Paylaşımlı bir dairede yaşamış herkes, kendi evinde, aslında orada olmaması gerekiyormuş gibi sessiz sedasız dolaşmak zorunda kalma hissini iyi bilecektir. Tercihten ziyade zorunluluğun belirlediği yaşam koşullarını karakterize eden, gerçek ve hayali, sonu gelmeyen mikro müzakereler.
Holly Pester yeni romanı The Lodgers’da [Kiracılar] bu huzursuzluk hissini, kendi hayatının sınırlarında dolaşan bir hayalet olmanın doğurduğu tekinsizlik hissini ustaca yakalamış. Söz konusu kitap, memleketine geri dönüp annesinin evine bakan bir yerden oda kiralayan bir kadının, zamanını, bir önceki geçici konutunda onun yerini alan kiracıyı hayal ederek geçirmesini anlatıyor. “Kompakt ve sıcak, düşük maliyetli mutfak eşyalarına yönelik küçük alışveriş eylemleriyle donatılmış birçok kısa süreli yetişkin konaklama yeri gibi” olan kiraladığı daireye vardığında, burasıyla az önce yediği sandviçin ambalajının benzerliği onu şaşırtıyor. “Üçgen kutu boştu, içi de şaka gibi ama içinde bulunduğum kutuya benziyordu… Bir de penceresi vardı.”
Comic Timing adlı şiir seçkisinde de güvencesiz yaşamın doğurduğu pek çok küçük düşürücü durumu ele alan akademisyen ve öğretim görevlisi Pester, “sürekli olarak güvencesiz barınmanın yarattığı ürkütücü ruhsal durumu… insanın sesini ve kendini ifade etme biçimini nasıl değiştirdiğini” keşfetmek istediğini söylüyor. Roman boyunca Pester’in kahramanı, “kiracının kiracısı olarak, barınmayı yani uyum sağlayıp elini cebine atmak yerine ihtiyaçlarını ötelemeyi, üç kuruş parayla etrafta basitçe dolanmayı, uysalca mesken tutmayı” öğrendiği yolların izini sürüyor.
The Lodgers Birleşik Krallık’taki barınma krizini, bu krizin bizi nasıl şekillendirdiğini ve deforme ettiğini açıkça ele alan, yakında çıkacak bir dizi romandan biri. Francesca Reece’in soylulaştırmanın ve ikinci konutların Kuzey Galler’deki etkisini inceleyen Glass Houses ve Ella Frears’ın vicdansız bir emlakçıya gönderilen uzun bir e-posta şeklindeki Goodlord adlı romanları da önümüzdeki birkaç ay içinde yayımlanacak. Michael Magee’nin son romanı Close to Home’da barınma krizi öne çıkar ve karakterler sürekli olarak en temel istikrar duygusuna bile tutunmaya çalışırlarken, Guy Ware’in The Peckham Experiment’ı bizi bu duruma getiren çökmüş ideolojileri ustalıkla tasvir ediyor. Ve bunlar sadece en yeni örnekler. Genc(imsi) yazarların pek çok çağdaş romanını okuyunca, mülkiyetle olan ilişkimizin ne kadar da hem sapkın hem de saptırıcı hâle geldiğini tekrar tekrar fark ediyorsunuz.
Her zaman böyle hissetmedim. Hayatımda ilk kez kitap okumaya başladığım dönem olan ergenlik yaşlarımın sonlarını düşündüğümde, kitapların çekiciliğinin bir kısmı, yazar olmak için duyduğum romantik arzuyla birlikte roman evreninde insanların evleri, hatta güzel evleri, sürekli kaybetme korkusu yaşamadıkları ve başkalarına ait olmayan evleri olduğuna dair naif bir hisle şekillenmişti. 17 yaşında ve Birmingham’ın paranın genellikle son derece kısıtlı olduğu bir bölgesi olan Shard End’de yaşarken Evelyn Waugh eserlerinde okuduğum, geniş bir alana yayılmış yığınla kır mülkü oldukça çekici görünüyordu. Jay McInerney ve Bret Easton Ellis’in göz alıcı, camdan kulelerin süslediği şehir manzaraları da öyle. Henry Miller ve Virginia Woolf’un meşhur A Room of One’s Own’daki [Kendine Ait Bir Oda] çatı katları bile bağımsızlık, özgürlük ve neden olmasın hayalleri kurdurarak ergen ruhumu derinden etkiledi.
