“Tüm mahlukat mülkiyete dönüştürülmüş; sudaki balıklar, havadaki kuşlar, yerdeki bitkiler… – tüm mahlukat da özgürleşmek zorunda.” – Thomas Müntzer[1]
COVİD-19 PANDEMİSİ VE TOPLUMSAL EŞİTSİZLİKLER: TÜRCÜLÜK BUNUN NERESİNDE?
İçinden geçtiğimiz Covid-19 salgını toplumlardaki keskin eşitsizlikleri daha görünür hale getirmekle kalmadı, bu eşitsizliklerin kimin hayatta kalıp kimin öleceğini dahi belirleyecek bir etki gücüne sahip olduklarını bir kez daha gösterdi. Temmuz ortasında derlenen verilere göre Amerika Birleşik Devletleri’nde nüfusun senelik geliri 24.000 doların altında olan kesimi, senelik geliri 240.000 doların üzerinde olan kesiminin 3 katı yüksekliğinde bir ölüm oranına sahip[2]. Yeni açıklanmış bir başka çalışma gösteriyor ki gelirle birlikte etnik farklılıklar da Covid-19 ile ilgili oranlarda önemli bir belirleyiciliğe sahip. Washington eyaletinde her etnisiteden yüz biner kişilik nüfuslar esas alındığında –ve yaş farklılıkları hesaba katılarak ayarlama yapıldığında- Hawai yerlileri ve Diğer Pasifik Adalılar arasında 850, Latin/Hispanik nüfusta 450, siyahilerde 230, Amerikan yerlilerinde 230, birden çok etnik kökeni olanlarda 90, Asyalılarda 90, beyazlarda 50 hastane vakası görülüyor[3]. Beyaz olmayan nüfusun sağlık hizmetlerine erişiminin çok daha kısıtlı olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda durumun çarpıcılığı daha da net gözükmekte. Ancak, pandemi ile keskinlikleri ve toplum sağlığı açısından tehlikeleri daha da çarpıcı bir şekilde görünür hale gelen toplumsal eşitsizlikler, sınıf ve etnisiteden ibaret değil.
İçinde bulunduğumuz küresel pandemi süreci hayvanlarla kurulan ilişkinin toplum sağlığı açısından önemini belki de ilk defa bu kadar açık bir şekilde gözler önüne serdi. Öncelikle yaygın kabul gören sürecin tetikleyicisi olan virüsün bir hayvan pazarında ortaya çıktığı iddiası, sonrasında mezbahaların dünya genelinde Covid-19’un yayılmasının merkez üsleri haline gelmesi[4] hayvanlarla tüketim ve deney üzerinden kurulan ilişki üzerine düşünülmesine önayak oldu. Sadece insanlarla diğer hayvanlar arasındaki ilişkilere ya da toplum sağlığına “kafa yoran” kesimlerle sınırlı kalmayan bu sorgulama sürecine geniş kitleler, sosyal medya aracılığıyla uluslararası ölçekte hızla yayılan Vuhan’daki hayvan pazarında çekilmiş videolar ve pandemi koşullarında mezbahalarda devam eden “üretim”in koşullarını gözler önüne seren videolar ile katıldılar. Bu gerçekliklere ilk defa maruz kalmış geniş toplumsal kesimler arasında dehşete düşenler oldu. Bu dehşetin ekseriyetinin hayvanların maruz bırakıldığı muamele ve kıyımdan daha çok mevcut süreçlerin ve alanların örgütlenişinin insan/toplum sağlığı açısından taşıdığı risklerden kaynaklı olduğu yönünde bir tahmin muhtemelen yanlış olmayacaktır. Ancak, biraz daha derinlemesine bir bakışla bu süreçlerde hayvanların kullanılmaları, sömürülmeleri, öldürülmeleri ile çalışanların ve toplumun sağlığının tehlikeye atılmasının müsebbibinin hiç de farklı olmadığını görmek mümkün. Marksizm ve hayvan özgürleşmesi ilişkisinin temeli işte tam da bu noktada yatıyor: Bizim ve diğer hayvanların aynı süreçlerde -temelinde sermaye birikiminin yattığı süreçler- ve aynı güdülerle -burjuvazinin kâr hırsı- tüketildiğimiz gerçeğinde.
HEPİMİZ AYNI MEZBAHADAYIZ
Covid-19 süreci, birçok yerde olduğu gibi ABD’nin Iowa eyaletinde de işçi eylemliliklerini beraberinde getirdi. Nisan ayına gelindiğinde Iowa’daki tüm Covid-19 vakalarının yüzde 10’undan fazlası doğrudan mezbaha kaynaklıydı. Tıpkı Almanya’da olduğu gibi ABD’de de mezbahaların halk sağlığı açısından tehlike oluşturduğu ve geçici olarak kapatılıp ancak tüm önlemler alındıktan sonra tekrar açılması gerektiği kamuoyunda yaygın şekilde dile getiriliyordu. Trump yönetimi nezdinde burjuvazinin cevabı ise et üretimini “hayati” sektör ilan etmek oldu. Böylece bu endüstriyel kompleksler, bir yandan hayvanların canlarını almaya devam ederken bir yandan da -yüzde doksandan fazlasını Latin Amerikalıların oluşturduğu- işçilerin ve toplumun sağlığını tehlikeye atmaya rahatça devam edebileceklerdi. LULAC (Birleşik Latin Amerikalı Yurttaşlar Derneği) 6 temel talep ile bir et boykotu ilan etti. Talepler şöyleydi: 1- Zorunlu Covid-19 testi 2- İşçilerin maskeli halde sağlıklı nefes alışverişini sürdürebilmesi için iş hızında yavaşlama 3- İşçilerin mesafeli çalışabilmesi için mekânın daha düşük yoğunluklu şekilde kullanılması 4- Hastalar için tam ücretli izin 5- Sağlık harcamalarının işçilere yıkılmaması 6- Banttaki işçilerin aralarına plastik cam yerleştirilmesi.
