Sigara alırken kullandığı 20 dolar sahte çıktığı gerekçesiyle gözaltına alınma esnasında polis tarafından öldürülen George Floyd’un ardından başlayan ırkçılık karşıtı eylemler eyaleti aşıp kıtaya oradan da Avrupa’ya yayıldı.
Tedavülde 20 dolar etmeyen siyah hayatların karşılığı, giderek ABD’nin emniyet müdürlerinden senatörlerine kadar önünde ritüelle diz çöktükleri bir değere taltif edildi. Bu anlı şanlı kodamanlar güya çoktan iptal edilip yasaklanmış olduğu halde hortlayan bir ırkçılık davasının daha da derinleşmeden, diz çöktükleri yerde bir polis münferiti olarak kayda geçmesini umarken, ırksal eşitsizlikle birlikte diğer eşitsizlik konularını da kapsayarak genişleyen eylemler giderek sertleşti. Pandemi altında yaşlıları, sağlıklı olmayanları, sosyal güvenlik kurumuna yük olanları, yoksul en alttakileri yani göçmenleri ve siyahları yutan kurgulanmış seleksiyonun iyice açığa çıkardığı neoliberal zulüme karşı birikmiş tepkilerin tetikleyicisiydi cinayet.
Meydanlar ve sokaklar bir kez ısındı mı sömürünün ve eşitsizliğin toplu anılarını içeren, halkın defter-i kebiri gününü beklediği yerden çıkarılır, cümle alemin gözü önünde tekrar açılır. Marx’ın dediği gibi “tüm ölmüş kuşakların geleneği, yaşayanların beyinlerine bir kabus gibi çöker.” Siyahlar, Hispanikler, Müslüman Ortadoğulular, Uzakdoğulular, Kızılderililer, beyaz yoksullar, Mayaların ve Azteklerin torunları da böylece sömürgecilerin ilk atalarının kendi cetlerine yapıp ettiklerini hatırladılar. Yine Marx’ın dediği gibi ezilenlerin “tam da şeyleri ve kendilerini dönüştürmekle, henüz ortada bulunmayan bir şeyi yaratmakla uğraşır göründüklerinde, tam da böylesi devrimci bunalım çağlarında… dünya tarihinin yeni sahnesini”[1] kurmak için geçmişin ruhlarını yardıma çağırdılar. Floyd nefessiz kalarak öldürülmüştü bütün kölelerin, sömürgecinin kırbacı altında inleyen soluksuzların görünmeyen gövdesi eylemlere ister istemez eşlik etti.
Yürüyenler, dünya tarihinin yeni sahnesini kurmak için, kendilerinden önceki, hayatları köleliğin doğuşuna denk gelen kuşakların çektikleri acıları ve savaş baltalarını ödünç aldılar. Sömürgeciliğin en simgesel isimlerinin; Kristof Kolomb, Thomas Jefferson, Williams Carter Wickham, Cecil Rhodes, Köle tüccarı Colston, Kral 2. Leopold’un heykelleri birer birer yıkıldı. Heykel yıkmak yaygın bir eğilime dönüşecekken iktidarlar bazı heykelleri korumaya aldılar, New Mexico’da bir heykel ludisti ise, ibreti alem olsun diye işbaşındayken vuruldu.
