Kitapta gördüğümüz, Marks’sız bir maddecilik inşası çabası. Bu da, yazar farkında olmasa da, onu, felsefi olarak Marks’tan önceki maddecilerin düzeyine düşürüyor.
Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens adlı kitabıyla geniş okur kitlelerine ulaşan Yuval Noah Harari’nin yeni kitabı olan Homo Deus: Yarının Kısa Bir Tarihi, üç bölümden oluşuyor: ‘Homo Sapiens Dünyayı Fethediyor’, ‘Homo Sapiens Dünyayı Anlamlandırıyor’ ve ‘Homo Sapiens Kontrolü Kaybediyor’. Sapiens ile ilgili yazımızda (Gezgin, 2016) yazarın kitabın ilk yarısındaki başarılı performansını ikinci yarıda göstermediğini, yüzeysel ve yetersiz kaldığını belirtmiştik. Homo Deus’un Sapiens’e göre daha zayıf bir kitap olduğunu söyleyebiliriz.
Kitap, insanlık tarihinde üç gündem maddesinin hiç değişmediğini ileri sürerek açılıyor: Açlık, hastalık ve şiddet (diğer bir deyişle, kıtlık, salgın, savaşlar) (s.13). Gündem aynı; ancak artık göksel varlıklara yakarmıyoruz; bunları dünyasal nedenlere bağlayıp önlemeye çalışıyoruz.[1]Kitabın ilerleyen sayfalarını yazar bu üç gündem maddesiyle ilgili ansiklopedik bilgilerle dolduruyor. Şöyle diyor yazar: “[t]arihte ilk defa hükümetler, şirketler ve bireyler yakın geleceklerini planlarken savaşı olası bir durum olarak değerlendirmiyor” (s.27).[2] Oysa dünyanın büyük güçleri savaş tatbikatlarını sürdürüyor. ABD ile Çin’in karşılıklı olarak nükleer savaşa hazırlandığına ilişkin sağlam kaynaklar bulunuyor (bkz. Pilger, 2016).
Yazar hatalı olduğu yıllardır tartışılan ‘bilgi ekonomisi’ kavramını işe koşuyor: “Bununla beraber hammaddeye dayalı küresel ekonomi modeli de bilgi ekonomisine dönüşüyor. Önceden altın madenleri, buğday tarlaları ve petrol kuyuları gibi maddi malvarlıkları temel zenginlik kaynaklarıyken, bugün en büyük zenginlik kaynağı bilgi haline geldi” (s.27). Oysa hammadde pazarları bugün eskisinden daha önemli. Yakında dünyanın en büyük ekonomisi olması beklenen Çin’in dış ticareti büyük oranda altyapısı için hammadde ihtiyacına dayanıyor. Yazar durmuyor, hatalı varsayımlardan hatalı çıkarımlara ulaşmayı sürdürüyor: “Bilgi en önemli iktisadi kaynak haline geldikçe savaşların karlılığı da azaldı; ve savaşlar, hala eski usul hammadde ekonomileriyle yürüyen Ortadoğu ve Orta Afrika gibi belirli bölgelerle sınırlanmaya başladı” (s.27). Oysa hammadde savaşı dünyanın dört bir yanında görülebiliyor. Sözgelimi, Doğu Timor-Avustralya karasuları anlaşmazlığı, Doğu Vietnam (Güney Çin) Denizi’ndeki ada anlaşmazlığı; Rusya, Japonya, Güney Kore ve Çin arasındaki ada anlaşmazlıkları vb. Çin’le ilgili ‘Silikon Vadisi’ni ele geçirmiyorlar’ türü yorumları ise, yine hatalı (s.27). Çin, Silikon Vadisi’ni savaşla değil ama başka yollarla (‘deniz kaplumbağası’ olarak adlandırılan ABD’de çalışıp ya da okuyup Çin’e dönen öğrenciler, şirket satın almaları, casusluk, bilgisayar korsanlığı vb.) ele geçirmeye çalışıyor. Bunlar sıcak çatışma gibi olmasa da ileri düzeyde saldırganlık içeriyor.
Yazara göre, eskiden yeni silahlar geliştirildiğinde bunlar savaşlarda denenirdi. Şimdi ise böyle değil. Bu, yanlış. ABD’nin Obama yönetiminde bombaladığı yedi ülke var; bu ülkeler üzerinde nükleer silahlar dışındaki son silahlarını denediği biliniyor. Dolayısıyla, yazarın dediği, kimi yeni silahlar için geçerli, kimi için değil. Şu satırlar, yazarın şiirden ne anladığına dair bir fikir veriyor: “[i]yi de kıtlık, salgın ve savaş ihtimallerini geride bıraktığımız zaman ne yapacağız? Biliminsanları, yatırımcılar, bankacılar ve siyasetçiler neyle oyalanacaklar? Oturup şiir mi yazacaklar?” (s.32) Şiirin bankacıların mesai doldurmak için karalamaları olmadığını biri yazara anlatmalı. Kitapta kırılan potlar bununla sınırlı değil: Yazar, mutluluğu bedensel hazlara indirgiyor (s.47-48). Üstelik bizi ikna etmek için futbol maçı gibi bir örnek vermeye kalkıyor (s.48).