Mezbaha grevi daha önce birçok kez görülmüş bir eylem, işçilerin patronları köşeye sıkıştırmak adına kamuoyuna ürünlerin boykotuna yönelik çağrı yapması da -et boykotu da vejetaryen bir diyeti çağrıştırması açısından ilginç olsa da- yeni bir durum değil. Ancak protestolar başladıktan çok kısa bir süre sonra ortaya çıkan LULAC – PETA[5] ittifakı süreci başka bir boyuta taşıdı. Artık taleplerde çalışanların ve toplumun sağlığının yanında hayvanların sağlığı da yer alıyor, sürdürülebilir bir gıda tedariğinden bahsediliyordu. Hedef olarak dünya genelinde bir et boykotu ortaya konuyor, slogan olarak ise Meatless May (Etsiz Mayıs) yaygınlaştırılıyordu.
Bu noktada süreci romantikleştirmekten ya da idealleştirmekten kaçınmak gerek: Mezbaha işçileri bir daha hayvan sömürüsünde, katlinde yer almamak üzere antlar içmiyorlardı elbette. Yine de işçilerin algısında -eylemin kamuoyundaki sözcülerinin ifadelerinden anlayabildiğimiz kadarıyla- hem işçileri hem hayvanları hem de toplumu; bilinçli, bilinçsiz, canlı, cansız tüm doğayı tüketenin aynı fail, sermaye ve patronlar olduğuna dair bir kapı aralanmıştı; ya da en azından pratikteki kesişimsellik böyle bir ihtimali somut bir olasılık ortaya çıkarmıştı.
Gerek Türkiye’de gerekse dünyada “hepimiz aynı gemideyiz” yalanları söylenedursun, biz her gün aldığımız haberlerden ve bizzat kendi hayatımızdan görüyoruz ki bu lafları söyleyenlerle aynı gemide olduğumuz yok. Kodamanlar her gün özel testler yaptırırken, kendilerini malikanelerine, özel adalarına kapatırken biz ne gerekli fiziksel mesafelenmeyi sağlayabiliyoruz ne de teste yahut ilaca doğru düzgün bir erişim imkânına sahip olabiliyoruz. Her gün yüz binlercemiz iş yerlerimizde ya da işimize gidip gelirken hastalanıyor, binlercemiz ölüyor. Mezbahalarda her gün binlerce hayvan öldürülürken, aynı mezbahada -ve başka üretim alanlarında- çalışan işçiler de aynı fail -sermaye- tarafından öldürülüyor[6]. Ezcümle: Zenginlerle aynı gemide değiliz, ancak hayvanlarla aynı mezbahadayız![7]
SERMAYE BİRİKİM SÜRECİ VE HAYVANLAR
Tartışmayı biraz daha derinleştirmek adına meta üretimi (ve doğanın kimi canlı güçlerinin tüketimi) sürecini, hayvanların bu süreçteki konumlarını ve proleter-hayvan kesişimselliğini biraz daha açalım. Günümüzde üretim araçlarının ve üretici güçlerin gelişkinliğinin görülmemiş bir seviyeye geldiği aşikâr. Bunun sonucu olan muazzam bir zenginlik ile karşı karşıyayız. Ancak bu zenginlik toplumsal bir refaha yol açmıyor, aksine bizim ürettiğimiz tüm zenginlik bizim karşımızda bize yabancı bir sermaye yığını/sınıfı/ordusu/polisi/bilimi vs. olarak dikiliyor. Dikilmekle kalsa iyi, durmaksızın üzerimize çullanıyor. Sermayenin kendini durmaksızın büyüttüğü bu süreçte canlı emek gücünü, yani bizim emek gücümüzü tükettiğini biliyoruz. Bunu yaparken sadece çalıştığımız saatleri ve o saatlerde harcadığımız emek gücümüzü bizden almakla kalmıyor, içinde olduğumuz çalışma koşulları ve yaşam koşulları dolayımıyla fiziksel ve psikolojik olarak tüm hayatımızı tüketiyor. Doğrudan iş cinayetlerinde ölenlerimize ek olarak bir çoğumuz yoksulluktan ya da bunalımdan hayatını kaybediyor. Hayatını kaybetmeyenlerimiz de açlığa, yoksulluğa, bunalıma, ancak uyarıcı-uyuşturucu maddeler ve alışkanlıklarla devam ettirilebilen bir hayata mahkûm ediliyor. Öte yandan toplumsal üretim süreçlerinde kullanılan emek gücünün yalnızca insanların emek gücü olmadığı gerçeğini görebilmemiz için tarihte yer almış -ve bazıları hala varlığı sürdüren-üretim süreçlerine bakmamız yeterli: yük çeken katırlar, sirklerdeki “gösterilerde” yer alan hayvanlar, toprağı süren öküzler vs. Ancak daha da önemlisi kapitalist üretim süreçleri yalnızca emek gücü ile işlemiyor, tükettiği şey de yalnızca o değil.
