BENGÜ AYDIN DİKMEN
Dünyanın her yerinden gelen yangın, sel, fırtına, kuraklık haberleri bize artık iklim krizinin uzak bir ihtimal değil bizzat içinde yaşadığımız bir gerçeklik olduğunu gösteriyor. Bu krize sebep olan sera gazı emisyonlarının devam etmesi, ormanların ve tarım arazilerinin yok edilmesi ve en önemlisi sanayileşmiş toplumların tüketim kültürünün tüm unsurları iklim krizinin nedenleri. Bu sebepleri azaltmak için küresel düzeyde yapısal değişikliklerin önünü açacak siyasi irade gerekiyor. Peki, şimdiye kadar iyi bir karne verdi mi siyasiler?
Sera gazı salımlarının belirli düzeyde azaltılması ve iklim değişikliğini yönetmek amacıyla oluşan küresel iklim rejiminden bahsedilse iyi olacak. 1992’de imzalanan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nden (BMİDÇS) yola çıkan pek çok uluslararası anlaşma olmasına rağmen mihenk taşı niteliğinde iki anlaşma var: Kyoto ve Paris. 1997 tarihinde imzalanan ve 2005’te yürürlüğe giren Kyoto Protokolü, aslında iklim adaleti fikrine dayanan önemli bir protokoldü; çünkü gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin karbon emisyon azaltımına dair yükümlülüklerini ayrıştırmıştı. “Ortak fakat farklılaştırılmış yükümlülükler” kavramıyla daha çok karbon salan ülkeler, 2020’ye kadar daha fazla azaltmak zorundaydı. Bunlardan ABD, Kyoto Protokolü’nü yıllarca imzalamamıştır. Çin ve Hindistan ise gelişmekte olan ülke sınıfına girdiği ve karbon salımları çok az olduğu için herhangi bir yükümlülükleri yoktu. Karbon azaltımına yönelik yükümlülüklerin ülkelerce ağır bulunmasından ötürü, ülkeler bu sorumluluklarını yerine getirmediler, kimisi protokolden çekildi, kimi ise türlü bahaneyle uygulamadı.
Küresel ısınma artışını 2 derecede tutmak amacıyla hedefler koyan, 2015’te imzalanan ve 2016’da yürürlüğe giren, şimdiye kadarki en büyük iklim anlaşması olan Paris Anlaşması ise ülkelerin yükümlülüklerini gelişmiş-gelişmekte olan diye ayırmamış, “ulusal katkı niyet beyanı” adıyla yeni bir kavram ortaya atarak ülkelerin kendilerinin emisyon azaltım taahhüdünde bulunmasına olanak tanımıştır. Bu bağlayıcı olmayan bir anlaşmadır fakat Türkiye gibi kendi özgün koşullarını ileri sürerek hiçbir azaltım yükümlülüğünün altına girmek istemeyen ülkeler için önemli bir fırsat olabilir. Barrack Obama yönetiminin olumlu çabalarının tersine, ABD Donald Trump’ın yönetime gelmesinden sonra Paris Anlaşması’ndan 2017’de çekilmiştir. Küresel ticaret rekabet içinde bulunduğu Çin ve Hindistan gibi ülkelerin daha avantajlı duruma geçebileceğini ileri süren Trump, ayrıca iklim değişikliğinin bir palavra olduğunu iddia ederek “iklim inkârcısı” olmuştur. ABD gibi bir süper gücün bu şekilde davranması iklim krizine karşı mücadeleyi olumsuz etkilemiştir.
15 yaşındaki Greta Thunberg’in 20 Ağustos 2018’de
iklim krizine karşı başlattığı grev dünya çapında büyük ilgi gördü.
Yine de, Paris Anlaşması’nın uluslararası sistemde yaptırım gücü olmamasına rağmen, anlaşmanın imzacı ülkelerin kendi meclislerinde onaylanmasını gerektirmesi ve bu yönüyle devletin vatandaşlarına karşı sorumlu olması belki de en etkili baskıya karşılık gelmekte. İş ki halk bilinçli olsun, takipçi ve talepkâr olsun.
Bize dönersek; Kyoto Protokolü yükümlülüklerinden türlü manevralarla kaçabilmiş olan Türkiye, Paris Anlaşması’nı imzaladı ama henüz meclise sunmadı. 2030 hedefleri karbon salımını azaltmak bir yana, ikiye katlayan AK Parti hükümetleri kömür santralleri projelerine bitimsiz bir iştahla onay vermeye devam ediyor.
