yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

İHSAN ÇARALAN: VELİ YILMAZ ASLA BAŞKA BİR HAYAT ARAMADI

Devrimci gazeteci Veli Yılmaz’ın vefatının üzerinden 28 yıl geçti. Türkiye’de toplumsal muhalefetin çok güçlü olduğu bir dönemde, Halkın Kurtuluşu gibi her hafta onbinler satan bir gazetenin editörü, yorumcusu, yazarıydı!

Onun gazeteciliği henüz bir lise öğrencisi olduğu dönemde başlayan devrimciliğinin ve sonrasında örgütlü bir komünist olarak sürdürdüğü mücadelesinin parçasıydı. Ve 1976’da başlayıp 12 Eylül 1980 darbesi ile sona eren gazetesinde üstlendiği yazı işleri müdürlüğü görevi nedeniyle 748 yıl hapis cezası alarak dünya basın davaları tarihine geçti.

İstanbul Teknik Üniversitesi’nde birinci sınıf öğrencisi olduğu günlerden başlayarak onunla yoldaşlık yapmış Evrensel gazetesi yazarı İhsan Çaralan’la 27 Mart 1993’te kaybettiğimiz Veli Yılmaz’ı konuştuk.

“İnsan yaşadıkça geçmişe dair kayıpları daha çok aklına geliyor. Onları o genç halleriyle hatırlıyorum hep. Şimdi olsa belki saçları beyazlamış belki kamburlaşmış olurdu ama ben Veli’yi hep 25 yaşındaki haliyle hatırlıyorum. Yüzündeki çocukça masumiyet, başta soğuk gibi görünen ama çok ince olduklarını sonradan anladığınız esprileri… Önce gülmezsin ama sonra bakarsın bir ince zekâ var orada. Onunla ilgili olumsuz hiçbir şey yok aklımda. Herhangi birine karşı bir tek kaba davranışını bile görmedim. Tersine hep herkese karşı samimi ve yapmacık olmayan bir nezaketle davranan ve yaşına göre de çok olgun bir insan olarak hatırlıyorum onu…” diyerek andığı yoldaşını ve kısa süre önce onunla ilgili yayınlanan, “Veli Yılmaz-Devrimci Gazeteci” kitabını İhsan Çaralan anlatıyor…


Metris Askeri Cezaevi’nde inşa edilen mahkeme salonunda
TDKP toplu davası, ön sıra sağdan dördüncü Veli Yılmaz.

Veli Yılmaz’la İstanbul Teknik Üniversitesi’nde (İTÜ) öğrenci olduğunuz günlerde tanıştınız. O günlere ve bu tanışmaya dair neler söylersiniz?

Ben 1967 girişliyim, Veli 1970 girişlidir. O geldiğinde ben dördüncü sınıftaydım. İTÜ Öğrenci Birliği’nin de genel sekreteriydim. Onun geldiği dönem öğrenci eylemlerinin zirve noktası yaşanıyordu. Üniversiteye yeni girenler için bir yönetmelik değişikliği yapılmıştı. Biz girdiğimizde eğitim süresi 5 yıldı, o yıl 4 yıla indirildi. Ayrıca yeni girenlere mezun olduklarında ‘yüksek mühendis’ değil, ‘mühendis’ ünvanı verileceği ilan edildi. Bu düzenlemelere karşı boykot başladı ve bir dönem boyunca sürdü. Boykotu yapanlar, Veli Yılmaz’ın da aralarında bulunduğu okula yeni giren öğrencilerdi. Tüm birinci sınıf öğrencileri bu boykota gönüllü katılıyordu. Ben de İTÜ Öğrenci Birliği’nin (ÖB) Genel Sekreteri olarak boykotun yönetilmesinden doğrudan sorumluydum. Zaten daha okula başladığı ilk günlerde tanıştığım Veli’yi boykot sırasında daha yakından tanıdım. Üniversiteye yeni gelmiş olsa da daha ilk görüşmede “sosyalist”, hatta Marksist bir kültür almış olduğunu anlıyordunuz. Bu anlamda Veli tek değildi. 1969’dan itibaren üniversiteye böyle bir birikimle gelen arkadaşlarımız vardı. Örneğin ben üniversiteye başlarken sosyalizm ya da Marksizmden pek haberli sayılmazdım. Bizden sonra gelen kuşaklar üniversite öncesinde devrimci mücadele ile temas etmişlerdi. Veli de memleketi Şebinkarahisar’da, o zamanlar Fakir Baykurt’un başkanı olduğu Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) üyesi öğretmenlerin etkisiyle sosyalizm konusunda epey bir bilgiye sahip olarak gelmişti üniversiteye. Biz böylece tanıştık ama bir ahbaplık ilişkimiz olamadı. Mücadelenin içindeydik çünkü ve o yüzden bir araya gelmiştik. Boykotun Öğrenci Birliği içindeki sorumlusu bendim. Veli’yle de ilişkimiz böyle bir çerçevede başladı ve ilerledi.