Mermer, bronz ya da başka bir şeyden yapılmış kafaları ya da tüm gövdeleri kaidelerinden sökülen heykeller kapitalizmin fetih ve el koyma, yağma ve talan esasına dayalı acımasız ilksel birikim dönemini; ayak bastıkları kıtaları yağmalayarak, insanlarını imha ederek, Afrika yerlilerini köleleştirip pazarlarda satarak; altına elmasa, pirince buğdaya el koyarak kadınların ırzına geçip çocukları diri diri yakarak inşa edip şahlandırmış ‘öncüler’e ait idi. Bu yağmanın ve eşlikçisi insan ticaretinin kanla yazılmış tarihinde okyanusu aşması haftalarca süren gemilere hayvan gibi yüklenmiş insanların maruz kaldığı zulüm şöyle anlatılıyordu mesela: “Köle taşıyan gemilere yüklenen esirler herbiri için tabut büyüklüğünde bölmeler ayrılmış karanlık, ıslak ve kaygan gemi ambarlarında, kendi pisliklerinin içinde birbirlerine prangalarla bağlanırlardı… Güverteler arasındaki yükseklik bazen 45 cm. oluyordu. O zaman bu şanssız insanları dönebilmeleri, hatta bir yandan diğer yana yaslanabilmeleri mümkün değildi. Çünkü yükseklik omuzlarının genişliğinden daha azdı. Burada çoğu kez boyunlarından ve bacaklarından güverteye bağlanmışlardı. Çektikleri acı ve boğulma duygusu o denli büyüktü ki zenciler kısa sürede deliriyorlardı.”[2]
Yere yatırdığı Floyd’un boynuna dizini dayayarak nefes almasın engelleyen polisin, kaç yüz yıl önce kölelerde boğulma duygusu yaratarak delirmelerine neden olan bir düzenin ve düzeneğin kurucuları Cecil Rhodes veya Kolomb ile soyca yakın olduklarını hatırlamak zor değildir. Ama bugün “nefes alamıyoruz” diyerek soka çıkanların geçmiş ruhların temsillerini yıkması sadece geçmişle hesaplaşmak anlamına da gelmez. Şu dünyada nefes almak için bile bedel ödemek zorunda bırakan bürokrasiyi, yasaları, polisi, hükümranlığın her düzeydeki memurunu, kayda geçen ya da geçmeyen eşitsizliği, sömürüyü de protesto anlamına gelir. Ne var ki ancak heykeli parçalamaya yeten kararlılık mecburen bugünü geçmişle tercüme etmek zorundadır. Siyahlar geçmişte sürek avları düzenlenerek yakalanmış, çırılçıplak soyulup kafeslere kapatılmış, bedenlerinin en küçük noktasına kadar aranmış, çıplak gövdelerine kızgın demirlerle köle sahibinin ya da tüccarının armaları dövülmüş, boyunlarından zincirlerle birbirlerine bağlanmış, kırbaç veya tüfek zoruyla yürütülmüşlerdi. Bugün her durumda olağan suçlu olarak damgalanmanın nedenini bir siyaha ve hatta beyaza da ancak geçmiş açıklar gibidir.
Kendi topraklarında kendi küçük ekonomileriyle yetinerek yaşayan kabile/halklara kapitalizmin maliyeti, kişiliğin ve ruhun, kültürün ve topluluk değerlerinin nobranca çiğnenmesiyle ortaya çıkan bir ayazdı aynı zamanda. Silahın ve açlığın köleleştirdiği bedene İncil’in ve medeniyetin değerleriyle teslim alınmış bir ruh giydirildi. General Cortez’in yerle bir ettiği Aztek yerleşimlerinde savaşçı ruhlara, ekin tanrısına, toteme ve tabu bilinmiş halk heykelleri süvarilerin nallarıyla parçalanırken o heykeller aslında kendi hayatlarını yontan Aztekler ve kıtanın diğer yerlileri rövanşı bellerini doğrultabilecekleri zamanlara sarıp saklamak dışında bir şey yapamamışlardı. Bu bir şey yapamama hali kalıcı hasarla büyüyen rövanş hırsını bardaktaki son damlayla kışkırtılacak sonraki kuşaklara bakiye bırakmıştır.
KRALIN İKİ BEDENİ
Ölen krallarına iki kez cenaze töreni yapan antik Romalılar için birinci tören kralın ölümlü bir insan olarak sahip olduğu gerçek bedeni uğurlamak içindi. Cesetten çıkarılan balmumu heykele tıpkı gerçek bir beden gibi muamele edildikten sonra yapılan ikinci tören ise hükümdarlık bedenine ilişkindi. Hükümdarın kendi bedeni ölse bile bedenden alınan kalıba dökülen materyal kopyanın temsil ettiği hükümdarlık ölümsüzdü. İmparatorluğun ölümsüzlüğü kralın suretine işleniyor, onda yaşıyordu. Çifte cenaze töreni kralın bir bedende sürdürdüğü iki ayrı hayatın varlığını görünür kılarken biyolojik bedenden koparılarak materyal aracılığıyla ilahileştirilmiş hükümdarlık ‘siyasi bir beden’ olarak ölümsüzleştirilmekteydi.[3]
Art arda gelen kralların hepsi aslında tanrısallıştırılarak siyasallaşmış bu hükümranlık bedeninin taşıyıcısıydılar. Romalılardan çifte cenaze değilse bile bir gelenek miras alındı. Kralların kent meydanlarını, müzeleri, eski sarayları süsleyen heykelleri kent sakinlerinin gözlerinin önünde iktidarın kutsiyetinin altını tekrar tekrar çizmeye yaradı. Ne var ki bu hükümranlığın işlevli uzuvları olarak köle tacirleri, kıta yağmacıları, pionerleri ya da Kristof Kolomb’un kendisini gördüğü gibi hacıları (pilgrim), bürokratları, icat çıkaranları, sanatçıları, hükümdarın sağ kolları vb. hepsi ikinci bir bedenleşmeyi hak ettiler. Şehirler onların taştan anıtlarıyla doldu.
