yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Hayata Tersinlemeli Bir Bakış: Gözde Bir Kordon

Dünyayı sarsan salgının birinci yılını geride bıraktık. Ancak salgın tüm dünyada sağlık, ekonomi, eğitim, kültür ve sanat alanlarında yıkıcı etkiler yaratmaya devam ediyor. Bu yıkıcı etkiler aynı zamanda insan ruhu üzerinde de birçok olumsuz iz düşüme sahip. Geçim, sağlık ve gelecek kaygısı arasına sıkışmış milyonların, hatta milyarların olduğu küresel bir buhranın tam orta yerindeyiz. Hal böylesine kaotik ve karamsarken hayatın atardamarları her türlü olumsuzluğa karşın inatla atmaya ve kalbe kan pompalamaya devam ediyor. Bu atardamarlardan en önemlilerinin arasında yer alan sanat, salgından yara alsa da; başkalaşarak, kendini güncelleyerek, içerik, biçim, ulaşım ve yayılma yollarını değiştirerek yol almayı sürdürüyor. İyi ki… Yoksa nasıl başka bir dünya hayal edebilirdik? Bu hayale, bu iyilik haline, bu ütopyaya her zamankinden daha çok ihtiyacımız olan bir dönemden geçerken yine sanat tutuyor elimizden. Evlere kapandığımız bu dönemde, hayal yolum şair Gülce Başer’in 2020 yılında Pikaresk Yayınları’ndan çıkan Gözde Bir Kordo’uyla kesişti.

Kitabını “Sokağın Gözlerinin İçine Baka Baka Öldürülen Kadınların Anılarına” adayan şair aslında tüm kitap boyunca ara ara bu derin kan kaybını yoklar gibidir. Örneğin “ Kızınızın Katili Sokakta Geziyor” şiirinde bize lanetli bir duygu olan “kanıksama”yı derinden duyumsatır: “Zaten kolay öleni makbul, sonradan hatırlananı,/ Bir iki söndürür yakarsınız 21:15’te ışıkları, fazla buğulanmayın/fırsat bulmuşken bilakis/ceketinizdeki diğer çürük düğmeleri çıkarın/olmazsa değiştirin kanalı”. Televizyon kanallarında, gazetelerde, sosyal medyada her gün bir başkasına tanıklık yaptığımız kadına yönelik bu cinskırım, şairde yüksek sesli bir sitem olarak karşılığını bulur. Ancak bu sitem bir yakınma değil yüksek bir bilinçle yola çıkarak bir sonuca varma halidir. “Severdiniz kızınızı sever gibi/Kızınız bildiğiniz birini/Ya da sevmez gibi kendinizi…” dizelerinde “siz” diye seslenilen; duyarlılığını, şefkatini, merhametini, insana saygısını ve sevgisini yitirmiş hastalıklı, sakat bırakılmış bir toplumdur. Kadına, çocuğa, hayvana, doğaya şiddetin neredeyse günlük bir rutin haline geldiği bu toplumda şair sadece sızlanıp hiçbir şey yapmayanları da net bir biçimde karşısına alır. “duvaklı tabutlar sürebilirsiniz ağıtlı yuvalara…/Hazır-sınız!/Ve yeterince nizami anlayışınız”, “Kızınızın katili sokakta geziyor, sokakta kol geziyor…/aynı avluya açılan kapılarda/kendiniz yabancıdan saymayın” dizeleri aslında katilimizi içimizden bizim çıkardığımızı ve bununla yüzleşmemiz gerektiğini bize söyler. Bu gerçek pek çoğumuzun hoşuna gitmese de katiller içimizde gezmektedir.