Yazara göre insanlığın üç yeni gündemi, ölümsüzlük, sonsuz mutluluk ve Tanrı mertebesine yükselmek (ilahi kudret). Üçüncü noktayı şöyle özetleyebiliriz:
“Tarih boyunca tanrıların her şeye muktedir olmaktan çok, canlı varlıklar tasarlamak ve yaratmak, kendi bedenlerini değiştirmek, çevreyi ve havayı kontrol etmek, uzaktan iletişime geçebilmek ve zihin okumak, yüksek hızlarda seyahat etmek ve tabii ki ölümden kaçarak sonsuza kadar yaşamak gibi belirli süpergüçlere sahip olduğuna inanılırdı. İnsanlar da tüm bu kabiliyetlere, hatta daha fazlasına sahip olmanın peşindeler” (s.59).
Bu üç gündem içinde sınıf savaşımının ve devletler arası büyük ölçekli savaşların anılmaması belki de yine yazarın iyimserliğinden kaynaklanıyor.
İlerleyen sayfalarda yazar, insancıllığa (hümanizm) odaklanıyor, ancak Sapiens’teki aynı sorunu görüyoruz. Bu kavrama verdiği anlam farklı: Onun kastettiği türcülük ve dünya-merkezcilikle daha iyi açıklanabilir: “Homo sapiens nasıl oldu da evrenin insan türünün etrafında döndüğünü ve insanların tüın anlam ve gücün odağı olduğunu iddia eden hümanist öğretiye inandı?” (s.79) Fakat Sapiens’teki aynı sorun, Homo Deus’un da temelini dinamitliyor: Yazar, liberalizm, komünizm ve Nazizm’i ‘humanist dinler’ olarak adlandırıyor (s.109, s.192).Bu açıdan, Sapiens için yaptığımız tüm eleştiriler Homo Deus için de geçerli (bkz. Gezgin, 2016).
Kitabın birinci bölümü, Sapiens’le benzer konuları (örneğin, animist dönemde evren algısı ve tarım toplumuna geçişle insanların hayvanlara yaklaşımındaki değişim) işliyor. Yazara göre, Marksçılığın 20. yüzyıldaki yengilerinin yenilgilerle sonuçlanması, kapitalistlerin de Marksçı kuramı inceleyip kullanmasından ileri geldi. Onu yenmek için onu çok iyi öğrendiler. Şili ve Vietnam örneğinde, aynı Marks gibi, sınıfsal çözümlemeler yapıp politikalarını buna göre şekillendirdiler (s.69-70).
Kitabın tümüyle bilimsel ve nesnel olduğunu söylemek zor. Yazar Hiroşima ile Nagasaki’yi ağzına almazken şu sözleri söyleyebiliyor: “Otuz yıl önce nasıl oldu da insanlar komünist bir cennete inandıkları için nükleer bir katliamı göze alabildiler?” (s.159) Hangi katliamdan bahsettiğinin ötesinde, kitap komünistleri hep kötülüklerle özdeşleştiriyor, kapitalizmi ise nadiren eleştiriyor. Hatta yer yer kapitalizm övgüsüne yöneliyor:
“Kıtlık ve salgınların önüne geçilmesinde, büyümeye inanan gayretli kapitalistlerin rolü büyüktür. İnsanların arasındaki şiddetin azalması, anlayış ve işbirliğinin artması konusunda da kapitalizm övgüyü hak eder. Bir sonraki bölümde açıklanacağı gibi bu gelişmelerin gerçekleşmesinde başka önemli etmenler de vardır elbette, ancak kapitalizm insanların ekonomiye bakışını değiştirerek küresel barışa inanılmaz katkılar sağlamıştır” (s.221).
“Kapitalizmi eleştirirken faydalarını ve marifetlerini de görmezden gelemeyiz” (s.231).