Antik Yunan düşünürlerine göre ise heykel, insanın doğrudan doğruya kendi hayatının estetik kurulumuyla ilgili bir iddiasıdır. Hayatına, bedenine ve ruhuna ölçüler koyma ustası Antik Yunan’ın özgür insanı, yontma işlemini ilk önce kendisinden başlatır. Nefis terbiyesi ve sporla şekillendirdiği bedeninin, felsefeyle beslediği ruhunun anıtsal ifadesi olarak ortaya çıkan heykel, Platon’un ideal kavramına henüz tamamlanmadıği için bütünleşmemiş insanın, kendisini tanrılaştırdığı bir son temsil olarak çıkar ortaya. Foucault’nun ‘kendilik etiği’, ‘kendilik tekniği’ olarak tanımladığı kendini inşa etme süreci için Sokrates’in önerdiği nefis terbiyesi, insanın önceden belirlenen ideal ölçülere göre bir hayat sürdürmesinin yegane yoludur. Ve aynı zamanda site demokrasisinin işleyişinin de esin kaynağıdır. Evle kamusal hayatın uyumu, evin ve Agora’nın kendi iç düzeni böyle bir ölçülülüğü şart koşar. Kendi hayatını bir sanat yapıtı olarak düzenleyen insan ile bu faaliyetin el yapımı temsili örtüşeceği noktayı arar.
Dolayısıyla heykeller hiçbir zaman herhangi bir durumu, zamanı veya hayat tarzını ima etmeyen gelişigüzel yaratılar olarak ortaya çıkmamıştır. Eski Yunan’daki yaratım site demokrasisinin işleyişinin uzantısıydı. Roma’da bir hükümranlık akdine bağlandığında ise heykel ve sanatı krallığın gövdesine bur uzuv olarak eklendi.
Heykelleri oluşturan materyallerin cisimleştirdiği iddia yapıtların tüm dinginliğine rağmen tarihsel göndermeler ile güncel mesajları durmaksızın iletir. Heykel yüzeyleri, en pürüzsüz göründüklerinde bile üzerlerinde çeşitli gerilimlerin hayat bulduğu, zaferlerle yenilgilerin sürekliliğine ilişkin imaların çarpıştığı yüzeylerdir. Çünkü öyle kurgulanırlar ya da öyle anlamlandırılırlar.
Eski Sovyet Cumhuriyetleri’nin SSCB çöküp de bağımsızlaşmalarından sonra işbaşına gelen kapitalist bürokratları sosyalizm ile boy ölçüşürken Lenin heykellerin yıkmışlardı. Ancak bu yıkım, halka, Rusya ile milliyetçi bir kapışmanın ortasında gerçekleşen ulusal bir hamle olarak yansıtıldı. Ukrayna’daki yüzlerce heykel ortadan kaldırıldı. Böylece mekanın tapu tescil belgesi Ukrayna milliyetçileri için heykel yıkımıyla imzalandı. Afganistan’ı şeriatçı bir diktatörlüğe dönüştürmeye büyük Buda heykelini infilak ettirerek başlayan Taliban’ın eylemi de bulunduğu toprakların sahibinin artık kim olduğunu ilan ediyordu. Aynı şey sayısız tarihi yeri yok eden IŞİD için de geçerlidir. Krallarının suretlerinde imparatorluğu ölümsüzleştirmeye çalışan Roma hükümdarlığının, İskenderiye paganlarına ait, dönemin en büyük kütüphanesini yakmasının üzerinden binlerce yıl geçtikten sonra, Ortadoğu’da bıraktığı kalıntıların bu karanlık cihatçı güçler tarafından yok edilmesi tarihin bir ironisi sayılabilir. Arap ayaklanmaları sırasında, dönemin Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın kendini Roma İmparatorluğunun varisi olarak gören ülkesi ABD adına Kaddafi operasyonunu yönetirken kullandığı Sezaryen laf kalıbı “Veni, Vidi, Vici” (Geldim, Gördüm, Yendim) göz önünde bulundurulursa heykel Romalılar’dan beri, egemen sınıfların mekana diktiği ya da kaldırdığı çıpa, devletin sadık unsurlarının ölümsüzleştirilmesinin ya da imhası suretiyle yeniden öldürülmesinin aracı, sınıf ilişkilerinin sınırlarını çizen bir anlatı olmaya devam etmektedir. Irak’ın işgali sonrasında indirilen Saddam Hüseyin heykeli de dünyanın efendisinin kimliğine ve ne olduğuna tanıklıktır. Antik Yunan’dan bu yana materyale özümsenen benlik ve toplum düzenleme uğraşı, egemenin arazi sınırları içindeki nüfus kontrol tekniğine dönüşmüş; heykeller toplumun iri gövdesini yontarak şekillendirmeye yarayan vesileler haline dönüşmüştür.