Yüzyıllar boyunca hiç sıyrılmayacak bir ten gibi üzerimize dikilen, ruhu, aklı, kalbi sakatlanmış bir toplum tarafından dayatılan kadınlık görevlerinin (!) altını hayli ironik bir dille çizer şair. “Seversiniz kadınları küp şekerler kavurur nefsiniz/mütenasip birer göz farıyız hayal evinizde”, “küçük birer saltanat hevesiyle/istersiniz, olsun bir terlik getiriciniz/ kız niyetine…”, “El alem ne kolay hoşgörür sizi/ rakama bakmayan ibreniz namus peşinde”, “annen de piliçti kızken” “babandan kocana akar kütük tabiyetin, insan niyetine” dizelerinde toplumun kadını nasıl daha küçücük bir çocukken ele alıp; varoluşunu, duygusunu, aklını, kimliğini adım adım kendine uygun hale getirdiğini, hatta bunu yaparken onun dilini bile kendi erk’ diline benzettiğinin altını cesurca çizer. Sadece bununla kalmaz, kendisini de bir karşı-özne olarak şiirine katar şair, “Biz bunları konuşur, göze hoş gelen eylemler tasarlar, biz iyi, bilge, duyarlı, ilgili…” ve elbette işaret parmağını kime tutacağını da çok iyi bilmektedir, “Siyasiler kalsa bir kampanyada çözeceklerdi meseleyi…/Soluk yüz çatal dilli”.

Ev içlerinin bunaltısını en derinden hissettiğimiz bu günlerde Gözde Bir Kordon bize kimilerinin hiç yaşama şansına sahip olmadığı, kimilerinin ise hafızasında daha dün gibi tazeliğini koruyan “mahalle” kavramını anımsatır. “Var mıydı bir mahalle/Delilerin korkusuzca ıslık çaldığı/ve birer kap yemek buldukları her kapının önünde?/Var mıydı içinden geçtiğimiz biber patlıcan kızartması kokularının/ekmeğini bizim büyük adanmışlığımıza bandığı?” Bugünden geriye dönüp baktığımızda kentleşmenin belki de geçiş noktasıydı mahalle ve ona ait bütün bir anlam dünyası… Aynı mahallenin çocuğu olmak, komşuların birbirini ortak bir aile gibi görmesi, ortak sızılar, ortak sevinçler, koyu sohbetlerin yapıldığı duvar dipleri, kaldırım kenarları… Başer kitabının bir bölümüne “Vardı Bir Mahalle” adını verirken, “Bir Mahalle Vardı” şiirinde bizi iki farklı uzamın, iki farklı zamanın, iki farklı dünyanın ortasına bırakıyor. “Şairin mahallesi” ile “şimdiki zamanın sokağı”nda elbette öznelerden, nesnelere, kavramlardan, düşlere her şey başkalaşmış. Şair, “üçgenin dibindeyiz herkes aç/Kubbeler bile aç, nefesi kokuyor kalplerinin/Dibinde olmak güvence değil dibin/Cehennem olsak devriliriz istinat duvarlarından.”, “Bak kardeşim, şehir cesetleri üst üste yatıyor,/Kaldırımların racon kesiyor, foseptik her köşeye adam dikmiş/Hayatta kalanlar sonuna kadar açmış çığlıkların sesini” dizelerinde artık şimdiki zaman uzamının insanı nasıl boğduğunu ve iyilik duygusunu yok ettiğini bize anımsatıyor. “Bak kardeşim” seslenmesi ise yine şair-öznenin kendini, bu çirkin başkalaşmayı topluma fark ettirmekle sorumlu tuttuğunun altını çizen bir seslenme biçimi olarak öne çıkıyor.

