Dünya büyük bir hareketlilik halinde. İklim koşullarından, ekonomiden tutun da doğal felaketler ve savaşlar gibi pek çok nedenden dolayı insanlar bulundukları yerleri bırakıp rahat bir hayat süreceklerini düşündükleri yerlere göç etme eğilimindeler. Son yıllarda Ortadoğu ve Afganistan’da yaşanan gelişmeler sonucunda ülkemizin aldığı göçler bizim gözümüzün önünde olsa da bu süreç aslında uzun süredir işliyor. Küreselleşme insanları birbirlerine daha da yaklaştırırken sınırları da daha anlamsız hale getiriyor.
Çok değil bundan 40-50 yıl öncesine kadar başka memleketlere gitmeyenler, eskilerin deyişiyle doğdukları yerde ölenler vardı. Onlar için bırakın yurtlarını bırakıp başka ülkelere gitmeyi, komşu kentlere göç etmek bile düşünülemezdi. Özellikle feodal bağların kuvvetli olduğu yerlerde yerleşik hayat ve göç kavramları üzerinde özenle çalışılması gereken konular. Fakat bu yazımın konusu değil. Benim söz etmek istediğim konu daha çok “İmparatorluklar Çağı”nın sona ermesiyle birlikte oluşan yapay sınırlar ve bu sınırların insanların kaderini belirliyor olması.
Birinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği 1918 yılından itibaren aslında dünyada pek çok şey değişti. Öncelikle insanlar büyük imparatorlukların çöküşüne tanık oldu. Bugüne kadar yaşadığınız bütün değişimleri aklınıza getirin ve bunu yüzle çarpın. İmparatorluklar Çağı’nın sona ermesi işte böylesine büyük ve bir o kadar da sancılı bir dönemdi. Bir anda olmamıştı elbette ama yüzlerce yıldır var olan yapıların darmadağın olması toplumsal ölçekte büyük travmalara neden olmuştu.
İmparatorluklar yapıları itibarıyla birçok farklı ulusu, din ve inanç gruplarını, farklı kültürleri, değişik kültürel kimlikleri bir arada barındıran yapıdaydı. Osmanlı İmparatorluğu’nu gözünüzün önüne getirin: Müslüman (Sünni, Alevi başta olmak üzere pek çok farklı mezheple), Hristiyan (Ortodoks, Süryani, Nesturi, Keldani ve daha pek çok mezheple) Musevi (Aşkenaz, Seferad, Karay ve daha pek çok grupla) olmak üzere halk inancına göre değerlendirilirdi. Osmanlı’da yaşayan milletler dendiğinde ilk büyük ayrım bu yöndeydi. Öte yandan etnisiteye bağlı bir ayrım yapacak olursak Türkler, Kürtler, Arnavutlar, Boşnaklar, Kırım Tatarları, Araplar, Ermeniler, Rumlar, Bulgarlar, Sırplar, Kıptiler, Samirler, Macarlar yaşardı.
Bu denli karmaşık ve iç içe geçmiş bir demografik yapıyı düşünün. Rusya, Avusturya-Macaristan gibi dönemin diğer büyük imparatorlukları da benzer şekilde farklı inanç ve kültür gruplarının bir aradığı yaşadığı devletlerdi. İmparatorluk demek farklılıklar demekti fakat aynı zamanda bu farklılıkların bir arada bulunmasının kimsenin gözüne batmaması anlamına da geliyordu. Zenofobi, yani yabancı korkusu kavramıysa sonradan, ulus devletlerin tarih sahnesine çıkmasıyla başladı.