KÜRESEL İKLİM HAREKETİ
Ülkeler kendi büyüme hedeflerini sekteye uğratacak korkusuyla uluslararası anlaşmaları uygulamazken, fosil yakıt şirketlerine teşvik vermeye devam ediyor. Bu şirketler insanların iklim krizinden haberdar olmasını engelleyecek araçlara milyarlarca dolar para harcıyorlar. İnsanlık doğayı mahvederek kendi yok oluşunu hazırladığının henüz farkında değil. Gelinen aşamada gerçekler artık göz ardı edilemeyecek bir adalet sorunu olduğunu bağırıyor. Sadece gelişmemiş ülkeler, en yoksullar değil, henüz çocuk olanlar da bu adaletsizlikten en korkunç payı alacak. Neyse ki tüm bu apokaliptik duruma karşı eyleme geçenler var ve umudu büyütüyorlar. Söz konusu küresel iklim hareketinin çok fazla bileşeni var ve farklı yöntemlere sahip olsalar da net bir hedefi var: o da karar alıcıların üzerine düşeni yapmaları ve iklim krizini durdurmak için bilim insanlarının söylediklerine kulak vermeleri.
İklim aktivizmi aslında 1990’lardan beri var. Küresel anlamda 2009’daki Kopenhag yürüyüşünden 2014’teki New York’taki Halkın İklim Yürüyüşü’ne kadar yüz binlerce insanın katılımında yürüyüşler düzenlendi. Bu eylemlere rağmen, karbon salımları hız kesmeksizin devam etti. Büyüklerin ve o güne kadar yapılan eylemliliklerin bir işe yaramadığından hareketle İsveçli 15 yaşındaki Greta Thunberg 20 Ağustos 2018’de okulunda grevi başlattı. Eylem kısa süre içinde binlerce çocuk tarafından desteklendi, destekleniyor. Gelecek için Cumalar (Fridays for Future ya da kısaca “FFF”) adını alan okul grevleri hareketinin sembolizmi şu iki önermeye yaslanıyor: Öncelikle, bilim insanlarının söylediklerinin göz ardı edildiği bir dünyada okulun ne önemi var diye soruyorlar. İkincisi, geleceğinin ellerinden alındığı, altıncı yok oluş çağına doğru hızla gidildiği ve müdahale edilmezse insanlığın da yok olacağını bilen bu aktivistler okula gitmenin anlamsız olduğuna inanıyorlar. Henüz oy kullanma yaşında olmadıkları için ve olsalardı bile geleneksel siyaset yapma biçiminin sonuç getirmediğini düşünüyorlar. Bütün bunlara rağmen, umutsuz, karamsar, nihilist değiller. Bir an önce harekete geçilirse, geri dönüşü olmayan noktaya ulaşmadan gezegenin sürdürülebileceğini savunuyorlar. Greta kamuoyu oluşturmak için pek çok önemli toplantıda konuşma yaptı; bu konuşmalardan Aralık 2018’de Polonya’daki Birleşmiş Milletler ve daha sonra Ocak 2019’da Davos’taki Dünya Ekonomi Forumu’ndaki “Evimiz Yanıyor” konuşması dünya çapında tanınırlığını artırdı. Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterildi.
Greta’yı destekleyenler yeni bir toplumsal harekete karşılık geliyor. Bu kuşağın farklı özellikleri var. Kendilerini çocuk olarak değil “iklim aktivisti” olarak tanıtan yeni bir gruptan, Z kuşağından bahsediliyor. Gretalar’ı aileler de destekledi. Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da gelecek nesiller için endişeli anne ve babalar (bazen nine ve dedeler de katılarak) Gelecek için Aileler’i (Parents for Future) kurarak okul grevlerinin bizzat yanında yer aldılar.