Sizden sonrakilerin size göre sosyalizmle tanışarak, bir birikim edinerek geliyor olması herhalde o dönem ülkedeki ve dünyadaki politik durumla da ilişkiliydi…

Kesinlikle, dünya ve Türkiye’deki siyasal iklimle ilgiliydi. 1968 hareketi yaşanmış, anti emperyalist mücadele, ABD’ye karşı ülke sathındaki eylemler yaygınlaşmıştı. Örneğin TÖS’lü 125 bin öğretmenin katıldığı grev, Kanlı Pazar, 1967’de kurulan DİSK’in örgütlenmesi çerçevesinde başlıca fabrikalarda işçi işgalleri yaşanmıştı, yaşanıyordu. TİP 1965 seçiminde 15 milletvekili çıkarmıştı.

Öğrencilerin başını çektiği anti emperyalist mücadele üniversitelerin sınırını aşarak lise öğrencilerinin, işçilerin, köylülerin uyanış içindeki kesimleri içinde yayılıyordu.

Tabii, MTTB, Komünizmle Mücadele Dernekleri, İlim Yayma Cemiyeti, Yeniden Milli Mücadeleciler… gibi gerici odaklar Adalet Partisi, MHP, Milli Nizam Partisi gibi partilerin yerel örgütleri, anti komünizme sarılıyor, eşitlik, özgürlük, hak, hukuk, anti emperyalizmden söz edenleri, komünistlikle, “Moskof uşaklığıyla”, hatta “Rus casusu” olmakla suçlayıp sindirmeye, olmadı zorla susturmaya çalışıyorlardı. Özellikle de küçük kentlerde, kırsalda bu baskı ve zorbalık daha çok hissediliyordu.

Büyük kentlerde ise, bu gerici odaklar, üniversitelerde öğrenci derneklerinde sahte kongreler yaptırarak iki başlı hale getirmekten tutun “toplu namazlar” düzenleyip, cinayetlere varan “kontra eylemler” organize ediyorlardı.

Bütün bu gelişmeler, uyanış içindeki kesimler arasında dikkatle izleniyordu. Veli de ülkedeki bu siyasi iklimin etkisi altında devrimden, sosyalizmden yana tavır alan, ülkede olup bitenler hakkında oldukça donanımlı olarak üniversiteye girmişti.

Türkiye’nin önemli bir üniversitesinde, kapitalizm koşulları içinde gelecek vaat eden ya da öyle değerlendirilen bölümleri kazanıp sonra devrimci mücadeleye atılma kararını nasıl veriyordunuz? Bunu kendi aranızda hiç tartışıyor muydunuz?