Avrupa’da ulus devlete giden yolun Fransız İhtilali’yle başladığı söylenir. Birinci Dünya Savaşı sonundaysa artık dünya ulus devletlerin olmuştu. Bu yıllarda dünyanın biraz daha küçüldüğünü seyahatin daha da kolaylaşmasından anlıyoruz. İlk demiryolları bin bir zorlukla, atla ya da atlı arabayla yapılan zahmetli ve uzun süren yolculukları daha konforlu ve hızlı bir hale getirilmişti. Bir dönem ülkeler arasındaki seyahatlerde pasaporta ihtiyaç duyulmadığını hatırlayalım. İstanbul’daki birinin canı Paris’i görmek istediğinde yapması gereken tek şey kalkıp gitmesiydi o kadar. 1789 Fransız İhtilali’nden 19. yüzyıl ortalarına kadar dünya çapında demiryolu ulaşımının artmasıyla ilk defa turizm denen faaliyetlerin de ortaya çıktığını görürüz. İlk pasaport ve vize uygulamaları da sistematik şekilde günümüzdeki haline doğru evrilmeye başlıyordu. Bundan Osmanlı da payını almıştı. Osmanlı’daki ilk pasaport uygulaması, 1808’den itibaren II. Mahmut tarafından başlatıldı. 1861’de Fransa’dan başlayarak Avrupa çapında vize ve pasaport uygulaması sonlandırıldı. Ne var ki bu durum uzun süreli olamayacaktı. 1914 yılında patlak veren Birinci Dünya Savaşı, uluslararası güvenlik konusunda ülkelerin tereddütlerini tekrar ortaya çıkarıyor ve “geçici” denilerek pasaport-vize uygulaması geri geliyordu. O dönemden beri çeşitli düzenlemeler, ülkelerin kendi içlerinde getirdiği bazı kurallar ve teknolojik imkanlar ışığında pasaport-vize anlayışı bugünkü halini aldı.
Buraya kadar anlatmaya çalıştığım şey toplumdaki yabancı korkusu olarak adlandırabileceğimiz “zenofobi”nin, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan konjonktüre daha uygun olması. Bilimkurgu edebiyatında kullanıldığı şekliyle dünya dışı, uzaylı yaratıklara duyulan korkudan tutun da psikolojide tanımadığınız, huyunu suyunu bilmediğiniz kişiden tedirgin olmaya dek farklı kullanımları var. Aynı şekilde sosyolojide de yabancı korkusu genellikle aynı kültürden olmayan, tanınmayan, neye nasıl tepki vereceği bilinmeyen gruplara yönelik olarak kullanılıyor.
Bilinmeyenden korkmak insanın doğasında var. Korkan kişinin de kendini korumak adına önlemler aldığı, sonrasındaysa gittikçe saldırgan ve nefret dolu olabildiğini söyleyebiliriz. Birini sevmek için onu tanımak şart. Yabancı korkusu olan toplumlar da kendileri için normal kabul ettikleri durumları, yabancılar için düşmanlığı meşrulaştırıcı sebepler olarak değerlendirirler. Sözgelimi yemeklerine sarımsak koyanları sürekli sarımsak kokan, pis, hijyen yoksunu iğrenç insanlar olarak görebilirler. Bu durumu, kişilerle sınırlı kalsa yine masum bir korku gibi görmek kolay olurdu. Öte yandan kimi zaman politikacılar yabancı korkusunu kışkırtarak seçimlerde bir avantaj sağlamaya çalışırlar. Bunun en ılımlı hali karşındakini ötekileştirmek, en ağırıysa ırkçılık ve faşizmdir.
Polonyalı ünlü sosyolog Zygmunt Bauman, küreselleşen dünyadaki yabancı düşmanlığının neden olduğu sorusuna şu yanıtı veriyor: “Yabancılar birçok nedenden ötürü kaygı yaratırlar. Onlar yeni gelenlerdir. Bizi rahatlatan hayat biçimine kafa tutarlar. Bizden fikrimizi açıklamamız, savunmamız, haklılığı göstermemiz istenir. Tarzımız tartışmasız kabul edilmiyor ve güvenli görülmüyor. Güvenlik kaybı hafifçe geçiştirilemez. Yabancılardan gelen soru ve sorunları saldırı, küstahlık ve kindarlık olarak görüyoruz.”