Böyle bir kapitalizm övgüsünden sonra kapitalizmin krizini açıklamakta yetersiz kaldığını söylememiz herhalde kimseyi şaşırtmayacaktır. Yoksulluk için tek çözüm ise yazara göre, ekonomik büyüme: “Kapitalist bir dünyada yoksulların hayatı sadece ekonomi büyüdükçe iyileşebilir” (s.229). Yazar, aynı biçimde, liberalizmi eleştiriyor ama onun bir alternatifi yok (s.280, s.289). Kitap, 20. yüzyılda sosyalizmin yenilgisinin yeni teknolojilere ayak uyduramamasından kaynaklandığını ileri sürüyor (s.287). Öte yandan, kitabın sonlarına doğru, bir piyasa eleştirisi yer alıyor. Kitapta yazarın tutarsızlığını görüyoruz, sanki kitabı birden fazla yazar yazmış gibi:
“Geleceğimizi piyasa güçlerine emanet etmek tehlikelidir çünkü bu güçler insanlığın ortak çıkarları yerine piyasanın çıkarlarını savunacaktır. Piyasanın eli, görünmez olduğu kadar kördür, eğer denetimden muaf olursa küresel ısınma tehdidi ya da yapay zekanın tehlike potansiyeli karşısında başarısız olur” (s.393).
Bu yoruma dayanarak belki de yazar kendini Keynesgil olarak tarifleyecektir; ancak Keynes kitapta hiç anılmıyor.
Komünizmi bir din olarak görmesi, yazarı şaşırtıcı olmayacak bir biçimde şematikleştiriyor: “Modern komünizm de varlıklı insanları sevmez ama onları ölümden sonra alevler içinde yakmakla değil sınıf çatışmasıyla tehdit eder” (s.194). Bu şematiklikliği, İsa ile Buda’yı karşılaştırdığında da görüyoruz (s.198). Yazar yüzeysel olarak ilgili olan, ancak özünde ilgili olmayan (batıni-zahiri/nümen-fenomen ayrımı) kavramsal öğeleri aynı torbaya koymaktan hoşlanıyor. Öte yandan, Tevrat ve Yahudilikle ilgili yorumları, İsrailli olan yazarın tutucu Musacılarca topa tutulmasına yol açacak nitelikte.
Yazarın kimi yorumları ya art niyetli ya da safça. Örneğin “Allah’tan korkan Suriye, seküler Hollanda’dan çok daha şiddet dolu” (s.233) diyor. Yazar Suriye’nin emperyalist güçler tarafından özellikle bu hale getirildiğini gerçekten görmüyor mu yoksa görmezlikten mi geliyor?
Yazarın öngörüsü, makineleşmenin ve yapay zekânın istihdam edilemez bir işsiz sınıfı yaratacağı yönünde (s.339). Bu, ne yeni bir görüş ne de ilginç. Yazar, Marksçı olmadığından, çalışma sürelerinin kısaltılmasıyla daha fazla yurttaşın istihdamı gibi olasılıklar aklına gelmiyor. Daha az çalışılarak toplumsal ihtiyaçların karşılandığı bir dünya, bir sosyalist ütopyaya daha da yaklaşacak ve Marks’ın damadı Lafargue’ın tembellik hakkı kavramı daha da anlamlı olacak. Yazarın işsizlerin ‘istihdam edilemez’ olacağına ilişkin kanıtlara sahip olmadığını da burada belirtelim. Ayrıca, yine Marksçı bir açıdan, yapay zekâları (daha doğrusu algoritmaları) yeni üretim araçlarıolarak değerlendirmemiz gerekiyor. Bu, kitabın yazarının ufkunun ötesine geçmek anlamına geliyor.
Yazarın beklenen işsizlikle ilgili yorumu zayıf. Aklına yukarıdaki çözümle birlikte daha az çalışan insanların kişiliklerini geliştirmek için daha çok vakitleri olacağı; sanata, kültüre, spora ve hobileredaha çok zaman ayırabilecekleri; bunun insanlık adına büyük bir ilerleme olacağı gelmiyor:
“Bu beklenmedik teknolojik bolluk içinde hiç çaba göstermeseler bile işe yaramayan kitleleri beslemek ve desteklemek mümkün olacaktır. Peki hepsini nasıl meşgul edip memnun edeceğiz? İnsanlar bir şey yapmazlarsa delirirler. Tüm gün ne yapacaklar? Sunulan çözümlerden biri uyuşturucu ve bilgisayar oyunları olabilir” (s.340).
Yazar kitabın sonlarına doğru komünizm kapitalizm karşılaştırması yapıyor, fakat komünizmle merkeziyetçiliği eşdeğer sayıyor (s.387-390). Daha önce kitabın başlarında halk hareketlerinin örgütsüz olmasını bir dezavantaj olarak nitelendirmişti ama burada örgütlü olmayı olumsuz bir şeymiş gibi gösteriyor. Komünizmle ilgili değerlendirmeleri klasik serbest piyasacı ekonomistlerin kalibresinde. Dahası, kapitalizm gerçekte serbest piyasa anlamına gelmiyor. Çünkü kapitalizmde planlayıcı olarak devletin yerini çoğunlukla şirketler alıyor.Üstelik birçok kapitalist ülkenin açıkça faşist bir biçimde yönetildiğini (ilk akla gelen örnekler Pinochet ve Franco) biliyoruz. Bir nokta daha var: Demokratik görünümlü birçok kapitalist ülkede şehir plancılığı üstünden toplum mühendisliği yapılması sıradan bir durum. Kapitalist şehirlerin silüetlerini halk değil şirketler ve onların güdümündeki yerel yönetimler planlıyor. Yine aynı soru(n): Yazar bunları bilmiyor mu bilmezlikten mi geliyor?
