Nisan ayındayız, geçtiğimiz Eylül okula başlayan altı-yedi yaşında çocuklar bu vakte kadar okumayı sökmüştür. Önlerinde tüm levhalar, dükkân yazıları, alışveriş fişleri, karalama dolu kâğıtlar heceleye heceleye gizemlerinin çözülmesini beklemektedir. Bu sonsuz olanaklar içinde hiç bir çocuk çadırın üzerindeki “satılık değildir” yazısıyla yüz yüze gelmemeli. Hem biz yetişkinlerin kavramsal olarak zaman zaman en geniş anlamıyla “bir toplumun siyasal örgütlenmesi” olarak tarif ettiği devletin, hem de ilkokullarda öğretilmeye başlayan anlamıyla “koruyan, kollayan bir yetişkin” olarak devletin varlık gerekçelerinden biri de felaketleri tüm yetki ve imkânlarını kullanarak mümkün mertebe önleyebilmek, felaket anlarında yurttaşının yanına koşulsuz koşabilmektir. Oysa tarihin bu kristal anında, bu beklentinin bir yanılsama, mevcut devletin de aslen bu uyarı yazısınca işleyen bir organizasyon olduğunu görebiliyoruz. Bunu bir kere görünce de gözümüzün önüne seriliyor devamı: bu uyarı yazısının koşulları, çelişkileri, gerçekliği; ülkeden ülkeye, şehirden şehire farklılıkları ve ortaklığı.
Kapitalist devletler en kaba çerçevede toplum nezdinde meşrutiyetini koruma gibi bir misyonla hareket ederken, egemen sınıflar lehine kapitalist yeniden üretimi ve sermaye birikiminin devamlılığını sağlamakla görevli olmakta ortaklaşır, eş zamanlı olarak sınıfsal çelişkileri perdelemeli, çatışmaları uzlaştırabilir pozisyonu da korumalıdır. Aslında burada perdeleme görevinin nasıl işlediğini bir kaç soruyla havada bırakmak gerek: Burada kasıt devletin bir tür kukla oyuncak gibi –sadece varlığı ile bile– bir egemenlik çerçevesinde bir çoğunluğun ulusu bilinci oluşturarak nesnel çelişkilerin üstünü örtmesi mi? Yoksa bir kriz anında, gerektiğinde müdahil olarak sınıflar arasında uzlaşı alanları yaratması mı? Yoksa toplumsallığı bir yapıda kurarak, siyasetin alanını sınırlaması, bir cemaat örgütlenmesiyle siyaseti bireyden, toplumdan belli ölçülerde kopararak kurumsallaşmasına sebep olması mı? Bu çok eski tartışmaya tek ve kısa bir yanıt vermek mümkün değil, zaten bu yazının amacı da bu soruya sabit kavramsal bir yanıt vermekten çok, farklı yanıtlardaki tarihsel doğruluk parçalarını alarak aslında yanıtın geçişkenliğinin gözümüzün önündeki bir örneği üzerinde durmak.