Devletin organize etmediği heykellere yönelik devlet yıkıcılığının en başat örneklerinin yaşandığı Türkiye’de Kürtlerin diktiği heykeller kaldırıldı, Mehmet Aksoy’un Kars’ta açık hava heykeli, dönemin başbakanı tarafından ‘ucube’ olarak nitelendirildi. Bir dini ambalajla paketlenen Ortadoğu davasının temsili Rabia heykeliyle Melih Gökçek’in dinozorları arasındaki bir melez bir temsil düzeneği ile kendisini ifade edebilen bir ‘Başyücelik’ yerli-milli olmayan heykeller üzerinde her türlü tasarrufu kendisinde hak görebiliyordu. Toplumsal kesimlerin barış, özgürlük, kimlik, demokrasi mesajlı heykellerde temsil edildiği ‘kendilik’ mücadelesine yaşama şansını bırakmayan ağır yeşil bir kuşatma gündelik hayata olduğu gibi yaratıya da nüfuz etti.
Halkların heykellerle ilişkisi bu yüzden bir dünya yıkıp yenisini kurma mücadelesiyle bağıntılı olmuştur. Eyleme çıkanların her zaman heykelle de alıp vereceği vardır.
PROLETER VE VENDOM
George Floyd’un ölümünden sonra gerçekleştirdikleri eylem boyunca simgesel mesajlar veren, Floyd’un ölüm anını diz çökerek canlandıran ve onun son sözlerini sloganlaştıran eylemcilerin İngiliz, İspanyol, Portekiz ve Fransız sömürgeciliğinin lanetli şahsiyetlerinin heykellerini yıkması, mekanı, üzerine yerleştirilen anıtlar veya heykellerle kendine tescillemiş egemenlik tavrına yönelik bir jesttir. Bu jest hem geçmişteki köleleştirme süreçlerine hem de günümüzdeki sömürü ilişkilerine karşı biriktirilen öfkenin dışavurumu olarak ortaya çıkan, bir mekanı temize çekme ihtiyacının karşılığıdır.
1871 Komünü’nün başlangıcında, üzerinde, Napoleon’un Romalı bir Sezar olarak temsil edildiği heykelinin bulunduğu Vendome Sütununu yıkan Komünarlar, tarihin en önemli sınıf mücadelesini başlattılar. 72 gün boyunca iktidarı elinde tutan Paris proletaryası için Vendome Sütununun devrilmesi bir devrin sonu anlamına geliyordu. Sütunu yıkanlar arasında bir büyük ressamın, Coubert’nin de bulunması hayatın yeniden, ama eskisi gibi olmayan yeniden üretilebilmesi için kendisine alan açan sanatın oradaki hazır varlığının simgesiydi. Bu arada “ ‘imparatorluk pelerini en sonunda Louis Bonaparte’ın omuzlarından düştüğü gün, Napolyon’un tunçtan heykeli, Vendome dikilitaşının tepesinden gümbürtüyle devrilecektir’ diye öngörmüştü Marx 1852’de. 16 Mayıs 1871’de nefret edilen sembol, dikkatleri Paris’i saran gerici güçlerin tehditkâr top ateşinden bir an için uzaklaştırarak Kömünar kalabalığın üzerine yıkıldı. Öngörüyle gerçekleşmesi arasında tam on sekiz yıl süren ‘acımasız bir güldürü’ vardı” diye yazdı David Harvey.[4]