Tabii hiç kimse için ‘ben bu işe giriyorum’ diye başlamak söz konusu değildi. Bu bir süreç sorunuydu. Ben birinci sınıftayken Devrimci Eylem grubu vardı. Onların bir toplantısına gittim ve ilk kez orada Marksist tartışmalarla, Lenin’den, Stalin’den kitabın ortasından konuşmalarla karşılaştım. Hatta garibime gitti, “ya niye bunlar böyle ölmüş insanların fikirlerini tartışıyorlar” diye. Ama bunların etrafında tabii anti emperyalizm, 6. Filo, NATO, öğrencilere yönelik polisin, yukarıda andığımız grupların baskıları söz konusuydu. Bu sivil görünümlü gruplar dinci gericilik odaklarıydı. Ülkücüler o dönem henüz ortaya çıkmamıştı. Bunların hepsi gençliği de bir eyleme yöneltiyordu. Yoksa kimse, ‘ben şöyle devrimci olacağım’ diye başlamıyordu. Ancak mücadele içerisinde değişiyorsun. “Niye böyle oluyor?” diye sorduğun bir sürü soru var ve bakıyorsun ki o günün koşullarında bu mücadele verilmeden başka şansın yok. Ve taraf olma ihtiyacı duyuyorsun. Ama Veli gibi olan

arkadaşlarımız da bu tercihi zaten yapmış olarak geliyordu artık. Yani yüksek mühendislik ünvanı ellerinden alınıp da boykot başlamasa da Veli gibi olanlar zaten devrimci mücadelede yer alacaktı. Onların kuşağı için bizden farklı olarak artık böyle bir durum vardı. Veli’nin hemşerisi Gökalp Eren de Öğrenci Birliği başkanıydı. Hem onunla tanışıyor olması hem de benimle olan ilişkisi ile bir örgütsel tercih de yaparak bizden yana taraf oldu.


İhsan Çaralan

Veli Yılmaz henüz 2. sınıftayken 12 Mart askeri darbesi yaşanıyor. Ve sizin de aralarında bulunduğunuz öğrenci gençlik hareketinde öne çıkan isimler ya cezaevine gidiyor ya da İstanbul’dan ayrılmak zorunda kalıyor. Bu dönemde neler yaşandı? Siz Anadolu’da nasıl bir faaliyet yürüttünüz?

12 Mart gelip de tutuklamalar başlayınca ben okuldan çıkmak zorunda kaldım. Ama biz, tabii Veli de, 12 Mart öncesinde böyle bir durumu ön görerek bir tavır belirlemiştik. 1971 başında Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) kuruluşunu ilan etti. Ondan önce de Denizler ve Cihan Alptekin üzerinden İstanbul ve Ankara grupları arasında bir bağ kurulmuştu. 1969’da Milli Demokratik Devrim (MDD) tezini savunanlar arasında da bir bölünme yaşandı. Doğu Perinçek çevresi ayrılarak, ayrı bir dergi çıkarmaya başladı. Mihri Belli daha sonra THKP-C ve THKO olarak da ayrışacak olan kesimle kaldı. 1971’de ise artık THKO, THKP-C ayrışmaları da ortaya çıkmıştı. Veli, Gökalp ve ben 12 Mart öncesinde tercihimizi yapmıştık.