O zamanlar cehaletim sınır tanımıyordu. Sınıfının kaygılarını -mülkiyet, zenginlik, evlilik, görgü kuralları- yeniden üretmekle meşgul, özünde burjuva gerçekçi bir gelenek olan “kanon” türünde şeyleri ağırlıkla okuduğumun farkında değildim. Woolf’un, bir yazar olarak güç bela geçinmek için, bir hizmetçiye ve bugünün parasıyla yılda 75 bin sterlinlik bir gelire sahip olmak gerektiğini söylediğinin farkında değildim. Ayrıca Britanya’nın barınma konusunda otuz yılını sadece benim yetişkin hayatımın değil, tanıdığım hemen herkesin hayatının belirleyici ekonomik rüzgârı hâline gelecek kadar büyük bir yapısal krize girerek geçirdiğinin kesinlikle farkında değildim. Öyle zamanlar oldu ki sanki konuşulacak tek konu buymuş gibiydi. Bir nesil Yaşlı Gemici,[1] aynı hikâyenin versiyonlarını tekrar tekrar anlatmak zorunda kalıyordu: Kiralar hızla artıyor, ücretler durağanlaşıyor, ev sahipleri piyasanın dinamikleri kendi lehlerine döndükçe giderek daha utanmaz ve sömürücü hâle geliyor.
Krizin etkileri çıldırtıcı ve geniş kapsamlı; maddi, psikolojik ve kaçınılmaz olarak sanatsal. Milyonlarca kişi artık konut piyasasını bir tür sürekli Açlık Oyunları olarak deneyimliyor ve bir yandan da açıkça ya da başka bir şekilde, bunun o kadar da kötü olamayacağı söyleniyor. Açık konuşalım, durum o kadar kötü. Çünkü anlaşmanın asla böyle olmaması gerekiyordu. Kapitalizme karşı duruşunuz ne olursa olsun, onun temel teklifi her zaman şuydu: Bize emeğinizi ve zamanınızı verin, karşılığında sistemden pay alın. Belki adil bir pay değil ama yine de bir pay. Ancak bugünlerde bu yetersiz teklif bile acımasız bir şaka gibi görünüyor.
Varlık sahipleri ve rantiyeciler kendi çıkarları için tasarlanmış, sürdürülmüş ve kalibre edilmiş bir sistemden para kazanırken, yirmi yıldır ekonominin krizden krize sürüklenmesini izleyen 40 yaşın altındaki çoğu insanla konuştuğunuzda tablo tamamen farklıdır. Bu insanlar için, giderek kırılganlaşan bir sosyal güvenlik ağı, artan eşitsizlik ve yoksullaşmadan başka bir şey olmayan ama büyük olasılıkla hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir emeklilik bağlamında şu soru kendini gündeme getiriyor: 1980’lerin ortalarında belli bir noktada 5 kuruşa doğu Londra’da 1 ya da 10 daire satın almış bir ev sahibine yetersiz maaşımın %75’ini vermek gibi ne getireceği belli olmayan bir zevk için neden uyanık olduğum saatlerin çoğunu çalışmaya veriyorum?