Kendinden olmayanı dışlamanın ve ona karşı saldırıya geçmenin birçok örneğine tarih boyunca şahit olduk. Bunun en akılda kalanı Almanya’daki Yahudilere karşı duyulan korku ve nefret yaratma girişimleriydi. Nasyonal Sosyalist Parti’ye göre Almanya’nın “son yıllarda yaşadığı bütün sıkıntıların kökeninde hain ve gizli emelleri olan Yahudilerin müdahalesi” vardı. Böylece toplumdaki paranoya gittikçe yükseldi ve felakete sebep oldu. Kimse kalkıp da şöyle demedi: Farklı bir etnik kökenden gelen bireyin “garip” ya da “anlaşılmaz” bulunması, söz konusu kültürün yanlış olduğu anlamına gelmez. Farklı bir kültürün barındırdığı ritüeller, toplumsal gerçeklikten uzak bile olsa, yabancı düşmanlığı için gerekçe sunulamaz.
Hal böyle olunca da paranoyanın getirdiği saldırganlık bu azınlıkların üzerine salındı. Oysa imparatorluk çağında aynı gruplar yan yana barış içinde yaşıyordu. Şunu sorabiliriz: Yeni dönemde eskisinden farklı olan neydi?
Bu soruya vereceğimiz en belirgin yanıt hoşgörü eksikliği. Belki yoksulluk, çaresizlik, belki hane içindeki sıkıntılar toplum içindeki hoşgörünün eksilmesine neden oluyordur. Öte yandan daha sevimsiz daha başat sorunlar da hoşgörünün azalıp korkunun artmasına neden olabiliyor. Doğal afet, savaş ve göçlerden dolayı oluşan güvenlik problemleri bunlardan bazıları. Böylesi zamanlarda göçmenler “yabancı” olarak görülür ve toplumdaki huzursuzluğun en önemli sıkıntılarını bu insanlara yöneltilir.
Çok yakın bir geçmişte, 1955 yılında yaşanan 6-7 Eylül olayları yabancıya karşı duyulan korku ve nefretin nasıl bir anda patlayabileceğinin bir göstergesiydi. O günlerde Türkiye ve Yunanistan arasındaki gerilim Kıbrıs yüzünden artıyordu. Türklerde özellikle Kurtuluş Savaşı’ndan sonra artan Rum karşıtlığı bu dönemde yeniden yükseliyordu. Gazetelerde yer alan bir haber, sonunda bombanın fitilini ateşledi: Selanik’te Atatürk’ün doğduğu ev bombalanmıştı.
Toplumun zaten diken üstünde bekleyen kısmı hemen harekete geçti. 6 Eylül 1955’te ellerinde kazma, balta ve sopalarla sokaklara dökülen binlerce kişi gayrimüslimlere ait ev ve iş yerlerini yakıp yıktı. Resmi kaynaklara göre 4 bin 214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul tahrip edildi. Tabii bunlar resmi rakamlar sadece. Kiliselere saldırıldı, içindeki kutsal resimler, haçlar, ikonalar ve diğer kutsal eşyalara zarar verildi. 73 Rum Ortodoks kilisesi ateşe verildi. Olaylarda 11 kişi hayatını kaybetti. Büyük öfkenin yöneldiği kesimler arasında Ermeniler ve Yahudilerin de olması dikkat çekici. Bunun anlamı bakış açısının “biz ve onlar” olduğu şeklindedir. Yani bizden değilsen düşmansın.
Bu bizin kim olduğu ise bir hayli düşündürücü. Çünkü çağımızın mikro-milliyetçilikleri gösterdi ki bölünmenin sınırı yok. Yani kastettiğim Yugoslavya’nın birçok küçük devlete bölünmesi gibi bir şey değil, bundan da fazlası. Birinden nefret ederken birleşip, severken ayrışıyoruz. Milletçe bir başkasına (tümüyle varsayımlar örnekler veriyorum) sözgelimi Yunanistan karşı bir nefretimiz olsun, bu bizi birbirimize kenetliyor. Fakat karşıda düşman yokken Nevşehirlilerle Kayserililerin rekabet halinde olduğunu görüyoruz. Nevşehir’de Ürgüplülerle Avanoslular birbirine diş biliyor… Avanos’ta Aşağı Mahalle, Yukarı Mahalleye gıcık kapıyor. Yukarı Mahallede iki komşu bıraksan birbirine girecek… Bu bölünmenin sonu yok. Çaresi ise sevgi ve hoşgörü.