Fakat Marx bir şeye daha dikkat çekmiştir; yeni bir dil öğrenirken eski diline çevirerek cümle kurmaya çalışan insanın bu dili kendi ruhuna uygun kullanabilmesi için eski dilini unutması gerekir. 1789 Devrimini Roma kostümleriyle yapan, Roma simgelerini kullanan, geçmişin hayaletleriyle de savaşan Fransız devrimcileri 1848 devrimi sırasında nihayet artık bu yeni ruhu edinmişlerdi. “O zaman Roma, Yani Brütüsler, Gracchus’lar, Publicola’lar, tribünler, senatörler ve Sezar’ın kendisi ortadan kayboldu. Yalın gerçekliğiyle burjuva toplumu, gerçek çevirmenlerini ve sözcülerini Say’lerle, Cousin’larla, Royer-Collard’larla, Benjamin Constant’larla ve Guizot’larla yarattı… Bir yüzyıl öncesinde de, bir başka gelişmişlik aşamasında, Cromwell ile İngiliz halkı, benzer şekilde, kendi burjuva devrimleri için Eski Abit’in dilini, tutkularını ve yanılsamalarını ödünç almıştı. Gerçek amaca ulaşıldığında, İngiliz toplumunun burjuva dönüşümü tamamlandığında, Locke, Habakkuk’un ayağını kaydırmış ve onun yerine geçmişti” diye yazar Marx.[5]
Bugün içlerindeki öfkeyi dindirebilmek için köleliğin doğum anına dönerek hayatı temize çekmeye çalışanların kavgası yakın hedefleri sarsacak gücü bulamamıştır henüz. Bu yüzden hala atalarının diliyle konuşan eylemciler için geçmiş, sancıyan bir yarada gömülü kalmaya devam ediyor. Çünkü bu ikisi; bugünkü eşitsizliğe ve sömürüye karşı mücadelenin gücü ile geçmiş ağrıların iyileştirilmesi birbirine çok bağlı. Bronzdan ve metalden yapılı temsillerin yerle bir edilmesi iyi gelir ancak geçmişi iyileştirmeye yetmez. Ekim Devrimi’nde Kışlık Saray’ın yağmalanmasını engellemek için merdivenlerinde nöbet tutan genç Bolşevikler kuşkusuz bunun farkındaydı, eski dünyanın acılarını egemeni alaşağı ederek sağaltmayı tercih etmişlerdi.
Burada esas olan eski ABD Başkanı Jefferson’ın heykelini yıkarken “şehri geri alıyoruz” diye seslenen kent yoksullarının kararlılığıdır. Heykel ile kent mekanı arasındaki dolaysız ilişkiye ve mekanın sahipliğinin sınıfsallığına ilişkin isabetli teşhis, eylemlerde kendi sınıfsal kimliğini de yontan, ait olduğu dünyanın ölçülerini oluşturan emekçilerin geliştiği düzeye işaret eder. Kentin heykel yıkımı yoluyla simgesel olarak geri kazanıldığı iddiası kentteki egemenlik ilişkileriyle genel olarak sınıfsal tahakkümün gerçekten çözülmesi isteğinin bir karşılığıdır çünkü.
Grafiti sanatçısı Banksy’nin göstericilerin heykel yıktığı Bristol’dan yanıtı; heykeli yıkılanların yerine heykel yıkanların heykellerinin dikilmesi önerisiydi. Kendilerini kentlerin esas sahibi olarak görmeye başlayan emekçilerin talebiyle uyumluydu bu. [6] Atalarından ve kendilerinden çalınan yaşam hakkını, nefesi geri alma iradesini gösterenlerin tarih yazan eyleminin karşılığı.
[1] Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, çev: Erkin Özalp, Yordam, Ekim 2016, s.19
[2] Howard Zinn, Amerika Birleşik Devletleri Halklarının Tarihi, çev: Sevinç Sayan Özer, İmge Kitabevi, Nisan 2005-Ankara, s.34-35.
[3] Ernst H. Kanttorowicz, Kralın iki bedeni- Ortaçağ Siyaset Teolojisi çalışması, çev: Ümit Hüsrev Yolsal, Bilgesu Yayıncılık.
[4] David Harvey, Paris Modernitenin Başkenti, çev: Berna Kılınçer, Sel Yayıncılık, 2010, s. 379.
[5] Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, çev: Erkin Özalp, Yordam, Ekim 2016 s: 20-21.
[6] https://dadanizm.com/2020/06/09/banksyden-bir-teklif-yikilan-heykelin-yerine-heykeli-yikanlarin-heykeli-yapilsin/