İngiltere’nin başkenti Londra’da ortaya çıkan Yokoluş İsyanı (Extinction Rebellion, ya da kısaca “XR”) da aslında Gretalar’dan önce (Mayıs 2018) örgütlenmeye başlamıştı fakat ses getiren eylemleri FFF’la aynı döneme denk geldi. Temelde siyasetçilerin iklim krizini bir hakikat olarak tanıyıp harekete geçmelerini sağlamak hedefinde birleşen iki hareket birbirine yaslandı, kimi zaman beraber eylem düzenledi. Yine de özellikle radikal yöntemleriyle Yokoluş İsyanı oldukça farklıydı. XR ilk eylemlerini gerçekleştirmeden önce arka planda uzun bir hazırlık sürecinden geçti. XR’ın kurucu fikri, bir toplumsal hareketin başarıya ulaşması için, a) eylemlerin süreklilik arz etmesi ve böylece insanları rahatsız etmesi, b) sivil itaatsizlik niteliği taşıması, c) nüfusun yüzde 3.5’ini sokağa dökmesi, d) dikkat çekici olması gerektiğine dayanıyor. XR’ın radikal eylemleri gerçekten İngiltere’de iklim krizine dair bir kamuoyu yaratılmasını sağladı; çünkü eylemcilerini gözaltına alınmayı, tutuklanmayı, hapiste yatmayı göze alacak kişilerden oluşturdu. Amacı İngiltere gibi “demokratik” bir ülkede hapse atılan eylemcilerin sayısıyla merak uyandırmaktı. Bu eylemciler başkentin en önemli kavşaklarında yol kapatma ve oturma eylemleriyle, kendilerini kamu binalarına yapıştırmak gibi veya performatif (örneğin çıplak veya renkli kostümlerle) eylemlerle dikkat çektiler. Hedeflerinden biri siyasetçilerin iklim krizine dair “hakikati söylemelerini” sağlamak.
Yokoluş İsyanı’nın en görünür başarılarından biri, ilk defa İngiltere olmak üzere pek çok ülkenin ve belediyenin “iklim acil durumu” ilan etmesini sağlamasıydı. Böyle bir ilan, hükümetlerin iklim değişikliğinin sonuçları itibariyle olağandışılığını kabul ederek gündemlerine acil olarak sokup, somut ve hızlı çözümlere yönelik tezkere verdiği için anlamlı. Herhangi bir bağlayıcılığı olmasa da iklim acil durumu ilan eden makamlara karşı baskı gücünü artırması nedeniyle çok önemli. Bu yazının yazıldığı an itibariyle, 18 ülkede 935 belediyede iklim acil durumu ilan edilmiş durumda.
Küresel “Gelecek İçin Cumalar” hareketi 20 Eylül için küresel bir iklim grevi çağrısında bulundu. Bütün bu yeni kolektiflikler daha önceki hareketlerden de destek alarak küresel iklim hareketini bir araya getiriyor. Düzenledikleri küresel iklim grevlerinde sadece gelişmiş ülkelerden değil, her kıtadan milyonlarca insan iklim krizine karşı sesini çıkarmak için sokağa çıkıyor. Daha önce 15 Mart ve 24 Mayıs’ta düzenlenen grevlerin üçüncüsü 20 Eylül’de gerçekleşecek. 20 Eylül grevinde genç iklim aktivistlerinin başlattığı yolda artık yetişkinlerin de güçlü bir varlık göstermesi bekleniyor.
TÜRKİYE’DEN DE DESTEK
Türkiye’de iklim hareketinin çok eski bir tarihi olduğunu söyleyememekle birlikte, küresel ısınmaya dair farkındalığın özellikle 2000’lerde arttığını söyleyebiliriz. 2008’de “Türkiye Kyoto’yu İmzala” kampanyasıyla oldukça başarılı olmuş bir hareket gerçekleşti. Çevre hareketinin Türkiye’de bilhassa 1990’larda Bergama’daki altın madenciliğine karşı gelişen hareketle güçlendiğini, daha sonra HES’lere karşı direnişle büyüyerek sürdüğünü görmekteyiz. 2013’te Gezi hareketinin de çevreci bir boyutu olduğunu unutmamak gerek.
İklim değişikliğine özel bir vurgu yapan hareketlilikse yakın zamana kadar daha cılız kalmıştı. Medya alanında özellikle Açık Radyo ve Yeşil Gazete’nin yaptığı yayınların Türkiye’de bir iklim değişikliği bilinci oluşmasında katkısı çok. Sivil toplum alanında ise iklim değişikliğinin sonuçlarıyla ayrı ayrı uğraşan, o alanlarda faaliyet gösteren örgütler olmuşsa da bir politika başlığı olarak ele alanları oldukça sınırlıydı. Yakın zamanda kurulan Yeşil Düşünce Derneği, Yeryüzü Derneği, Kuzey Ormanları Savunması iklim değişikliğini gündemine alan Türkiye çıkışlı örgütlerden bazıları.