Marx, Alman İşçi Partisi Programı’nın Kenar Notları’nın daha ilk paragrafında tüm zenginliğin kaynağının emek olduğu savının eleştirisini dile getirir. Bu savı “çocuk kitaplarına ait” olmakla itham eder ve burjuva lafazanlığı olarak nitelendirir. Hiç tereddüt etmeden şöyle der: “Emek her türlü servetin kaynağı değildir. Doğa da emek kadar (maddi servetin ondan müteşekkil olduğu su götürmez olan) kullanım değerlerinin kaynağıdır. Ki insanın emek gücü de doğanın bir gücünün ifadesinden başka bir şey değildir.”[8] Hayvanlar, tıpkı doğanın geri kalanı gibi kapitalist üretim sürecinde emeğin üzerinde işlendiği ve sonunda meta haline gelen hammadde olarak da çok yaygın bir şekilde kullanılır ve tüketilirler. Kapitalist üretim süreci, adındaki ikinci kelimeye nazire yaparcasına yeryüzündeki bir sürü kaynağı geri döndürülemez bir şekilde tüketmekte. Madenler, içilebilir sular, ormanlar vs. gibi hayvanların da “hatırı sayılır” bir kısmı bu süreçte tükeniyor. Bir diğer kısmı ise sürekli zorla yeniden üretilip sadece sütü, yumurtası, tüyü vs. için işkence altında tutulduğu günler, aylar ya da yıllardan sonra eti, derisi, vs. için öldürülmekten ibaret bir hayat yaşıyor. Hayvanların tıpkı insanlar gibi acı çekebilmesi[9] sermaye değerlenme sürecinde bir hammaddeye indirgenmesi süreçlerini bu yönüyle doğanın geri kalanından farklılaştırmakta ve durumu daha da trajikleştirmektedir.
Dünya genelinde mevcut kapitalist üretim ve dolaşım ilişkilerini içerisindeki hayvanların yaygın sömürüsünü (mezbahalar, kümesler, süt ürünü tesisleri, kürk sanayi, hayvan deneyleri, sirkler, petshoplar, egzotik hayvan ticareti vb.) düşündüğümüzde yeryüzünün hayvanlar için kocaman bir Auschwitz, insan türünün mevcut örgütlenmesi altında maruz kaldıklarının ise süreğen bir soykırım olduğunu söylemek sanırım yerinde bir benzetme olacaktır -kesinlikle ağır değil ama belki biraz hafif-. Üstelik, tekrar etmekte beis yok, bu süreç bizden bağımsız, bize yabancı bir süreç değil; bizatihi bizim de içinde tüketildiğimiz mekanizmalar bu sürecin omurgasını oluşturuyor[10].
TARİHSEL MADDECİ BİR TÜRCÜLÜK ELEŞTİRİSİNE DOĞRU
Yazıya toplum-hayvan ilişkisinin başka bazı toplumsal eşitsizlikler gibi pandemi sürecinde daha görünür hale gelişini ele alarak başladım, ardından önce ABD’de bir mücadele süreci üzerinden sonrasında daha soyutlama düzeyindeki sermaye birikim süreci tartışmaları üzerinden sermaye ve burjuvazi karşısındaki emekçilerin ve hayvanların, acı çekme kapasitesine sahip canlılar olarak aynı olmasa da, hatta iç çelişkiler barındırsa da, tarihsel çıkarlar açısından ortak bir pozisyonda olduğunu ortaya koymaya çalıştım. Tabii ki bu oldukça sınırlı ve ilk(s)el bir çaba. Bu tartışmalar, şüphesiz çok daha derinleştirilmeli, ortaklıklar gibi farklılıklar, çelişkiler ve çatışmalar da hak ettiği ciddiyetle ele alınmalı. Ne maddi ilişkiler sadece sermaye birikim süreçleriyle hatta üretim süreçleriyle sınırlı ne de türcülük sadece kaba anlamda “maddi”[11] ilişkilerle sınırlı olduğu için tarihsel maddeci bir bakış açısıyla yapılacak incelemelerin toplumsal üretim alanıyla sınırlı kalmaması; yeniden üretim, dolaşım, kültür, siyaset, söylem vb. alanlara uzanması da son derece gerekli. Türcülük sınırları içerisinde kalmak istemeyen bir marksizmin -iç tutarlığını korumak isteyen bir eşitlik ve özgürlük bayraktarlığının- önündeki görev, mevcut türcülük karşıtı teorileri ve pratikleri hakir görmek değil onları içererek aşmak olmalı.