Ortalama bir evin ortalama bir insandan daha fazla “kazanmasının” yaygın olduğu bu dönemde varlık sahibi olduysanız, kira piyasasının şu anda ne kadar acımasız olduğunu hayal etmek zordur. Ancak diğer herkes için hasar büyük görünüyor. Öyleyse bu durumu bizzat yaşarken ve barlarda umutsuzluğa kapılırken aynı zamanda bunun hakkında yazıyor olmamız şaşırtıcı mı? Zira bunu kesinlikle yapıyoruz. Pek çok çağdaş romanda kahramanların, ev kavramının istikrar, güvenlik, rahatlık veya kalıcılıkla tarihsel olarak sahip olabileceği tüm bağları kesin bir biçimde kopardığı; yoksunluk ve güvencesiz koşullarla karakterize olan hayatlar yaşaması sıradan bir durumdur. Ben de bu bakımdan farklı değilim. Son romanım See Buildings Fall Like Lightning’da sembolik ağırlık merkezi, karakterlerin hayatlarını mahvederek yükselen daha yeni yapılmış bir sitedir.
Bu yeni nesil yazarlardan yeterince kitap okunduğunda, kümülatif etki bunaltıcı hâle gelir; atmosfer, kahramanların geleceğe odaklandığı ve iyi bir hayatın artık cidden başlamasını beklediği, uzun ergenliğin peripatetik bir türü olan anksiyete atmosferidir.
Jessica Andrews’un Milk Teeth adlı eserinde, romanın romantik klostrofobisi büyük ölçüde kahramanın kasvetli kutu odaların atlıkarıncasından kaçma arzusundan kaynaklanır. Barınma meselesinin açıkça ele alınmadığı romanlarda bile bunun arka planda çevreleyici, şekillendiren ve konuyu saptıran bir güç olarak hâlâ arka planda dolaştığı hissine kapılırsınız. Susannah Dickey’in Common Decency’sini ele alalım. Yüzeyde klasik bir tuhaf çift hikâyesidir ama diğer yandan Belfast’ta aynı apartmanda yaşayan her iki ana karakterin taşıdığı zihniyetin, bizi izolasyon ve bireycilikle örülü hayatlara sürükleyen aynı öldürücü ekonomik mantığın bir sonucu olduğu açığa çıkar. İşin aslı, eğer bir karakter hayat koşulları hakkında okunaklı bir şekilde stresli değilse, o zaman çağdaş okuyucular olarak bunun nedenini merak etmeye başlarız. Gizli bir aristokrat hakkında mı okuyoruz yoksa elimizdeki görünüşte natüralist roman aslında kapsamlı bir biçimde fark edilebilen ama Thatcher’ın tüm konut stokunu satmadığı bir dünyada geçen bir büyülü gerçekçilik eseri mi?
Bu romanlarda genellikle bir sınıf karşıtlığı söz konusudur. Barınma krizinden en az etkilenenler tarafından yönlendirilen ana akım siyasi söylemin çoğu, temel bir ahlaki iddiayı kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde gizliyor: “İyi” bir ev sahibi diye bir şey olmadığı gibi, “iyi” bir soyguncu diye bir şey de yoktur. Bazı soyguncuların diğerlerine göre daha kibar olması onları iyi yapmaz, sadece, işini garantiye almak için yüzünüze yumruk atmaya karar verenlere nazaran onları marjinal olarak tercih edilebilir kılar.
Mülk sahiplerinin kökten çıkarcı ve gayri ahlaki bir uygulama içinde oldukları fikri asla tartışmalı bir iddia olmadı ve bu fikir kesinlikle sadece solcular tarafından savunulmadı. İster Churchill ister Adam Smith isterse de David Ricardo olsun, birçok muhafazakâr ve serbest piyasa ikonu, eğer birileri özellikle de kıtlık döneminde temel bir varlığı istifliyorsa ve bu fazlalığı havadan kazanılmış kârlar elde etmek için kullanıyorsa bunların hiçbir anlamda “iyi” olarak kabul edilmemesinin aklıselim bir yaklaşım olduğunu düşündü. Tanıdığım çoğu insan, hatta kendilerini genel olarak apolitik olarak gören insanlar bile buna katılacaktır, ancak bu bir milletvekili tarafından veya TV’de en çok izlenen zaman diliminde dile getirildiğinde, aşırı ve marjinal bir bakış açısı olarak mahkûm edilirdi.