İstanbul THKO davasında Veli ile birlikte yargılandık. Ama ben iki ay kadar sonra tahliye oldum. Veli içeride kaldı. Ancak 1972 Mayıs başında, 6 Mayıs’tan birkaç gün sonra yeniden aranır duruma düşünce, İstanbul’u terk etmek zorunda kaldım. Önce Ankara’ya gittim. Oradan da ayrılmak zorunda kalınca Çorum tarafına… Ve eski arkadaşlıklarımız, onların çevreleri üzerinden yeniden çalışmaya başladım. Uyanış içindeki köylülerle, o zaman Türkiye İşçi Partisi’nden etkilenmiş olan geniş kesimlerle iyi bir çalışma başlattık. O arada Veli de cezaevindeydi ve 1973’te, benim İstanbul’dan ayrılmamdan yaklaşık bir buçuk yıl kadar sonra cezaevinden çıktı. Kısa süre sonra da buluştuk. Ne yapabileceğimizi konuştuk. Sonunda Veli, Kayseri’den Samsun, Sinop, Trabzon’a, iç Anadolu’dan Karadeniz’e uzanan geniş bir bölgedeki çalışmayı üstlendi. Ben de Seydişehir Alüminyum Fabrikası’ndaki işçi çalışması ile Adana-İskenderun bölgesi çalışmalarına yöneldim. Zaman zaman görüşüyorduk Veli’yle. Değerlendirmeler yapıyorduk. O günün koşullarında, bizim tarafımızdan yorumlanmış bir THKO çalışması yürütüyorduk. 1975 başında “THKO’nun özeleştirisi” denebilecek olan, “Devrim Kitlelerin Eseridir” broşürü çıkınca, hiç de yanlış bir yorumlama yapmadığımızı görerek sevindik.

Burada sizin öğrenci gençlik hareketi içerisinden çıkmış bir örgütü gençlik dışındaki kesimlere taşıyan bir çalışmayı ilk kez yürütmeye başladığınızı söyleyebilir miyiz?

Aslında öncesi de var. Benim öğrenciliğimin son bir-iki yılında Kaynarca’da, okuldan bir arkadaşımla, bölgede çalışma yapmak ve ileri işçilerle ilişkilerimizi geliştirmek amacıyla bir ev tutmuştuk ve orada haftanın 3-4 günü bölgedeki çeşitli fabrikalardan işçilerle görüşmeler yapıyorduk. Arçelik, Parsan gibi Kadıköy bölgesinde bulunan önemli fabrikalarda işçi temsilcileri düzeyinde ilişkilerimiz vardı. O dönemde mücadeleye önderlik eden pek azımsanmayacak sayıda işçiyle çeşitli düzeylerde ilişkiler kurmuştuk. Yani işçilerin içine gitmek hedefi bizde zaten vardı. Kitaplarda okuduğumuz sınıfı sahada da görüyorduk. Fabrika işgalleri, grevler, gösteriler, işgal edilmiş fabrikalarda gördüğümüz mücadele, işçilerin özgürlük, eşitlik, sosyalizmle ilgili yaptıkları tartışmalar ya da bizim açtığımız tartışmalara hevesli katılımları çok çekiciydi. 15-16 Haziran’a gelen işçi mücadelesi etkileyiciydi. Biz de kitaplarda okuduklarımızı gerçekleştirmeye gayret ediyorduk. Ve giderek, belki dar bir çevre olarak da olsa, öğrenci mücadelesinden daha çok işçi sınıfı mücadelesine bir ucundan katılarak, kitaplarda okuduğumuz gibi bir işçi sınıfı devriminin militanı olma hevesimizin kabardığını söyleyebilirim.

Anadolu’ya gitme konusuna gelince, zaten doğal olarak böyle örgütlenen TİP vardı bizden önce. THKO’nun da Nurhak’a çıkmadan önce o bölgede köylülere yönelik bir çalışmasının olduğunu da biliyoruz. Ama, Çorum’a gidişimle başlayan ve köylülere, işçilere yönelen, onların talepleri etrafında bir çalışma yapmanın özgünlüğü bakımdan bir ilkliğinden söz edebiliriz. Bunu da darbe öncesinde, ‘60’lı yıllar boyunca oluşmuş, devrimci kümelenmelere ulaşarak ve onların çevrelerinden başlayarak yapmaya çalıştık. Herhalde doğru olan da buydu o günkü koşullar açısından.

Veli, Halkın Kurtuluşu’nun yayın kuruluna girdiği zamana kadar bu çalışma içerisinde kaldı. Sonradan da bu ilişkisini bir biçimde sürdürdüğünü hatırlıyorum.

Onun gazetede görev alma süreci nasıl gelişti?