Hayat olağanüstü bir kriz anıyla sekteye uğrayana kadar, alışılmış rutininde akarken silik sorular ve bilgiler aklımıza birer kıymık gibi batar. Deprem sonrası Kızılay çadırlarının satıldığını, AFAD’ın vinç ticareti yaptığını okuduğumuzda kavramların yaşamda neye denk düştüğünü deneyimleyerek öfkeleniriz. Oysa örneğin 2019 senesinde Kızılay’ın ticari şirkete döndüğü ile ilgili bir haber görseydiniz, muhtemelen “İnsan Kızılay’ı da satar mı be?” diye söylenirdiniz. Böyle bir özelleştirmenin olası sonuçlarını hayal etmek mümkünse de aciliyetini kavramak, engellenmesi yönünde müdahil olmak zordur. Üstelik 2019 senesinin sıradan bir gününde devletin ve egemen sınıfların tahakkümü çok yönlü, çok kapsamlı olarak gündelik yaşamın her anını ele geçirmiştir. Alınacak ekmek, ertesi gün gidilecek iş, izlenecek başka bir haber vardır. 2019 yılı itibarıyla Kızılay, hem insani yardım hem ticari faaliyetlerini, kendi bünyesinde şirketleri üzerinden yönetmeye başladı. Örneğin maden suyu fabrikası Kızılay İçecek, Sanayi ve Ticaret A.Ş. bünyesine, çadır fabrikası ise Çadır ve Tekstil A.Ş. bünyesine katıldı. Kızılay’a ait malzemeler, depolar ve fabrikalar da bu şirketlere aktarıldı. Kâğıt üzerindeki plan, şirketler aracılığı ile yapılacak ticari işlemlerden elde edilen kârın, vakfa aktarılarak gelir elde edilmesi ve böylelikle vakfın kuruluş misyonunda belirtilen görevlere daha kapsamlı bir hazırlık ve yatırım yapılmasıydı. Bu kâğıt üzerinde öyle işler gözükmektedir ki, Türkiye’de binlerce insanın öldüğü, on binlerce insanın işsiz kaldığı, bir yıl içinde ülke çapında eşi benzeri görülmemiş bir yoksullaşmanın yaşandığı 2020 senesinden sonra Kızılay; “2020 fırsatlara dönüşen zorluklarla dolu bir yıl” raporu yayınlamıştır. Bu rapor haberlerde bile yer almadı, doğrudan nakdi yardıma övgüler düzen bu rapor tartışılmadı bile. Neoliberal şirket devlet için hiç şaşırtıcı değil. Kesinlikle liyakatsiz çürümenin sonucu değildir. Aksine devletin gurur duyacağı bir başarıdır. Bu raporun yazarları için kamu görevleri bir kariyer basamağından başka bir şey değildir, ya bu kurumlardaki yetkilerinin çoğunu özel sektöre atlamak için bir araç olarak kullanırlar, ya da mevcut kurumun özelleştirilmesini destekleyerek kendi kariyerlerini yazarlar. Liyakatsizlik olarak toplumun geniş tabanına yayılan çürümenin zehri de buradaki başarı söylemindedir. Muhakkak 2023 depreminde karşımıza bizi şoka uğratacak eksiklerle çıkan bu devlet binasının, esnemeye başladığı, kolonlarının kesilerek içine dükkânların açıldığı yerler, bu tarihten ve minik örnekten daha da geriye gidecektir.
Tayyip Erdoğan’ın başkanlık sistemi kampanyalarından birindeki sloganıydı: “Bu gömlek artık Türkiye’ye dar geliyor.” Hedef büyüme ve istikrardı, yolu da daha fazla serbestlik, daha fazla özelleştirmeydi, ama bunun yaratacağı gerilimlere iktidar çoktan hazırdı, yetkinin tek elde toplanması, olağanüstü hallerin olağanlaşması plan dâhilindeydi. AKP’nin Yeni Türkiye Rejimi, bir gömleğin çıkartılıp, bir başka gömleğin giyilmesi ile kuruldu. Ama sınıfsal çelişkileri gizleme ve bastırma amacı devletin bedensel bir işleviydi, üstelik neoliberalizme tam uyumlanmanın açık sonucu olarak artacak sömürüye karşı da önlem alması gerekiyordu. Baskı, zulüm, kontrol artacaktı, ama eş zamanlı vites artırılacak bir başka görev de hayırseverlik olacaktı. Öncesinde de seçmene aralıksız devam eden nakdi yardımlar sadece oy istenci ile ilişki değildi, neoliberal politikayla kusursuz bir uyum sağlayan “doğrudan para yardımı” anlayışının bir göstergesiydi. Devlet, devletin işleyebilmesi için ve meşruiyetini kaybetme pahasına çekildiği alanlarda, sınıfsal antagonizmaları perdeleyecek şekilde, bir süredir dinî, ruhban sınıfa özgü bir hayırseverlik ilkesi ile hareket ediyor. Kültüre tarihsel olarak uyumlanan bu misyon, Türkiye rejiminin uluslararası sermaye ve sömürgeci ülkeler içinde yönünü gösteriyor. Ucuz iş gücü, boyun eğmiş, muhtaç bırakılmış bir işçi sınıfı. Bu apaçık gerçeğe rağmen –belki bir işçi, yurttaş, insan olarak parçası oluşumuzdan– bunca imkâna sahip çağda, “hiç mi vicdanları yok sorusu” çınlıyor. Akla mantığa sığmayan bir düzeni işleten birçok bileşen var elbet, ama en büyük hakikat kapitalist devletin ve patronların tek bir zaman algısı olduğu, o da şimdiki zamanın yayılması ile oluşan geniş bir an, bu yüzden Marx’ın dediği gibi “Benden sonra tufan! Her kapitalistin ve her kapitalist ülkenin parolası budur.”