Yayıncılık endüstrisinin de bu eşitsizlikleri yeniden ürettiği ve derinleştirdiği iç karartıcı bir gerçektir; yazarlar da dahil olmak üzere istihdam ettikleri işgücüne düşük ücret vermekte ve onları sömürmekte, bağımsız geçim araçları olmayanların kiralarını minnettarlık, coşku ve toplumsal prestij gibi ne idüğü belirsiz para birimleri kullanarak ödemelerini beklemektedir. Giderek konsolide olan büyük yayınevleri çoğunlukla devasa mali kaynaklarını bir avuç yazara tahsis ederken, büyük çoğunluk kırıntılar için mücadele etmek zorunda kalmaktadır. Bir yazarın ortalama kazancının yılda sadece 7.000 sterline gerilediği ve yayınevlerinde alt kademede çalışanların ücretlerinin son derece düşük olduğu bir ortamda hissedarlar rekor kıran kârları kutlarken bir şeylerin değişmesi gerektiği hissine kapılmamak elde değil.
Biçimsel çıkarımlar da söz konusu. Birkaç yıl önce Joyce Carol Oates, çağdaş otokurgu dalgasını “solgun, küçük kabuklar”dan ibaret bir akım olarak nitelendirdiğinde Twitter’daki edebiyat ahalisini hayli kızdırmıştı. Bu konuda pek çok aydınlatıcı makale yazıldı ancak ben daha temel bir şeyin olup olmadığını hep merak ettim. Neredeyse tüm romancılar artık kiralarını ödemek için günlük işlerde çalışıyor; işe gidip gelirken, işten önceki ya da sonraki çalınmış saatlerde yazmaya zaman ayırıyorlar. Bir romanı yazmayı bitirmek için yeterli zamanı bulmayı başarırlarsa, bu sefer de onu hafta sonu okumak zorunda kalacak, aşırı yoğun ve düşük ücretle çalışan bir editöre teslim ediyorlar. Böyle bir durumun daha kısa, daha parçalı kitaplar, üretildikleri bağlamı dönüştürmek yerine yeniden üretmeye daha meyilli kitaplar ortaya çıkarabileceğini öne sürmek tamamen çılgınca mı?
Bu bir özel savunma durumu olmayıp, aksine, hayatın temel gereksinimlerinden biri azınlığın büyük kârlar elde etmesinin hizmetine verildiğinde bunun etkisinin her yerde hissedileceğini gösterme çabasıdır. Hissedarlar ve anılarını yazan ünlüler bir yana, yazmanın ve yayıncılığın giderek daha fazla, varlıklı hobicilerin ya da sorunlu ve tükenmiş saplantılıların alanı hâline geldiği bir ekonomik sistemi sürdürmek kimsenin yararına değildir.
Şu anda, mevcut durumun yol açtığı aşağılanmaları ve psikospiritüel hasarı yakalayan The Lodgers gibi romanlar hayati önem taşıyor. Pester’ın kahramanının dediği gibi, “Neden bir kez olsun sandviç kutusundan çıkmak için tırmanmıyoruz?” Ne var ki uzun vadede, başarısız bir sistemin kitlesel sanatsal temsili keskin bir uyarı işlevi görmelidir. İçinde yaşadığımız koşullar hakkında yazabiliriz ve yazmalıyız da. Ama aynı zamanda, güvenli ve uygun fiyatlı konutlara erişim de dahil olmak üzere hayatın temel değerlerinin, pek çok kişi için söz konusu olduğu üzere bir kurgudan ibaret kalmayıp, gayet tabii olarak sağlandığı bir ekonomik çözüm için de mücadele etmeliyiz.
Yazarın www.theguardian.com sitesindeki yazısından çevrilmiştir.
Çeviren: Ferhat Sarı
[1] Ç.N.: Samuel Taylor Coleridge’ın ünlü şiiri “Yaşlı Gemici”ye gönderme yapılmaktadır.