Emek Gazetesi, Zeytinburnu Seyit Nizam Mahallesi’nde Demirciler Sitesi’nde. Namıdiğer Ambarlar…
Alt katlar depo olsun, atölye olsun, işçiler çalışsın; üst katlar patronların büroları olsun diye yapılmış bir bina. 1990’ların başındayız. Alt katlar, köylerinden göç ettirilmiş Kürt köylüleri Kürt işçilerine dönüşerek girsinler içeriye de, çorap diksinler diye. Makinalar sıralansın yan yana, onlar çorapların burunlarını, topuklarını, lastiklerini yapsın diye… Üzerinde yaldızlı yıldızları olan bluzlar diksinler kadınlara. Ev gezmelerinde giysinler iki-üç sene, sonra biraz da ev içinde, sonra eskisin de toz bezi yapsınlar diye… O kadınların kocalarına atlet, çocuklarına don yapılsın diye yapılmış bina…
Ya da hemen binanın aşağısı ambarlar ya hani. Memleketin her yerinden mal gelir, memleketin her yerine mal gider. Binlerce işçi boşaltır, boşaltır boşaltmaz da yükler kamyonları, tırları her gün. Giderler E-5’ten toz duman, gelirler E-5’ten duman toz… Yap o binayı alt kat depo, üst kat ofis. “Logistic”… Büyürsün, işleri büyütürsün, kazandığın paraları büyütürsün, olmadı taşınır büroyu daha ‘merkezi’ bir yere, daha havalı yerlere, depo kalır sadece orada sonra…
Gel gör ki hiçbiri olmamış, bina sahibinin o binayı oraya dikerken düşündüklerinin. Orası bir gazete olmuş! Gazete binası. 3’üncü kattan başlıyor. Alt katlar boş genelde. Girişte hemen istihbarat, haber merkezi. Devamında spor servisi, yazı işleri. Genel yayın yönetmeninin odasının karşısında karikatürist Ertan Aydın oturuyor, yığma dolu küllüğünün, yığılmış ve sonra da masaya taşmış izmaritlerinin ardında, masa lambasının keskin ışığına eğilmiş çiziyor kâğıda… Onu geçin sağa dönün, tek kişinin sığacağı yangın merdivenlerine doğru… Teknik servis var, mizanpaj servisi var, karanlık oda var, arşiv var üst katta. İşte oraya çıkacaksınız. Ya da karnınız acıkmış, bir kat daha çıkıp yemekhaneye varıp yemek yiyeceksiniz.
Dönün bakın bir yangın merdivenlerine. Bir kişi ancak sığar. Bir dönersiniz ki kattan kata öyle daracık merdivenler… Ve karşınızda koskoca Sennur Sezer… Peşinde, ama hep peşinde, Adnan Özyalçıner. Dünyada aynı anda peş peşe bir şair ve bir öykücü, ama aynı zamanda bir devrimci ve bir başka devrimci daha, ve aynı zamanda bir aşık ve bir başka aşık daha görebileceğiz en dar merdiven olmalı bu…
***
Sennur Sezer ölmüş.
Evinin önündeyiz.
Sennur Sezer ölmüş. Adnan Özyalçıner içeride. Sennur Sezer’le okudukları, yazdıkları kitapların arasında, “Sennur okuyordu onu…”
Kapıda bekleyenlerden biri diyor ki bir diğerine, “Anlatsana şu sizin hikâyeyi…”
Şu ‘bizim’ hikâye?
***
İbrahim Duacı, Merzifonlu, köyünde örgütlenmiş mücadeleye. Taa Ecevit’in ‘Karaoğlan’ olduğu zaman, o komünist olmuş. Sennur Sezer ve Adnan Özyalçıner, Aziz Nesin’in başkanı olduğu Türkiye Yazarlar Sendikası’nda koşuştururken… Sosyalizm bayrağı yükselirken memleket üzerinde…
Şimdi, Zeytinburnu’ndaki o tekstil atölyesi olamamış, nakliye firması olamamış, tutmuş işçi gazetesi olmuş binada, oturmuşlar Sennur Sezer, Adnan Özyalçıner, İbrahim Duacı sohbet ediyorlar. İbrahim Duacı çay ocağına bakıyor gazetenin, ‘etrafına’ bakıyor, gelene gidene bakıyor, bazen aşağıya iniyor ‘gençlere’ bakıyor… Sennur Sezer’le Adnan Özyalçıner gelince onlara bakıyor. Çay veriyor, kendisine de alıyor. Oturuyorlar sohbete, Sennur Sezer ‘onların oradan’ bir türkünün hikâyesini anlatıyor. Duacı hatırlıyor o türküyü ama sözleri başka. O söylüyor diye mi bilinmez, daha muzip. Özyalçıner gülüyor…
***
Ertan Aydın karikatür için hapis yatmış karikatürist. Sennur Sezer ve Adnan Özyalçıner, ‘efsane’ Gırgır’da çalışmış. 12 Eylül’ün hedefi de olan Gırgır’da. Onlar, Oğuz Aral’lı bir anı anlatıyor merdiven başında. Ertan Aydın kıkır kıkır gülüyor. Sigaralı elinin serçe parmağıyla upuzun saçlarının arasından kafasını kaşıyor. Bir şey söylüyor. ‘Muzır’ bir şey… Bu kez Sennur Sezer ve Adnan Özyalçıner gülüyor. Sennur Sezer az geri çekilip sonra yine dönüyor sohbete doğru gülerken. Onun ‘hareketlerinden’ biri bu. Adnan Özyalçıner ona bakıyor, gülümsüyor.