1974 affıyla birlikte cezaevinden çıkan arkadaşların da katılımıyla Geçici Merkez Komite (GMK)olarak adlandırdığımız bir kurul etrafında yeni bir örgütlenme sürecine başlandı.

GMK, bizim çalışmamızı ve çeşitli bölgelerdeki kendiliğinden kimi çalışmaları birleştirirken; İstanbul, Ankara ve İzmir gibi kentlerde gençliği hızla örgütleyen bir merkez olarak şekillendi.

Ben yine güney bölgesinde kaldım. Veli de 1976’da gazete çıkana kadar kendi bölgesinde devam etti. Gazetenin çıkışıyla birlikte de yayın kurulunda çalışmaya başladı. İçimizde bu işe eğilimi olan arkadaşlardan biriydi. Aslında ben de yakındım böyle bir işe. Çünkü üniversitede Öğrenci Birliği’nin “Olaylar ve Yorumlar” adlı bir yayını vardı. Haftada A4 boyutunda 4 sayfalık bir “fanzin”di bu! Onu iki yıla yakın, neredeyse aksatmadan çıkarmıştık. Ama o yıllarda gazetede çalışmaktan çok doğrudan işçilerin, emekçilerin içinde çalışmak bana daha çekici geldiği için gazeteye “dışarıdan” yazarak katıldım.

Ama tabii Halkın Kurtuluşu deyince Veli en uygunumuzdu ve tartışılmaz olarak gazeteyle özdeşleşmiş bir yoldaşımızdı!

Veli’nin adanmış çalışkanlığı olmasaydı, Halkın Kurtuluşu elbette yine de çıkardı ama hep, ‘çok zorlanırdık’ diye düşünmüşümdür.Kendisine verilen 748 yıllık hapis cezasını da sözünü ettiğiniz başarının işareti olarak mı değerlendirmek gerekir…

Herhalde böyle bir bağ da kurabiliriz. Pratikle örtüşmese bile fikri olarak… Çünkü bu işler biraz da kim öne atılır, kim yapmak isterse onun üzerinde kalır. İyi de yaparsa herkes ona güvenir ve devam eder. Veli’de de öyle oldu. O yüzden gazete deyince, Halkın Kurtuluşu deyince Veli akla gelir daha çok.

12 Eylül darbesiyle gazete kapanıp cezaevine girdikten sonra bu kez kendisini ülkedeki durumu anlatan sembol isimlerden biri haline getirecek bir süreç başlıyor. Dünyanın en ağır basın cezalarından birine mahkûm edilmiş olarak Veli Yılmaz’ın böyle gündeme gelmesi süreci nasıl yaşandı?

90’lara doğru darbenin etkisi azalmaya başlayınca, aydın çevrelerinin etkinliğiyle, uluslararası kurumların ilgisi ile söz konusu oldu. Bu kadar ceza almış olması onu basın özgürlüğünün sembol isimlerinden biri olarak öne çıkardı.

Sizin cezaevi sürecinde kendisiyle bağlantı kurma şansınız oldu mu?

Ben darbe sonrası Adana, Antakya, en son da Malatya Cezaevi’nde kaldım. O İstanbul’daydı. Dolayısıyla hal hatır soran, siyasi olmayan mektuplaşmalar dışında bu döneminde çok haberleşemedik.

Kendisiyle ilgili olarak kısa süre önce aynı zamanda yeğeni olan tarihçi Eray Yılmaz tarafından hazırlanan ve sizin de görüşlerinize yer verilen “Veli Yılmaz-Devrimci Gazeteci” isimli bir kitap yayınlandı. Bu kitabı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Eray bence çok gayretle çalışmış. Özellikle 1970’leri, ‘80’leri dışarıdan ve o günün koşullarını anlatan sınırlı sayıda kişiden anlamaya çalışan bir araştırmacı olarak iyi iş başardığını düşünüyorum. O kadar karmaşık bir dönemi, başka birinin hayatını böyle anlatmaya çalışmak zor bir iş. Ancak o dinlediği farklı anlatımlara rağmen önemli ölçüde bunu başarmış diye düşünüyorum.