Birçok şair için olduğu gibi, Başer için de “İstanbul” şiirde uzam olarak karşımızdadır. “İstanbul Masalı-Yeni Sürüm” adlı şiiri daha başlığından bize yine iki ayrı dünyanın duygusunu yansıtacağını söylüyor. “Yutan bir kuyruktur İstanbul, anakondadır”, “Kirazlıtepe’den aşağı hamur/ ve çamaşır suyu sıvalı kolların şehri/ama biz kadına da İstanbul deriz kardeşim”, dizelerinde İstanbul esenliksiz bir uzam olarak karşımıza çıkar. Diğer yandan “hamur” ve “çamaşır suyu sıvalı kollar” ile kadın kimliğine toplumsal kabulle yüklenen görevler ve kadın olma edimi bu kentle birleştirilir. “büyük Türkiye, diyelim önce, yarına ne bıraktın?/yavru cenaze birkaç, / kendinden menkul cinayetler…/ihmal edilebilir bir yoksulluk bizimki” dizelerinde, bir kentin özelinde bir ülke eleştirisi yapan ve “yarına ne bıraktın?” diye soran şair-özne yine insana insanlığını sorgulatan yanıtını kendisi verir. “Ben bir şiirlik İstanbul’umdur, her kış yok olurum/evde unutulan, üstüne kilitlenen/bayan pardonum”, “Ağlayan bir İstanbul gönderelim bugün de sevgiliye…” dizeleri ise ihmal edilen, yalıtılan, yok sayılan kadın kimliği ile bütünleştirilen bir kent imgesi sunar. Sevgiliye gönderilecek bir hediyeyse de bu kent, yine de ağlıyordur işte.

Başer şiirlerinde sıklıkla toplum tarafından dayatılan ve bireyler, özellikle de kadınlar tarafından sorgusuzca kabul edilmesi beklenen davranış kalıplarının tersinlemeli eleştirisini sunuyor okuyucuya. Bunu yaparken şair-özneyi bu toplumdan ayrı, üstten bakan bir “bilgiç” olarak konumlandırmak yerine, aynı yerden yara almış, kanamış ve anlamış bir insan olarak sesleniyor. “Büyüyüp işe girerim, evleniriz/Sevgilim güller gönderir terfi edince masama/Gözde bir kordon sayılır İzmir/-sempatik çiftlere dolanan”, “raflara sığmıyordum, neremden düzeltseydik bir başlamaya…”,“Kapatıp yeniden açalım, olmazsa baştan yazalım gülce’yi, değiştirip/değiştirip pilini/aşk aşkına!” dizelerinde bireyselden toplumsala uzanırken, kendini de eleştirinin orta yerine koymaktan sakınmayan bir hayat algısı kendini gösterir.

“Yalnızlık” izleği, birçok şair de olduğu gibi Başer’in şiirinde de kendine yer bulur. “evlilik de bir başka yalnızlık yalnızlıklardan/şimdi denize bakan bir pencere istiyorum biraz da gurup”,“en eski topluluk adlarındandır yalnızlık”,“Kendimi sevsem, ki seviyorum galiba/Buharlaşıp avunurdum günde üç beş defa/-apartman bulutuyum ben”, “Aşk yeterince güzel balkondan” dizeleri, toplum tarafından kabul gören ve dayatılan ortak yaşama biçimlerinden evliliğin aslında insanı nasıl yalnızlaştırdığını, toplumun içine karışmanın bir yüzünün aslında rahatlıkla yalnızlığa vardığını, kentleşmenin getirdiği içe kapanma ve risksiz, sahte güvenlikli yaşamların insanları nasıl daha da koyu bir yalnızlığa sürüklediğini ironik bir biçimde ve derinden duyumsatır.

“adil bir mahkemede olduğumu umuyorum vicdan bey, sayın takke” dizesinde “vicdan bey” sözcüğüne düşülen dipnot “mutlaka erkeksiniz, mevzuatın dilinde” eril hukukun insanın vicdanında nasıl derin yaralar açtığının bir kanıtı gibidir. Yine aynı şiirinden “benimki değil de, başkasının hikayesidir/rencide olunmaksızın manşetlere çıkan/verimsizim oysa, doğrudur, çocuğum bile yok” dizesi kadının içine kazınan ve sanki kendi düşüncesiymiş yanılsaması oluşturan “kutsal annelik” kavramının bir tersinlemesidir.

Kendine ve bize “Uzan başım, ışığı al dişlerinin arasına/Yaşanmışlığının sabahı bu, bu ve anla” diyerek seslenen ve tüm olumsuzluklara rağmen yaşama sevincini bölüşmeyi tercih eden Başer’in yolculuğuna ortak olmak ve kendi içinizdeki Gözde Bir Kordon’la karşılaşmak isterseniz hiç durmayın!

Özge Sönmez
diğer yazıları