Hayvan hakları savunucuları, hayvan özgürlükçüleri, abolisyonistleri vb. hatları kapsayacak genel bir adlandırma olarak kullandığım türcülük karşıtı hareketler ve düşünürler bugüne kadar türcülüğe karşı oldukça geniş bir eleştirel yazınsal üretim ve siyasal pratik faaliyet içerisinde bulundular ve hâlâ bulunmaktalar. İnsan türüyle diğer türler arasına çekilen ideolojik surlarda gedik açma açısından bir koçbaşı işlevi gören bu çabalar, kuşkusuz kelimelerle ifadesi zor olan bir kıymete sahip. Bu pratiklerin hayvanların hayatlarına doğrudan ve dolaylı olumlu etkilerine ek olarak; bugün doğrudan türcülük karşıtı akımların dışında -solda ya da sol dışında- neler yazılıyor, çiziliyor, eyleniyorsa bu çabaların etkisinin büyük olduğu yadsınamaz bir gerçek. Öte yandan meseleye tarihsel maddeci bir yaklaşım, türcülük karşıtlığının -bilhassa yaygın akımlar nezdinde- tıkanmış gözüktüğü kimi noktaların aşılabilmesi adına da kilit bir işlevde görünmektedir.
Tam bu noktada tarihsel maddeci bir türcülük karşıtlığı yönünde önemli bir ilksel çaba örneği olan Marksizm ve Hayvan Özgürleşmesi Üzerine 18 Tez’i anmak gerek[12]. Bu manifestoda türcülük karşıtı akımların üç yaygın hattı şu şekilde sıralanıyor: 1- Burjuva Ahlak Felsefesi 2- Liberal Yasal Eleştiricilik 3- Sosyal Liberal Post-Yapısalcı Anti-Otoriteryanizm. Aynı metinde ortaya konduğu üzere: Türcülük karşıtı burjuva ahlak felsefesi türcü ideolojinin tutarsız insan-merkezci iddialarını (hayvanlar düşünemez, hissedemez, konuşamaz vs.) çürütmekte, hayvanlara yönelik aşağılamayı ve sömürüyü eleştirmekte ve bunlara dair ideolojik olumlamaları boşa düşürmekte oldukça yetkin olsa da hayvanların neden sömürülüyor olduğu sorusuna cevap vermez. Liberal hayvan hakları teorisi ise hayvanların yasalar nezdinde mülk olarak tanınmalarını temele koyduğu eleştirel yaklaşımıyla insanlar ile diğer hayvanlar arasındaki mevcut yasal farkın keyfiliğini hedef alır; hayvanların da tıpkı insanlar gibi hakları olan yasal özneler olarak tanınmaları yönünde mücadele eder. Öte yandan, bu keyfi gözüken farkın maddi ve tarihsel kökenini odağına almaktan imtina eder. Sosyal Liberal Post-Yapısalcı Anti-Otoriteryanizm ise “burjuva ahlak felsefesinin yolunu izler anca insan-hayvan ilişkilerinin etik değerlendirmesini radikalleştirir”[13]. Türcülüğün dilde, söylemde, kültürde, günlük pratiklerdeki foyasını radikal bir şekilde ortaya çıkarsa da türcülüğün varlığını türcülüğün kendisi ile açıklayan totolojik bir konumda kalır (türcülüğü ortaya çıkartan ve sürdürülen toplumsal ilişkilere ve üretim ilişkilerine yeterince eğilmez). Manifestoda sunulan üçlüye topyekûn özgürleşme (total liberation) hattını da kapsayan anarşist hayvan özgürlüğünü de dördüncü yaygın hat olarak ekleyebiliriz. Bu hat içerisinde türcülüğün ve hayvan sömürüsünün tarihsel ve maddi koşullarının eleştirisine teoride ve pratikte bir yöneliş vardır. Endüstriyel hayvancılığı ve deney laboratuvarlarını hedef alan doğrudan eylemler[14] pratikteki bu yönelişi gözler önüne serer. Ne var ki bu yönelişinde, türcülüğün ortaya çıkışını ve varlığının devamını mümkün kılan üretim ilişkilerinin esaslı bir analizini sunmakta ve üretim ilişkilerinin, toplumsal ilişkilerin mevcut haliyle hedeflenen hali arasında tarihsel, maddi, bilimsel bir izlek inşa etmekte sınırlı kalır.
Toplum ile insan dışı hayvanların geçmişten bugüne ilişkisine tarihsel maddeci yöntemle ve devrimci bir perspektif ile bakılması; türcü yasaların, söylemlerin, kültürel öğelerin, düşünüşlerin ve edimlerin ardında yatan altyapısal süreçleri, bu altyapısal süreçlerle üstyapısal süreçlerin nasıl bir diyalektik ilişki içerisinde olduklarını ortaya koyma çabasını beraberinde getirir[15]. Hayvan sömürüsünü ve türcülüğü yaratan koşulların, iç içe geçmiş bu iki olgunun ortadan kalkmasını mümkün kılan/kılacak olan koşulların ve “insanın, hayvanın, yeryüzünün özgür olacağı” bir dünyanın olanaklarının ortaya çıkartılmasını temel gaye edinen bu çaba, devasa bir ekonomik boyuta sahip ve dünya ölçeğinde işleyen mevcut tahakküm ilişkilerinin ortadan kaldırılmasına dair mücadeleler için de yol gösterici olacaktır.