Kitapta yazarın, “Kendisine verilen görevleri büyük bir gönüllülük ve özveriyle yerine getirmiş, partiye ve harekete sonuna kadar bağlı kalmıştır” (sf.89) gibi değerlendirmeleri öne çıkıyor asıl olarak. Ancak söz ettiğiniz gibi farklı anlatımlar da var. Örneğin o dönem hareketin içinde yer almış Ercan Öztürk’ün ağzından hapishane sonrası için ‘parti mücadelesinden uzak kalmıştı’ gibi bir ifadesi var. Bu konuyla ilgili söyleyeceğiniz bir şey olur mu?  

Çok şey olur! Veli cezaevinden çıktıktan sonra her hafta o dönem yayınladığımız Gerçek dergisine geliyordu, ülkede ve dünyadaki gelişmeleri konuşuyorduk. Zaman zaman da derginin toplantılarına katılıyor, önerilerini, tabi eleştirilerini de söylüyordu. Orada şöyle bir yanılgı var. Veli’nin geçmişe dair eleştirileri vardı. O gün içinde bulunduğumuz koşullar için ‘öyle değil de böyle yapmak gerekir’ dediği konular vardı. Ben de eleştirilerinin bir çoğuna katılıyordum. Başka biriyle konuşsanız onlar da katılabilirdi.

Birkaç önemli yenilgi dönemi yaşamış birisi olarak, (ki, her yenilgi dönemi yeni bir çıkış, yeni bir yol arayış dönemidir aynı zamanda) şunu söyleyebilirim, teferruatları bir yana bırakırsak, iki tür eleştiri ve özeleştiri tutumu görmüşümdür. Bunlardan birincisi, kişinin geçmişe dair kör gözüm parmağına yanlışları yüksek sesle sıralayıp, belki kendisini de bunlardan sorumlu tutarak, kendisine acıma, geçmişine ağıt yakma, dahası düzenle uzlaşan bir yaşam kurmak için eleştiriyi, özeleştiriyi istismar etme tutumudur. İkincisi ise, geçmişin yanlışlarını yeni dönemde tekrarlamamak, mücadeleyi daha ileriye götürmek amacıyla eleştiri ve özeleştiriyi kullanma tutumudur.

Bu iki farklı, hatta karşıt tutumdaki kişilerle öylesine konuştuğunuzda, başta birbirinden de ayıramazsın. Hatta geçmişe “yananlar” daha duygusal, daha inandırıcı da gelebilir.

Veli’nin konuşmalarından da Ercan bu sonucu çıkarmış olabilir. Ama, Veli birinci değil ikinci tutumu benimseyen bir yoldaşımızdı. Bunu sohbetlerimizde, özellikle geçmiş 20 yıla dair yaptığımız sohbetlerde kendisi de sıkça söylerdi.

Evet geçmişe dair eleştirileri vardı. Hatta yayınladığımız Gerçek dergisini de eleştiriyor, “Amatörce yapıyoruz”, “Bizim daha profesyonelce çıkan, daha kapsayıcı bir haber dergisi yapmamız gerekir” diyordu. Ama, o dönemde Veli’nin söylediklerini ve yapmaya çalıştığı işleri dikkate aldığımızda onun için sorunun partinin programı ve mücadele hattı değil, kendisinin nasıl bir görev üstlenmesi gerektiği konusunda bazı endişeleri olduğunu söylemek gerçeğe daha yakın bir değerlendirme olur.

