğullarını erkek adam olsunlar [gerektiğinde “namuslarını temizlesinler”], kızlarını iyi birer kısmet bulup evlensinler [acı çekmeyi bilsinler] diye yetiştiren Pura Vicario, “erkekliğin gereğini yerine getirmeyen” bir adamla evlenmeyi asla düşünmeyen Prudencia Cotes, “namus işi beklemeye gelmez” diyen müstakbel kayınvalide öyküde ataerkinin kadın temsilcileri durumundalar. Cinayeti önlemeye çalışan üç erkekten hiçbirinin egemen “namus” anlayışına karşı olduklarına dair bir emare yoktur: Cristo Bedoya kurbanın çocukluk arkadaşı, Yamil Shaium babasının dostu, Nahir Miguel de sözlüsünün babasıdır. Santiago Nasar’ın yakını olmasalar, muhtemelen onlar da, kasabanın geri kalanı gibi, olan biteni izlemekle yetineceklerdir.

Toplumun ikiyüzlü “namus/ahlak” anlayışına karşı çıkan, dahası, Vicario kardeşlerin bu toplumsal cinayette yalnızca zavallı birer tetikçi olduklarını sezinleyebilen iki kadın vardır: Yazarın annesi (kurbanın da vaftiz annesi) olan Luisa Santiaga ile ikizlerin ellerinde bıçaklarla dükkânında bekledikleri Clotilde Armenta. Luisa Santiaga, her iki tarafın da kendilerinin yakını olduklarını söyleyip olaya karışmamasını ima eden kocasına ömründe ilk kez karşı gelerek (“Her zaman ölünün tarafını tutmak gerek!”) Santiago Nasar’ı uyarmak için sokağa fırlar. Kasaba halkı, gelinin bakire olmadığı halde düğün günü yüzüne duvağını örtüp başına portakal çiçeği takmasını saflık sembollerinin lekelenmesi olarak yorumlarken, Ángela’nın “hileli kartlarını elinden bırakmadan şansını sonuna dek zorlamasını” takdir eden tek kişi Luisa Santiaga’dır: “O zamanlar Tanrı böyle şeyleri anlıyordu,” diye açıklar tavrını. “Bağıra bağıra gelen bu cinayeti önleme imkânları olduğu halde hiçbir şey yapmayan çoğunluk, namus meselesinin hassas bir konu olduğu, olayın aktörleri dışında kimsenin müdahale hakkı bulunmadığı bahanesine sığınırken”, Luisa Santiaga, “namus sevgidir” diyerek toplumun ikiyüzlü ahlak anlayışına güçlü bir itirazda bulunur. Clotilde Armenta, cinayeti önlemek için elinden gelenin fazlasını yapar: Önce, dilenci kadını aileyi uyarsın diye Santiago Nasar’ın evine gönderir, ardından kasabanın rahibi Peter Amador’a haber yollar, hatta, içip sızarlar umuduyla ikizlere bir şişe ucuz rom ikram eder. Bunların hiçbirisi işe yaramayınca, çaresizliğine kahreder: “Biz kadınlar ne kadar da yalnızız bu dünyada!” İkizlerin elindeki bıçakları almanın yeterli olduğunu düşünen belediye başkanına verdiği yanıttan anlaşılacağı üzere, bir insana kıyılmasına gönlü razı olmadığı gibi, az sonra ellerini kana bulayacak bu gençlerin de toplumsal baskının kurbanı olduklarını sezgi gücüyle kavramıştır: “O zavallı çocukları gökten omuzlarına düşen bu yükten kurtarmanız gerekirdi!” diye azarlar gamsız başkanı. Çabaları sonuçsuz kalan kadıncağız, ellerinde bıçaklarla Santiago Nasar’ı öldürmek üzere ayağa kalkan ikizlerden Pedro Vicario’yu gömleğinden tutup avazı çıktığınca seslenir Santiago Nasar’a: “Koş, Kaç git. Seni öldürecekler.”

Kasabadaki hemen herkes, ikizlerin Santiago Nasar’ı öldürmek için Clotilde Armenta’nın dükkânında beklediklerini bilmektedir. Merakını yenemeyenler ikizleri görmek için çeşitli bahanelerle dükkâna girip çıkarlar. Belediye başkanı ikizlerin elindeki bıçakları almakla yetinirken, piskoposu karşılama telaşına düşen rahip o kadarını bile yapmaz. Büyük çoğunluk ise bunun namus meselesi olduğunu düşünüp “karşımama” yolunu seçer. Nitekim Santiago Nasar sokağa çıkınca, “ahali bir geçit törenini izler gibi dizilir meydana. Santiago Nasar’ı bıçaklayan ikizler, “kendi işledikleri cinayetin dehşetine kapılmış olan kalabalığın bağırış çağırışlarını duymazlar.” Márquez, nihayet asıl failin adını koymuştur: Tetikçisi iki zavallı genç olan, neredeyse tüm kasabanın taammüden, ya da Türkçesiyle bile isteye, tasarlayarak işlediği toplumsal bir cinayettir bu.

Son dört sayfada, kitabın daha ilk cümlesinde haberini aldığımız cinayeti Márquez’in olağanüstü betimlemesi sayesinde, bizler de, tüm ayrıntılarıyla birlikte, tıpkı bir tören alayını seyredercesine caddeye dizilen kasaba halkı gibi, dehşet içinde izleriz.

Biz okurları dehşete düşüren şey, genç bir insanın acımasızca boğazlanmış olması mıdır yalnızca?

 

 

 

Resimaltı:

Desen: Álvaro Redondo Margüello

[1] Gabriel García Márquez, Crónica de una muerte anunciada, Mondadori 2002, sf. 55. (Yazı boyunca bu kitaptan yapacağım alıntılarda çevirileri bana ait.)

[2] Bkz. Sherry Simon, Gender in Translation, sf. 5.

[3] Kitabın isminin birebir çevirisi, “İlan edilmiş bir cinayetin hikâyesi”dir. Bağlam dikkate alındığında, “Geliyorum diyen bir cinayetin öyküsü” diye de çevrilebilir. Derin bir kavrayışın ve olağanüstü bir duyarlılığın ürünü olan bu eser, başka pek çok bakımdan da incelenmeyi hak etmektedir kuşkusuz. Bu yazıda, “toplumsal cinsiyet” olgusunun nasıl somutlandığıyla yetinmek durumundayız.

[4] Kitapta otuz yedi ayrı karakter anlatımlarıyla cinayetin aydınlatılmasına katkıda bulunur. Yüz kadar tanık anlatımı var. Sayfa başına ortalama bir diyalog demektir bu.

[5] Pedro Vicario, askerdeyken kaptığı frengi hastalığını bir şeref madalyası gibi üzerinde taşır. Kardeşi de onun “büyük adamlara özgü” bu hastalığa yakalanmış olmasına gıpta eder. Cinsel ilişki (para karşılığı da olsa) erkek için övünç kaynağıdır; kadın içinse utanç, temizlenmesi gereken bir leke.

Asya Özenç
diğer yazıları