Türcülük karşıtı alanda Marksist bir yöntem ve perspektif geliştirilmesi analiz birimini -ve dolayısıyla suçluyu- birey ilan eden yaklaşımların hatasına düşmemek açısından da önemlidir.
Bugün, toplumun geniş kesimleri tarafından ve hatta birçok akım ve düşünür tarafından gerek hayvanseverlik gerek türcülük karşıtlığı büyük ölçüde bireysel tüketim alışkanlıklarına indirgenmiş durumda. Benzer bir eğilim ekoloji meselesinde de tartışmanın merkezine insanların savurganlığını, tüketiciliğini, duş alırken harcadıkları suyu koyan tartışmalarla zuhur ediyor. Oysa veriler apaçık gösteriyor ki uluslararası tekellerin her gün yeniden gerçekleştirdikleri ekolojik yıkım ve hayvan katliamı iki alanda da resmin asli parçasını oluşturuyor. Kapitalizmde üretim-dolaşım-tüketimin iç içeliğinden hareketle elbette ki tüketim alanındaki potansiyelleri de es geçmemeliyiz. Elbette ki, tıpkı ekolojik yıkımın eşiğinde bir dünyada kişisel olarak da sorumlu “tüketiciler” olmanın anlamsız görülemeyeceği gibi hayvan sömürüsüne karşı bireysel tüketim alanında alınan etik-politik tavırlar da hiçbir şekilde önemsiz görülemez, görülmemelidir. Ancak meselenin odağına bireysel tüketimi almak önemli sınırlılıkları, riskleri ve açmazları beraberinde getirir. Yazıyı çok fazla uzatmamak adına her bir kategoriden öne çıkan birer örneği ele alalım.
Üretim ilişkilerini göz ardı ediyor olmanın getirdiği sınırlılıkların en başında, üretim sürecinde yabancılaşan insanın, -üretim ilişkilerin temelinde şekillenen bir toplumsal düzende- bu üretim koşullarını değiştirmeden tüketimdeki yabancılaşmasından kurtulmasının zorluğu (imkansızlığı?) gelmektedir. İkinci olarak, böylesi bir yaklaşım bir yandan asıl failleri gizlerken toplumsal değişimin öznelerini suçlu ilan ederek pasifleştirme riskini taşır. Üçüncü olaraksa üretimin bu denli toplumsallaştığı bir gerçeklikte tüketilen ürünlerin tekil olarak “etik” değerlendirilmesinin mümkün olup olmadığı açmazı gelmektedir.
Her şeyin bu denli birbiriyle bağlantılı olduğu bir toplumsal ilişkiler ağı içerisinde bir ürünün salt kendi içeriğiyle / üretim süreciyle belirlenmesi yahut herhangi bir zulüm, sömürü içeren süreçle bağ kurmadan önümüze gelmesi mümkün müdür? Her şeyi adeta bir kıyma makinesinden geçirerek sermayeye çeviren bu üretim/tüketim makinasının çıktılarını yabancılaşmamış/etik bir şekilde tüketmek mümkün müdür? Örneğin dünyada hayvan sömürüsünden en fazla nemalanan şirketlerden olan Danone’nin vegan sütü Alpro, Algida’nın vegan Magnum’u ne ölçüde vegandır? Hatta insanın da bir hayvan olduğu gerçeğinden hareket edersek, içinde insan sömürüsü bulunan her ürün bu yönüyle navegan değil midir? Bu çerçevede sanırım ancak insanların kooperatiflerde ya da bireysel olarak bir patrona çalışmadan ürettikleri ve bu üretimin öncesindeki süreçte ve sonrasındaki tedarik zincirinde de hiçbir insan ve hayvan sömürüsünün yer almadığı, hatta dolaylı olarak hiçbir canlıya zarar vermeyen bir ürün -eğer bu mümkünse- etik/vegan olabilecektir.
Tabii ki bu tartışmalar bir etik-politik tercih olarak vegan olmayı ve onun siyaseti olarak veganizmi değersiz kılmaz. Bilakis, veganizm etik konumuna ek olarak tıpkı köleci bir ekonominin dünya genelinde boykot edilmesine yönelik örgütlenecek bir kampanya gibi politik olarak da hayvan sömürüsünü ve türcülüğü geniş kesimlerin gözünde teşhir etmesi yönünden -hatta belirli bir biçimde yapıldığında sermaye tahakkümü altındaki insanların ve hayvanların ortaklığına işaret etmesi yönünden de- oldukça değerlidir. Burada işaret edilmeye çalışılan toplumsal üretim-dolaşım-tüketim ilişkilerinin topyekûn yeniden örgütlenmesi yerine bireysel tüketimin tartışmanın temeline alınmasının bizi içinde bıraktığı açmazlardır (öte yandan Marksist bir bakış, sadece bu açmazları işaret etmekle kalmaz; içinde olduğumuz devasa toplumsal ilişkiler ağını görmeden tüketimini kişisel tercihi olarak ifade eden ve bu minvalde kişisel tercihine saygı duyulması gerektiğini dile getiren yaklaşımın da ipliğini pazara çıkartır). Tarihsel maddeci yöntem ve devrimci bir perspektif ise üretim ilişkilerinin ve tüm toplumsal ilişkilerin türcülüğün ve hayvan sömürüsünün dünya üzerinden silineceği şekilde yeniden örgütlenmesi yönündeki tartışmaları ve pratikleri ajandasının merkezine koyar.