Bu hakikatle yüzleşildiğinde, sistemin devamlılığına hizmet eden en kıvrak akıllar bile, istedikleri kavramın üzerinden atlasın, istediği tarife kalem büktürsün, açık gerçekten kaçamaz. Liberalizm ideolojisi ile devletin varlık koşullarının çeliştiği ya da karşı karşıya kaldığı anlar yok denecek kadar azdır, asla uzlaşmaz değildir, hatta eğer bir fırsata dönüşecekse kimi krizlere, felaketlere izin de verilebilir, artık büyük çoğunluğunu asgari ücretle geçinen işçilerin oluşturduğu yurttaşlar harcanabilir birer köledir. Bu gömlek giyme ve çıkarma benzetmesi eşliğinde cisimlendirilebilecek ilişkilerden biri de bu dönüşüm. Eğer insan toplumsal ilişkilerinin birleşimi ile şekilleniyorsa, böyle bir devlet-sermaye ilişkisi içinde yurttaş nasıl biri olur?
Depremden sonra birçok tanığın altını çizdiği bir gerçek vardı: “AFAD ortada yok ama aralarda çok özveriyle çalışan AFAD gönüllüleri var.” Küçük memurların, gönüllülerin, sosyal devletin gücüne hala gönülden bağlı insanların, özverili ve fedakâr emekçilerin, yardım etmek istedikleri anlarda gerekli imkânları bulamıyor olmalarının gerçeği bu kurumların insanlar sayesinde oluşmadığını gösterir. Önümüzdeki yapılar, görevlilerce oluşturulmuş tüzel varlıklardan ibaret değildir, belki de içi doldurulmuş gömleklerdir. Yurttaşlık bilincimiz bu sermaye ilişkileri tarafından dikilmiş bir kıyafet kalıbının şeklini almakta olabilir mi? Neoliberalizmin bireyi nasıl değiştirdiği ile ilgili tartışmalar en ince ayrıntılarda, biricik deneyimlerde aranadursun, esas değişim, devlet ve birey ile sivil toplum arasında oluştu. Sivil toplum, yine yukarda kabaca tariflenmiş devletin yetemediği yerleri varlığıyla doldurur, böylelikle düzeni zaman zaman devletin yerine de işler kılar. Sivil toplum tek başına bir düzen kuramaz, mevcut düzen içinde acil olduğunda yaraları sarmaya yardımcı olur, ama yekten iyileştiremez. Ama ortada bilerek boş bırakılmış, hatta fırsata dönüşeceği için olağan bir kriz halinde tutulan bir rejim varsa, sivil toplum neye yetebilir? Kurumlarının çoğu özelleştirilmiş bir ülkede, dış bağımlılık sivil toplum dayanışmasının belini büker. Kaynaklar kamunun elinden çıkıp, yerli-yabancı şirketlere verildiğinden, en hayati öneme sahip madencilerin bölgeye gelmesi için çağrı yapmak zorunda kalırsınız, dernekler malzeme bulmak için şirketler ile pazarlık yapar, gerekli ürünler için para yine halktan toplanır, kısmi indirimler ile alınır. Yurttaş da, niyeti hayati bir derde çare olmak ve yatay işleyen bir yardım da bulunmak olsa da bunu ancak dolaylı yapabilir, devletin hayırsever politikasının içinde, ona karşı örgütlü politik bir karşı irade göstermediği müddetçe eklemlenerek hayırsever