***
1 Mayıs meydanı Şişli’de Perpa önünden yürüyenlerle doluyor. Sennur Sezer öyle rengarenk çiçeklerle donanmış bir entari giymiş ki, onu görmemek ne mümkün. Yeşiller, kırmızılar, morlar sarılar içinde onu ve yanında Adnan Özyalçıner’i. Kortejin önünde kol kola. Görmemek ne mümkün. Dünya yansa oradalar. Dünya yanmaz ama onlar orada öyle yürürken. Yanamaz…
***
Tıbset işçileri direnişe geçmiş. Tıbbi malzemeler üretmeleri lazım. Üretmiyorlar. Sennur Sezer şiir okuyor onlara. Adnan Özyalçıner konuşma yapıyor. Anlattıkları, söyledikleri şu: Direnin ey işçiler, direnmeden olmuyor.
***
Haliç Tersaneleri’nden biliyorlar direnmeden olmadığını. Okuduklarından başka Paşabahçe’den biliyorlar. Beykoz Kundura’dan. Tekel’den. Hepsinde görmüşler direnen işçileri. 1969’da görmüşler. 1970’de görmüşler. 71, 72, 73, 74, 75… 15-16 Haziran’da görmüşler. Sıkıyönetimlerde görmüşler. ‘İşçi hakkın istiyorsa direnecek’. Bu birinci kural! Sennur Sezer ve Adnan Özyalçıner o zamanlar 67, şimdi 81 ilin hepsinde anlattılar bunu: Hakkını arayan işçi isteyecek. Vermezlerse söke söke alacak. Söke söke! Fabrika önünde, işçi evinde, üniversite bahçesinde… Binbir yolla anlattılar. Sanatlarının her marifeti ile anlattılar. Dillerinin döndüğü her şekilde: Direneceksiniz ki kazanacaksınız ey işçiler…
***
Mehmet Kılıçarslan var yanlarında. Diyarbakır’a gidiyorlar. Kürtlerin başında belalar var yine. Kürtlerin başında belalar olmadığı olmuş mu? Bir Kürt hikâyesi anlatıyor Sennur Sezer, Kürtçe de konuşuyor arada. Kürtçe kelimeler söylüyor demek daha doğru.
Ya da Ünaldı’dan dönüyorlar. İşçiler direnişte, saldırı olmuş ki ne olmuş. Mehmet Kılıçarslan onlara Ülker’de darbe günlerinde yaşanan grevi anlatıyor. Ya da Kazlıçeşme’deki… Ya da Bahar Eylemleri’ni 89’daki… Sennur Sezer, o zamanlar yazılmış bir şiiri okuyuveriyor. Ya da yok yok, o zaman yazılmamış, 300 yıl önce yazılmış bir divan şiirine geçmişiz… Diziveriyor Adıyamanlı işçi önderinin sözlerinin arasına… Sonra o şiirin şairini anlatıyor. Onun büyük aşkını. ‘Kellesi alınırken’ ne dediğini. Aslında ne demek istediğini. Hay seni gibi padişahın… Hay sizin gibi padişahların… Adnan Özyalçıner, gülümsüyor…
***
Sennur Sezer izlenim yazıyor Evrensel gazetesinde. Emek yeniden Evrensel olmuş. Yine aynı binadayız. Sennur Sezer’in izlenimi geliyor eylemden. Eylemde gördüklerinden. Eylemde gördüğü işçi kadının anlattığından, çocuğun güldüğünden…
Adnan Özyalçıner cumartesi günleri arka sayfaya öyküler yazıyor. İstanbul’dan. İşçiden. İşçinin İstanbul’undan.
Şehrin emekçi mahallelerinden birinde uyanıveriyorsunuz onun öykülerini okurken. Ama çocuksunuz daha. Ayaklarınızda yırtık bir çift pabuç. Bir taşlı yokuştan aşağıya koşuveriyorsunuz. Peşinizde yokluk, yoksulluk. Umut içinizde. Kavganın yanında. Adnan Özyalçıner’in kavgayı büyüten umut öyküleri Evrensel’de… Her cumartesi… “Aldınız mı yazıyı diye merak ettim…” Daktilo harfleri ile dizilmiş yan yana harfler, diziyoruz Adnan abi, sorun yok…
***
Gık demiyorlar. Gık yok! Bizim yaşımız kaç olmuş, yapacağımızı yaptık, bize müsaade, biz biraz dinlenelim artık, toruna torbaya karıştık, bizden geçti… Yok! Komünizm insandan ‘geçer’ mi? İnsan bu davayı geçer mi? Nefes canda durdukça? Geçmez. Suat Derviş, Zihni Anadol, Fakir Baykurt, Kemal Özer, Şükran Kurdakul… Geçmemişler işte. Bunlar da geçmiyor. İnatsa inat!
72 yaşında işçi kadınlara çocukları için ekonomik ama besleyici yiyecekler hazırlamayı öğretiyordu Sennur Sezer.
Ben yazarım, ben şairim diyen. Aydın olan, aydınlık olan. Dört duvar arasında durur mu hiç?
“Dünyanın en çok grev ve işçi direnişine gitmiş edebiyatçısı” ünvanı var mı?
Ünvanda, ödülde, övgüde değil ki iş ey işçi kardeşim. Senin seni kurtarmanda. Sen seni kurtarırken seninle olan gazetenin adında, şairinin adında, öykücünün adında… Kuru bina yoksa ne olacak, gene sen gelip çalışacaksın. Ama unutma yangın merdivenlerinden ine çıka sana ses eden iki edebiyatçın var. Biri şair, biri öykücü iki devrimci komünist, iki aşık… Ünvan ne ki yoksa?
O zaman, “Hadi çıkalım artık Sennur, geç kalacağız…”