2018 yılının Mayıs ayından itibaren Kadıköy İklim Elçileri, 350.org ile birlikte “İklim için Ses Ver” kampanyaları düzenledi. Farkındalık arttırıcı etkinlikler gerçekleştirdi. 2019’daysa Greta etkisi Türkiye’ye de geldi; FFF Türkiye örgütlendi, okul grevleri yaptı, XR Türkiye grubu da küresel greve katıldı. 15 Mart ve 24 Mayıs grevlerine Türkiye’nin onlarca kentinden katılım oldu.
Türkiye’deki 20 Eylül grevi Sıfır Gelecek kampanyası altında örgütleniyor: “Ya Sıfır Karbon Gelecek, Ya Sıfır Gelecek” sloganları. İstanbul’dan Yeşil Düşünce Derneği, Yeryüzü Derneği, Kuzey Ormanları Savunması, Genç Yeşiller, Buğday Derneği, 350.org, Antikapitalistler, Yokoluş İsyanı Türkiye, Gelecek için Aileler Türkiye’nin katıldığı kampanya kapsamında eylemler yaparken; İzmir’den FFF İzmir, İZÇEP, EGEÇEP, Antikapitalistler gibi farklı bileşenlerden oluşan grup “Sıfır Gelecek İzmir” adıyla eylemler ve forumlar düzenliyor.
BİREYSEL Mİ KOLEKTİF Mİ?
Daha önceleri iklim değişikliğiyle mücadele için bireysel çözümler (tasarruflu ampul kullanmak, az su kullanmak, plastik kullanmamak) önerilirken, artık bireysel değişimlerin krizi durdurmak için yeterli olmadığı yaygın olarak kabul görmekte. Büyük ölçekli, yapısal değişikliklerin acil olarak karar alıcılar tarafından gerçekleştirilmesi yönünde baskı oluşturmak için bireylerin bir araya gelip örgütlenmeleri şart. Yine de yaşamda ve davada tutarlılığın elzem olduğunu akıldan çıkarmamak gerek, yani bireylerin yaşam tarzlarındaki dönüşüm (özellikle veganizm, sıfır atık, minimalizm, kompostçuluk) de hafife alınmamalı diye düşünüyorum.
İklim krizinin diğer meselelerden farkı, küresel bir sorun olması ve herkesi etkilemesi. Evet herkesi etkiliyor ama dünyanın öbür ucundaki bir ülkenin faaliyetleri yüzünden ufacık bir ada ülkesi yok olabiliyor. Veya haftalarca devam eden Brezilya’daki yağmur ormanları yangınından, bizim de canımız yanıyor çünkü gezegenin akciğerleri yok ediliyor; fakat Brezilya hükümetine karşı yapacaklarımız sınırlı (mı?). Bir de iklim hareketinin tarihte eşi benzeri görülmedi çünkü hareketin somut sonuçlar alması için kaybedecek zamanı yok. IPCC’nin bazılarınca fazla iyimser bulunan raporuna göre, ısınmayı en fazla 2 derecede tutmak yönünde mücadele etmek için 11 senemiz var; çünkü 2030’dan sonra gezegendeki yaşam “geri dönüşü olmayan” bir noktaya geçmiş olacak.
Krizin etkilediği toplulukların çokluğu nedeniyle bu hareketin büyüyeceğini öngörmek zor değil; fakat fosil yakıtların yer altında kalmasını talep ettiği için madencilik gibi sektörlerde çalışan işçileri yanına almakta zorlanabilir. Öte yandan, bu sektörlerdeki işçilerin mağdur olmaması için doğrudan yenilenebilir enerji sektöründe işe girmelerine olanak sağlayan “adil geçiş programları” tasarlanıyor. Bilhassa Avrupa’daki işçi sendikaları böyle çalışmalar yapıyor, Türkiye’de de bu yönde yavaştan bir kımıldanma var.
Maalesef iklim krizinin yıkıcılığı arttıkça ve insanlar krizin etkilerini doğrudan yaşadıkça iklim hareketi de büyüyecek. Çünkü bu bir varoluşsal kriz, başka yolu yok! Umalım ki çok geç kalınmadan insanlık içinde bulunduğu kaosu yensin ve kendisine yeni bir dünya kursun. Ve o yeni dünyada insan doğanın hükümranı değil, bir parçası olduğunu anlamış olsun.
[1] Siyaset Bilimci, İzmir Ekonomi Üniversitesi.