bir yurttaş olur –istemeseler, fark etmeseler de. Ya da devletin bu taraflı hayırseverlik (peşkeş) ağının dışında kalırsa, yurttaşın siyasetinin ana gerilimi bu kamplaşmaya ve ikiliğe sıkışır. Bu neredeyse dinî dönüşüm, sınıfsal çelişkilerin görünürleşmesinin önüne bir perde daha çeker. Karşımızda kendince “elinden gelen her şeyi yaptığını” düşünen, ama her seferinde aynı cendereye mahkûm edilen, biraz daha yılgın, biraz daha silikleşmiş bir yurttaş kitlesi şekil alır. Üstelik bu insanlar, deneyimlediklerinden ötürü sorunu her zamankinden daha net, daha kolay ifade eder. “Her şey sınıfsaldır” cümlesi daha sık duyulur olur, ama cümlenin gücü zayıflamıştır, bir kabullenişe dönüşmektedir. Nitekim bugün de maalesef aklımıza yardım ve dayanışma deyince kısa vadeli işe yararlılıktan başka bir şey gelemiyor. Emekçinin kendinden kısarak bağışladığı yardımlar bile aracı firmalara takılıyor. Hayırseverliğin maskesi düşüyor, hayrın devletten bireye değil, devletten yandaşa olduğu ifşa oluyor, maskeyi de bu sefer kendisiyle birlikte örgütlenen, yakın olduğu cemaatler, tarikatlar, anlaşabileceği sivil toplum kuruluşları ve dernekler giyiyor. Hâlihazırda uhrevi ve ahlaki bir pozisyonla sınırlanmış yardımlaşma bilinci daha muhafazakârlaşıyor, iddiası küçülmek mecburiyetinde kalıyor. Siyasetin gündemi de dünya yıkılsa bile seçimlere kilitleniyor, çünkü eylemlilik ve irademiz, dönüştü, kişiselleşti, bir hayır faaliyeti oldu. Bu ister bir biricik kişiden ötekine uzanan hayırlı bir yardım olsun, ister bir olaya sadece beyanla kalacak şekilde “hayır” diye bağırmak olsun. Dünyayı yeniden bir çocuk gibi iyiler ve kötüler diye okumaya başladık. Böyle bir darlık içinde barınma hakkı da, örneğin evi zarar görmüş herkese ivedilikle çadırın, konteynırların ulaştırılması talebine dönüşüyor. Peki kim ulaştıracak, özelleşmiş Kızılay mı? Bu yazının yazıldığı günlerde bölgeyi bir de sel vurdu, kim gönderecek ayakkabıyı, özel şirketler, meşhur markalar mı? Elbette, bundan daha acil, daha hayati bir gereklilik yoktur. Tartışma bunun, bir kriz anında gerçekleşiyor olmasını sorgulamak değil ya da buna karşı çıkmak değil, tarihsel koşullar içinde bu gerekliliğin yarattığı gerilimleri iyi okuyabilmenin ve ona direnebilecek taban örgütlenmesinin yaratılma olanaklarını konuşmaktır. Keşke olmasaydı, ama deprem sonrası kurulan dayanışma ağlarından öğreneceklerimiz iyilik fikrinin ötesindedir. Hem dünyada hem Türkiye’de devletler kendine yeni gömlekler ararken, iyilik ve dayanışmaya, bir kriz anında çözüm olarak değil, herkese eşit, sağlam, yaşanabilir mekânlarda, hiç bir çocuğun satılık çadır bilgisiyle tanışmadığı devletlerin parçası olarak ihtiyaç vardır.