Yazar gelecekteki savaşlar konusunda iyimser olsa da toplumsal eşitsizlikler noktasında karamsar bir tablo çiziyor. Ona göre yoksullarla zenginler arasındaki farklar biyolojik bir nitelik kazanacak: Artık tıp yalnızca hastaları tedavi etmek için kullanılmıyor, aynı zamanda sağlıklı insanların birtakım biyolojik özelliklerinin yükseltilmesi için de kullanılıyor. Böylece sözgelimi daha yavaş yaşlanan, daha az hastalanan, genetik mühendisliğiyle daha zeki, güzel, yetenekli vb. yapılmış olanlarla ortalama halk arasında oluşacak büyük bir biyolojik uçuruma işaret ediyor. Bu, şu an bize bilim-kurgu gibi gelse de, 50 yıl sonra gerçek olabilir.
Yazarın karamsar olduğu bir nokta da şu: Yazar bu biyolojik uçuruma dayalı yeni düzenin kitlelerin genetik ve biyolojik olarak gelişmeden bırakılmasıyla daha alt düzey, özgüveni düşük, itaatkâr uyruklar yaratacağını ileri sürüyor. Yani egemenler egemenliklerine biyolojik boyutu da katarken, halk onların gerisinde olacağı için ‘alıklaştırılacak’. Fakat bu yeni bir durum değil. Zaten egemenlerin iktidarı bu alıklaştırmaya dayalı. Öte yandan, yazarın bu karanlık gelecek düşlemlerinde eksik olan, isyan! O, savaşların azalacağını öngörüyor; ama savaş denince aklına sınıf savaşları gelmiyor. Kaldı ki, kapitalizmin ilerleyen yıllarındaki bunalımlarını yeni bir dünya savaşıyla çözmeye çalışmayacağının da garantisi yok.
Kitap bilişsel bilimlerin birçok önemli kavramını ustalıkla ele alıyor ancak aynı başarıyı siyasal konularda gösteremiyor. Siyasal konularda o kadar çok hata yapıyor ki bu durum, kitabı önermemizi olanaksızlaştırıyor. Aslında bu kitap değil ama bu kitap türü güzel olan: İnsan bilimle bilişsel bilimleri harmanlayıp bir bütünlük içinde sunan her türlü kitaba ihtiyacımız var. Keşke yazar hâkim olmadığı konularda yazmayıp bize daha ince bir kitap sunsaydı ve kitapta yalnızca en iyi bildiklerini ele alsaydı…
Kitapta gördüğümüz, Marks’sız bir maddecilik inşası çabası. Bu da, yazar farkında olmasa da, onu, felsefi olarak Marks’tan önceki maddecilerin düzeyine düşürüyor. Siyasal konular dışında söyledikleri çoğunlukla doğru, ancak bütüncül bakışı yeterince eleştirel olmadığı için eksik. Daha iyi kitaplar yazılabilir, yazılacak da…
Kaynakça
Eagleton, T. (2017). İyimser Olmayan Umut (çeviren: Emine Ayhan). İstanbul: Ayrıntı.
Gezgin, U.B. (2016). Hayvanlardan Tanrılara Sapiens Kitabı Üzerine. Evrensel Kültür Dergisi, Kasım 2016 sayısı. Sayı: 299.
Harari, Y.N. (2016). Homo Deus: Yarının Kısa Bir Tarihi. (çev. Poyzan Nur Taneli). İstanbul: Kolektif.(*)
Pilger, J. (2016). The Coming War on China. http://thecomingwarmovie.com/
(*) Sayfa 284’te anılan ‘7. yüzyıl’ yanlış. ’17. yüzyıl’ olacak.
[1] Bu üçleme, Buda’nın yaşam öyküsünde ondan saklanan üç kötülükle neredeyse örtüşüyor: Yaşlılık, hastalık ve ölüm.
[2] Yazar, bu ve benzeri görüşlerinde gerçekçi olmayan bir iyimserlik taşıyor. Bu Sapiens’te de görülüyordu. Bu iyimserliğin çözümlenmesi için, Terry Eagleton’ın Türkçesi yeni yayınlanan ‘İyimser Olmayan Umut’ kitabı önerilir.