Ülkenin ve işçi sınıfı mücadelesinin Veli’nin birikimine çok ihtiyaç duyduğu bir dönemde onu kaybettik. Evrensel gazetesi kurulurken, her zor durumda, serinkanlı düşünmek ve çözümler üretmek ihtiyacı gündeme her geldiğinde, “Ah şimdi Veli olsaydı!” diye hayıflandığım çok olmuştur. Çünkü yaşasa Evrensel’de birlikte olacağımızdan, endişelerini de o mücadele içinde aşacağından emindim. Çünkü Veli’nin kendisini sisteme adapte edecek bir yaşam aramadığını biliyordum. Dolayısıyla kitapta Eray’ın Veli ile ilgili bu yönde yaptığı değerlendirmesine katılıyorum.

Gerçek dergisi dönemi için aktardığınız ‘amatörce yapıyoruz’ sözü Halkın Kurtuluşu dönemi için bir eleştiri miydi?

Hayır. Halkın Kurtuluşu döneminde, bizim açımızdan daha fazlasının yapılamaz olduğunu o da ben de biliyorduk. Çünkü o dönemin koşullarında haberleri zaten muhabirler değil parti yapıyordu. Bir çok şey partiden geliyordu. Yoksa bir kişi oturup baştan aşağıya gazeteyi yazmıyordu. Başyazıyı ya da bazı haberleri Veli ya da diğer arkadaşlar yazmıştır. Ben de birinci yıldan başlayarak sendika haberleri ve yorumları yazıyordum. İstanbul’a geldiğimde gazete çalışmasına katılıyordum. Başka arkadaşlar da katılıyordu. Yani Halkın Kurtuluşu kendi koşulları içinde ancak öyle çıkabilirdi herhalde. Belki Veli’nin yükünü biraz daha hafifletebilsek daha farklı olabilirdi. Ama onun Gerçek dönemindeki eleştirisi artık 1990’lara geldiğimizdeki duruma ilişkindi. Legal bir yayın faaliyeti yürütüyoruz. Önce Özgürlük Dünyası‘nı, Evrensel Kültür’ü ardından Gerçek‘i çıkarmışız. Ki, Gerçek‘i günlük bir gazetenin ön adımı olarak da hayal ediyoruz, “işçi sınıfının kurtuluş davasının haberciliğini daha iyi nasıl yaparız”ı tartışıyorduk. Veli’nin eleştirisi de bu tartıştıklarımız çerçevesindeydi.

‘Evrensel kurulurken onu çok andım’ dediniz. Evrensel gazetesi artık çeyrek asrı geride bırakarak yayına devam ediyor. Bugünün gazetecileri için Veli Yılmaz’ın bıraktıklarını nasıl anlatırsınız? Ondan öğrenilmesi gereken neler var?

Her şeyden önce Veli tam bir görev insanıydı. O bir görev aldıysa artık arkanıza dönüp, “o görev yapıldı mı yapılamadı mı” diye bakmazdınız. Bakmanız gerekmezdi. Mutlaka yerine getireceğini bilirdiniz çünkü. En önde gelen özelliği budur. İkincisi işçi sınıfına, devrime, sosyalizme karşı tutumu şekilci değildi. Asla “millet görsün” diye iş yapmadı. En önemli özellikleri bunlardı. Bunların gazetecilikle bağını da kuracak olursak “fikri takip” konusundaki ısrarı ve dikkati, hükümetin ekonomik politikasını, iç ve dış politkasını, emek mücadelesini, o günlerde çok yoğun bir biçimde sürdürülen ideolojik mücadeleyi günü gününe takip etmekte gösterdiği yetenek, Halkın Kuruluşu’nun işçi sınıfı davasının etkin bir savaş aracı haline gelmesinde son derece önemliydi.

Veli, 4 yıla yakın bir süre çıkan haftalık Halkın Kurtuluşu gazetesinde örnek bir gazetecilik yaptı. Bunlar bugünün gazetecileri, özellikle de Evrensel’i çıkaran gazeteciler için gözden kaçırılmaması gereken niteliklerdir.

Barış Avşar
diğer yazıları