Sevgi ve hoşgörü bir çözüm olarak kulağa romantik, pespembe bir sevgi kelebeğinin çırpınışı gibi gelebilir. Ne de olsa karşı taraf kapkara, vahşi ve öldürmeye hazır bir canavar gibi görünüyor. Hayır, yalnızca günümüzün her şeyi paraya ve güce tahvil eden kapitalizmi değil, bu, yüzyıllardır insanın içindeki tamah ve kibrinden kaynaklanan bir olgudur. Çözüm hoşgörüdür. Nitekim Anadolu her dönem sığınmacıları bağrına basmış ve onlara bir son sığınak olmuştur. Sözgelimi bugün pek az kişi Osmanlı’ya sığınan Polonyalıları hatırlar. Polonezköy’ü bilenlerin arasında bile nasıl kurulduğunu merak edenler pek azdır.
1772–1795 yılları arasında Polonya toprakları, Rusya, Avusturya ve Prusya arasında paylaşılır. Takip eden 123 yıl boyunca Polonya bağımsızlığını kaybeder. Bu süreçte özellikle Rusya’ya karşı 1830 yılında büyük bir ayaklanma başlamıştı. Ancak ayaklanmanın başarısızlıkla son bulmasıyla büyük bir göç başlar.
Göç edenlerin büyük kısmı başta Fransa olmak üzere çeşitli Avrupa kentlerine gider. Ayaklanmalarda başarısızlığa uğrayan liderlerinin bazıları da Osmanlı İmparatorluğu’na sığınır ve mücadelelerine Osmanlı İmparatorluğu’nda devam ederler.
Prens Adam Czartoryski 1842 yılında, bugün Polonezköy olarak bilinen yerde sığınmacılar için bir köy kurar. Buraya, yerleşmeciler prensin adından yola çıkara Adampol adını verirler. Yıllar içinde ayaklanmalardan kaçan pek çok kişi daha sığınmak için bu köyü seçerler. En kalabalık olduğu dönemde köyün nüfusu 500’e ulaşır. Şimdiyse Lehçe konuşan ve Polonyalı olarak Polonezköy’de yaşayan 50 kişi kaldığı söyleniyor. Ancak dördüncü ve beşinci kuşak hâlâ gayet iyi Lehçe konuşabiliyor.
Bu hikâyenin bize anlattığı; savaşlardan, baskıcı rejimlerden, her türlü tehditten kaçıp başka ülkelerin barış ortamlarına sığınanların eskiden beri var olduğu. Balkan Savaşları sırasında yerinden yurdundan edilen Türklerin kalkıp Anadolu’ya göç etmesi, Bulgaristan’dan gelen soydaşlarımız, Yugoslavya dağılırken çareyi Türkiye’de görenler çok da eski olmayan bir geçmişin parçası. Kaldı ki dünya son 100-150 yıldır sürekli değişimlerin sancılarını yaşıyor. İrili ufaklı savaşlarda dünyamızın demografik yapısı sürekli değişti, değişiyor. Kapitalizm ihtiyaç duydukça ya da ihtiyaç duymadıklarını terk ettikçe küresel göçler olacak. İlla savaş ya da terör yoluyla değil, ucuz iş gücü ihtiyacından dolayı da göçler yaşandı ve yaşanacak.
Yabancı bir ülkede sahipsiz olmanın ne olduğunu en iyi bizim bilmemiz gerek. Almanya’da bir gece ansızın evleri kundaklanan, kalleş yangınlarda hayatını kaybeden, neo-nazilerin evlerin duvarlarına “Türken Raus!” diye yazdıkları göçmen Türklerdi ne de olsa.