DEVRİMCİ ETİK VE DEVRİMCİ HAYALCİLİK
Türcülük karşıtlarının, hayvan özgürleşmesi taraftarlarının herhalde en sık duyduğu şeylerden ikisi i) yaptıklarının etik olarak takdir edilesi olduğu -ki bu bir yandan bu kişilerin konumlarının ve edimlerinin yalnızca etik bir iyi niyetten ibaret olduğunu düşüncesini de imler- ii) savunduklarının gerçekleşmesinin ne yazık ki hayal olduğudur. Bunların yansımaları yer yer Marksist çevrelerde de görülür. Burada ilk ifade, marksizmin bilimsel temelli bir siyasal öğreti ve faaliyetler olduğu, hayvan özgürlüğünün ise etik/romantik bir mesele olduğu iddiasına dönüşür. İkinci ifade ise hayvan özgürlüğünün çeşitli sebeplerle (nesnel koşullar, hayvanların bilişsel ve örgütsel kapasiteleri, henüz daha sınıfsız toplum kurulmadığı için sıranın diğer çelişkilere gelmemiş olduğu vb.) hayalcilik olduğu iddiasına dönüşür. Çoğu zaman etik bir tutum ve hayalcilik ithamları konuyu savuşturmak için yeterli görülür. Tartışma biraz daha derinleştirildiğinde ise nesnel koşullar, temellendirecek detaylı bir bilimsel analize ihtiyaç duyulmadan, adeta sığınılacak bir liman olarak kullanılır. Halbuki konuyla kurulacak samimi bir ilişkide hayvanlar üzerindeki tahakkümü mümkün kılan nesnel koşullar ve toplumsal ilişkilerin detaylı bir analizi elzemdir ve bu analizin çizilecek programatik hatta dair siyasal argümanları öncelemesi gerekir. Öte yandan sonuçları ne olursa olsun nesnel koşulların analizi ancak izlenecek politikayı, programatik hattı önceler; hangi tarafta yer alacağımızı değil. Sosyalizm için nesnel şartların olgunlaşmadığı bir dönemde yaşasaydık bu bizi işçilerin safında olmaktan, köleliğin ortadan kalkması için nesnel şartların olgunlaşmadığı bir dönemde yaşasaydık bu bizim kölelerin safında / kölelik karşıtı olmaktan alıkoyar mıydı?
Marksizm-Leninizm emperyalizm çağında proleteryanın bilimsel temelli devrimci öğretisidir. Bilimsel bir yöntemi olması onu tüm devrimci hareketlerin ortak noktası olan etik konumlanıştan azade kılmaz. Daha net ifade etmek gerekirse emperyalist-kapitalizmin bilimsel eleştirisini kabul etmek ona karşı harekete geçmeyi kaçınılmaz kılmaz, dolayısıyla devrimci pratik -kitlesel ölçekte süreçlerin kaçınılmaz sonuçları olarak okunabilse de- bireysel ölçekte etik-politik bir eylemdir. Hayatta yüz yüze geldiğimiz ya da tanık olduğumuz çelişkiler bizi etik bir pozisyon almaya iter, sonra -eğer olursa- bu tavır bilimsel bir yöntemi kuşanır. Marksizmde etiğin yeri olmadığını düşünenlere en güzel cevabı Che verir: “Devrimci, bir başkasının yediği tokadı yüzünde hissedendir.” Bugün, bunca acı ve eziyet çeken, eşi benzeri görülmemiş bir tahakküm altında tutulan hayvanların o “bir başkası” olmaması için bir nedenimiz var mı?[16]
Son sözü ise Ulyanov’un hayalcilik konusunda yazdıklarına bırakalım:
“‘Hayal etmeliyiz!’ Bu kelimeleri yazıyorum ve birdenbire üstüme bir korku çöküyor. Kendimi ‘Birlik Konferansı’nda, Raboçeye Dyelo editörleri ve yazarlarının karşısında otururken farz ediyorum. Martivov yoldaş ayağa kalkıyor ve bana dönerek sert bir dille diyor ki: ‘Müsaadenizle size şunu sormak istiyorum: Özerk bir yazı kurulunun, daha önce parti komitelerinin görüşünü almadan hayal etme hakkı var mıdır?’ Ondan sonra karşıma Kriçevski yoldaş dikilip, daha da sert bir tonla (Plehanov yoldaşı uzun zaman önce derinleştirmiş olan Martinov yoldaşı, felsefi bakımdan daha da derinleştiren bir üslupla) devam ediyor: ‘Ben Martinov’dan daha ileri gideceğim. Soruyorum size. Marx’a göre insanlığın önüne her zaman yalnızca çözebileceği sorunlar koyduğunu ve taktiğin partiyle birlikte büyüyen parti görevlerinin büyümesine dair bir süreç olduğunu bile bile, bir Marksistin hayal etmeye hakkı var mıdır?’