“Yeni Dünya Düzeni”, “Arap Baharı”, “Küreselleşme” son yıllarda çokça duyduğumuz sözcükler. Benzeri pek çok projenin yerlerinden ettiği milyonlarca insan var. Bu insanlar geliyor. Yalnızca bizim ülkemize değil, gidebilecekleri mümkün olan her yere gitmeye çalışıyorlar. Böylesi büyük göçler bizi ürkütebilir; “gelmesinler” diyebiliriz. Bilinmeyen korku yaratır ne de olsa. Yaban diyardaki yabancılar bütün dikkatleri üzerlerine çekerler. Onların da insan olduğunu, içlerinde iyilerin, kötülerin, akıllıların, aptalların, eğitimlilerin, cahillerin olduğunu unutup gelmesinler diyebiliriz. Gözümüzdeki “ÖTEKİ” büyük harflerle yazılan başka bir şeye dönüşmüş olabilir. Yine de yabancı korkusunun etkisi olduğunu bilerek hareket etmemiz gerekir. Ama elbette hiçbir şey yapmamak olmaz. Yapılacak en önemli şey onların her şeyden vazgeçip kaçmalarına neden olan koşulları değiştirmek. Onları köklerinden koparıp atan fırtınaları dindirmek gerek.
Gelmesinler! Bunu söyleyen kişilerdeki psikoloji de elbette anlaşılabilir. Zaten türlü zorluklarla yaşayan insanlar, elindekileri yitirmekten korkuyor. Bu yalnızca refah değil aynı zamanda güvenliktir de. Kontrolsüz grupların içinde komşuları tehdit edebilecek kişiler olacaktır. Ama bu noktada iş adaletin sorumluluğuna girer; hem de modern adaletin.
İlkel topluluklar, hukukun ayrı bir düzen kuralı olarak ortaya çıkmadığı insan gruplarıdır. Ama yasak fiillere uygulanan birtakım yaptırımlar ilkel topluluklar zamanında yine de vardı. Bu müeyyidelerin muhatabı da bütün olarak topluluktu. Çünkü “ferdiyet” sahibi olan, tek tek kişiler değil topluluktu. Uygar toplumlar, üretim ekonomisine geçmiş, buna bağlı olarak toplumsal iş bölümünün arttığı, sosyal alanda sınıfların ortaya çıktığı toplumlardır. Bu da cezaların ağırlaşmasına, suçlunun dışındaki kişilere, suçlunun malvarlığına hatta hanesine yayılmasına yol açmıştır.
Modern toplumlardaysa adalet bir suçun cezasını yalnızca o suçu işleyen kişiye verir. Yani diyelim ki sığınmacılardan birisi hırsızlık yapsa ya da cinayet işlese ilkel toplumlarda belirecek düşünce “zaten onlar hep hırsız olur” ya da “bunlar uygarlıktan nasibini almamış katillerdir” gibi şekillenecektir. Modern adalet ise suçu işleyen bireyi bulur ve kişiye ceza verir.
İlkel sözcüğünü aslında bilinçli olarak vurgulamak istiyorum. Korkularımızın çoğunun kökeni ilkel dönemlerden gelir. Beynimizin bize korktuğumuzda gönderdiği “kaç” ya da “savaş” komutları da aslında hayatta kalmak için kullandığımız en ilkel içgüdülerimizdir. Oysa böylesi korkunun teskin edilmesi gerekiyor. Bu da devletin görevi. Vatandaş kendisine gösterilen kısıtlamaların ya da yaptırımların dışarıdan gelenlere de uygulanmasını istiyor. Ülkemize sığınanların göçmen, mülteci gibi unvanları almaları için belli bir kontrol da gerekiyor. Yoksa onların bu görünüşü başıbozuk kalabalıklar gibi görünme tehlikesi taşıyor.
Peki geleceğe yönelik beklentimiz ne olabilir? Öncelikle herkesin kendi ülkesinde, evinde aç kalma, öldürülme korkusu olmadan insanca, insan onuruna layık biçimde yaşayabilmelerini istemeliyiz. Sonrasında bir hayal olarak dünyada sınırların olmadığı, kişilerin Türk, İngiliz, Arap, Alman, Afgan gibi tanımlarla değil de birlikte her şeyi hakça paylaştıkları, tek, mutlu bir dünya devletinde, insan sıfatıyla yaşamalarını seçebiliriz. John Lennon’ın şarkısında söylediği gibi: “Düşünün ki ülkeler yok, sınırlar yok. Belki bana hayalci diyebilirsiniz ama, yalnız değilim!”