Bu korkunç soruları aklıma getirince vücudumu baştan aşağı soğuk bir titreme kaplıyor ve zihnimden yalnızca ‘aman saklanacak bir delik bulayım da şunlardan kurtulayım’ düşüncesi geçiyor. Pisarev’in arkasına saklanmaya çalışsam nasıl olur acaba?
‘Farklılık var, farklılık var,’ diye yazar Pisarev, hayal ile gerçeklik arasındaki farklılık konusunda: ‘Benim hayalim, olayların doğal akışının ötesine geçebileceği gibi, olayların doğal akışının hiçbir zaman gitmeyeceği bir yöne de sapabilir. Birinci ihtimalde, hayalden hiçbir kötülük gelmez; hatta emekçilerin enerjisini destekleyip, kuvvetlendirmesi bile mümkündür. … Bu tür hayallerde gücümüzü boşa harcatacak ya da felce uğratacak hiçbir şey yoktur. Bilakis, eğer insan bu tür hayaller kurma yeteneğine hiç sahip olmasaydı, insan zihni zaman zaman ileri fırlayarak ellerinin henüz şekil vermeye başladığı ürünün tam ve eksiksiz resmini kafasında canlandıramasaydı, o taktirde insanı sanat, bilim ve pratik çabalar alanında büyük ve meşakkatli işlere kalkışıp bu eserlerini tamamlamaya hangi itkinin sürükleyeceğini hayal bile edemiyorum. … Eğer hayal gören insan, hayaline ciddi ciddi inanırsa, eğer gözlerini dört açıp hayatı dikkatle gözler, gözlemlerini gökte kurduğu şatolarla kıyaslar ve eğer, genel manada söylemek gerekirse, hayalinin gerçek olması için kendini vakfederek çalışırsa, hayaller ile gerçek arasındaki farkın kimseye zararı dokunmaz. Hayallerle hayat arasında bir bağ varsa, her şey yolunda demektir.’ ”[17]
Kaynakça:
Becker, M. vd. (2020), The High Price of Cheap Meat, Spiegel International
https://www.spiegel.de/international/business/corona-in-the-slaughterhouse-the-high-price-of-cheap-meat-a-ad16d0df-c1c8-4f82-93df-573fdc2c8bd6 adresinden 20.01.2021 tarihinde erişildi.
Engels, F. (1979), Doğanın Diyalektiği, (A. Gelen, Çev.), Sol Yayınları
Gündeş, K. (2020), Marksizmin Doğuşu ve Marksist Felsefe (II), Troçkist
http://trockist.net/index.php/2020/03/31/marksizmin-dogusu-ve-marksist-felsefe-ii/ adresinden 20.01.2021 tarihinde erişildi.
Kinniburgh, C.(2020), Covid 19: How the meat industry become a global health liabilty, France 24. https://www.france24.com/en/20200524-Covid-19-how-the-meat-industry-became-a-global-health-liability adresinden 20.01.2021 tarihinde erişildi
Lenin, V.I (2010), Ne Yapmalı?, (F. B. Aydar, Çev.), Agora.
Leopold, L. (2020), Covid 19’s Class War, The American Prospect: Ideas, Politics & Power
https://prospect.org/coronavirus/covid-19-class-war-death-rates-income/ adresinden 20.01.2021 tarihinde erişildi
Marksizm ve Hayvan Özgürleşmesi için Birlik (2021). Marksizm ve Hayvan Özgürleşmesi Üzerine 18 Tez, (G. Haspolat & D. Dere, Çev.). Buraya birkaç gün içinde yayımlandığında ilgili link gelecek.
Marx, K. (1977), Yahudi Sorunu, (Sol Yayınları Yayın Kurulu, Çev.), Sol Yayınları,
Marx, K, & Engels, F. (1969), Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, (M. Kabagil, Çev.), Sol Yayınları.
Schlosser, E. (2020) America’s Slaughterhouses Aren’t Just Killing Animals, The Atlantic
https://www.theatlantic.com/ideas/archive/2020/05/essentials-meatpeacking-coronavirus/611437/ adresinden 20.012.2021 tarihinde erişildi.
[1] Marx, K. (1977), Yahudi Sorunu , Sol Yayınları, sayfa 49
[2] Bkz: https://prospect.org/coronavirus/covid-19-class-war-death-rates-income/
[3] Bkz: https://www.doh.wa.gov/Portals/1/Documents/1600/coronavirus/data-tables/COVİD-19-19MorbidityMortalityRaceEthnicityLanguageWAState.pdf
[4] Türkiye’de bir şekilde üstü kapatılsa da bilhassa Amerika Birleşik Devletleri’nde, Almanya’da ve Fransa’da yayımlanan verilerle ve haberler bu resmi net olarak gözler önüne sermektedir:
Bkz: 1- https://www.france24.com/en/20200524-Covid-19-how-the-meat-industry-became-a-global-health-liability
2- https://www.theatlantic.com/ideas/archive/2020/05/essentials-meatpeacking-coronavirus/611437/
3- https://www.spiegel.de/international/business/corona-in-the-slaughterhouse-the-high-price-of-cheap-meat-a-ad16d0df-c1c8-4f82-93df-573fdc2c8bd6
[5] People for the Ethical Treatment of Animals (Hayvanlara Etik Muamele için Mücadele Edenler). 1980’de kurulmuş, dünya çapında işleyen en büyük ölçekli hayvan hakları örgütü. Bkz: https://www.peta.org/
[6] Elbette daha az sayıda ve çoğu zaman göreli olarak yavaş ve zamana yayılmış süreçlerde. Ancak ideolojik ve kültürel sebeplerin dolayımını yadsımamakla beraber, bu temelde bir kâr zarar hesabından kaynaklı: işçiler hayvanlara göre daha örgütlü ve sermaye açısından daha yetiştirilmeleri ve öldürülmeleri daha masraflı ve işçi ölümleri hayvan ölümlerine göre doğurabileceği politik ve toplumsal sonuçlar açısından daha riskli.
[7] Burada şu notu da düşmek gerek: Burada sermaye tarafından tüketilen hayvanların ve insanların konumları aynı değildir. Hatta aralarında kısa ve orta vadede ciddi çelişkiler de vardır. Ve bu çelişkilerin de her türlü analiz ve pratikte göz önünde bulundurulması gerekir.
[8] Marx, K & Engels, F. (1969), Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yayınları, sayfa 23-24
[9] Aslında evrimin ve tarihsel maddeciliğin temel ilkeleriyle bile anlaşılabilecek insan ile, diğer memeliler başta olmak üzere hayvanlar aleminin diğer üyeleri arasındaki yakınlığın Marksist olma iddiasındaki kişiler tarafından bile bir mistisizm ve idealizm hokus pokusu altında görünmez kılınması oldukça düşündürücü. Halbuki Engels Doğanın Diyalektiği’nde açıkça hayvanların da amaçlı ve tasarı dahilinde edimler gerçekleştirdiğini dile getirmesi (bkz. Sayfa 227) bir yana, günümüzden binlerce yıl önce yaşamış Diodoros, Bibliotheke Historike’sinde dilin gelişimine dair savlarını sunarken insanı hayvanlardan özsel olarak ayıran bir durum olmadığını kavradığını ortaya koyuyordu. (Aktaran: Kaan Gündeş – Marksizmin Doğuşu ve Marksist Felsefe (II), Bkz: http://trockist.net/index.php/2020/03/31/marksizmin-dogusu-ve-marksist-felsefe-ii/)
[10] Hayvan sömürüsünün ve türcülüğün endüstriyel hayvancılıkla sınırlı olmadığını, köklerini ilk toplumlardan aldığını unutmamak gerek. Dolayısıyla tıpkı toplum cinsiyet söz konusu olduğunda olduğu gibi sadece anti-kapitalist olmanın yeterli olunacağının düşünülmesi “naiflik” ya da ayrıcalıklı pozisyonun örtük bir savunusu olacaktır.
[11] En kaba anlamıyla ekonomik, biraz daha az kaba anlamıyla doğrudan çıplak gözle görülebilen fiziksel süreçler anlamında. Yoksa bazı maddeciler ve Marksistler tarafından yanlış bir şekilde küçümsenen ve gayri maddi kabul edilen, bir takım marksizm ve maddecilik eleştiricileri tarafından da her şeyin maddi süreçlerle açıklanamayacağını göstermek için vurgulanan kültür, ideoloji gibi şeyler de son kertede maddidir.
[12] Dosyamız içerisinde metni kaleme alan Bündnis Marxismus und Tierbefreiug (Marksizm ve Hayvan Özgürleşmesi için Birlik) ile yapılan röportaj da yer almaktadır.
[13]Bündnis Marxismıs und Tierbefreiung (2021), Marksizm ve Hayvan Özgürleşmesi Üzerine 18 Tez, Sayfa 16? Bu metnin Türkçesi birkaç gün içinde yayımlanacak bu dipnotta o yayın ekseninde güncellenecek; Bkz: Link gelecek
[14] İngilizcede direct action olarak kavramsallaştırılmış eylem repertuarı
[15] Bu çabaların üstyapısal olanı ve üstyapısal alandaki mücadeleleri yok sayan ya da küçük gören bir tavra bürünmemesi gerektiğini bir kez daha vurgulamak isterim.
[16] Tam bu noktada Hayvan Kurtuluş Cephesi’nin (Animal Liberation Front) ölüm orucu direnişi ile hayatını kaybeden militanı Barry Horne’u ve yakın zamanda kesimhaneye öldürülmek üzere götürülen domuzların son dakikalarında onların yanında olup bir nebze olsun iyi hissettirmeye çalışırken domuzları taşıyan tır tarafından ezilerek öldürülen Regan Russel’ı anmak isterim.
[17] Lenin, V.I (2011), Ne Yapmalı?, Agora, sayfa 186
One thought on “Hayvan Özgürleşmesi ve Marksizm”
Comments are closed.