Sevgili Ş.
Uzun mektubunu aldım. Gençler için bu kadar çok şey söyleyebileceğini sanmıyordum doğrusu. Beklediğimden daha iyi izlediğin anlaşılıyor.
Can Yücel’in sözcükler arasındaki ses benzerliklerini kullanarak yaptığı oyunlar, söylediğin gibi, gençler arasında çok yaygınlaştı. Şiirini nerdeyse bütünüyle bu oyunlara yaslayanlar bile var.
Esinlenme ondan olabilir, ama Can Yücel o oyunların arkasından belirli bir dünya görüşüyle yer alıp sürekli konuşur. Sözcüklerle oynarken söyler söyleyeceğini.
Ayrım burada.
Söyleyecek hiçbir şeyi olmayan biri, salt o oyunlarla şiirini ayakta tutmaya çabalarsa, bir üç beş, sonra bıkar okurlar…
Küçük Iskender için acele yargılar vermemelisin, bence. Son kuşağın hiç kuşkusuz en gözü kara şairi. Kabına sığamıyor.
Şu günlerde altıncı şiir kitabı yayımlandı. Adı Suzidilara. Böyle şapkasız. Çoğu 1980’lerin ikinci yarısinda yazılmış eski şiirleri. O yıllarda çevresine, insanlara daha bir duyarlıydı, daha bir özgecildi gibi geliyor bana.
Bir de bu şiirlerini oku bakalım.
Yaşadığı toplumun aynası gibi Küçük İskender, ama öfkesi aynayı değil de, toplumu çatlatıyor. Nereye varacak, nerede duracak, ya da bir uçurumdan aşağı mı yuvarlanacak, bilemiyorum. Daha çok erken.
Ona olacağını olmuş bir şair diye bakmamalısın…
“Kolayca anlatılabilecek şeyleri derin göstermek için kapatıp çetinleştiriyorlar,” dememe takılmışsın.
Bu bir şey anlatmak isteyenlerle ilgili bir söz: Bir şey anlatmak istiyor, kolayca anlatabilir, ama derin göstermek için kapatıp çetinleştiriyor.
Sana uymaz.
Sen bir şey anlatmak istemiyorsun. Ama kullandığın malzeme, sözcükler bir takım anlamları taşıdığı, çağrışımlar yaptığı için, şiirin kapandıkça, sanki derinlerde bir anlam yatıyormuş gibi geliyor okura. Belki böylesi daha iyi. Içinden bir şey söylemek gelmedikten sonra, rastlantıların getirdiği anlamlar açık olsa neye yarar!..
Ben senin şiir anlayışının bir yozlaşma sonunda ortaya çıktığına inanıyorum.
Şöyle;
İnsanlar birbirleriyle anlaşabilmek, birbirlerine bir şey söyleyebilmek için dili yarattılar.
Dilin gelişmesi düşünmeyi getirdi.
Dildeki seslerin uyumu, vurgular, uzun heceler, kısa heceler, hecelerin sayısı derken, kulağa hoş gelen, tartımlı söyleyişler, dilin yetersiz kaldığı durumlarda anlatıma yardımcı olan imgelerle şiir oluştu.
Ölçülü uyaklı, tartımlı sözün bellekte kalma kolaylığı belki başlangıçta şiirin en önemli işleviymiş gibi görünüyordu.
Ama aslında en önemli işlev düz olarak anlatılamayanı, şiirin imgelerle anlatabilmesiydi.
Bu işlevler yerine getirilirken dildeki seslerin uyumundan, tartımlı söyleyişlerden alınan tat ise, imgelerden alınan tatla da birleşerek, şiirin anlatıma eklenen sanatsal işlevini ortaya çıkardı.
Eloğlu evrenin oluşumunu anlatıyor. Bu da benim şiirin oluşumunu anlatışım.
Şiirin büyük patlaması…
Beğenmedinse de zarar yok… Ben anlatayım anlatacağımı da sen gene beğenme…
Demek ki imgelerin işlevi düz olarak anlatılamayanı anlatmak, ölçülü uyaklı, tartımlı söyleyişlerin işlevi ise anlatılanın bellekte kalmasını sağlamak…
Açalım:
Anlatacak bir şeyiniz yoksa, “düz olarak anlatılamayan” bir şey de yok demektir. Yani imgeye gerek yok…
Anlatacak bir şeyiniz yoksa, “bellekte kalması” sağlanacak bir şey de yok demektir. Yani ölçülü uyaklı, tartımlı söyleyişlere gerek yok…
İşte bu durumda, sizler, “şiir bir şey anlatmaz”cılar, şiire sanatsal tadı veren öğelerden ikisini alıp işlevlerinden soyutlayarak kullanıyorsunuz.
Böylece imge, ölçü uyak, tartım, salt verdikleri şiirsel tatlar için, anlatılacak şeyden soyutlanarak, içleri boşaltılarak kullanılmış oluyor.
Bu yozlaşma sizin çağdaş şiir anlayışınızı yarattı.
Şiir bütün yönleriyle gelişmeden böyle bir yozlaşma herhalde yaşanamazdı.
Öte yandan bu büyük bir kolaylık. Çünkü şiirin en güç yakalandığı yer içeriktir, yani duygular, düşünceler, yani anlatılan…
Nitekim çoğu zaman anlatılanda şiirin yakalanamaması iki öğenin başını yer…
İyisi mi, bırak anlatılanı, sımsıkı kapat kapıları, pencereleri, imge, ölçü, uyak, tartım, dayan gitsin…
Haydi, bu kadar öfke yeter!
Gene kızmışsındır şimdi…
Mektubunu bekliyorum…
Sevgiler, selamlar.
*Mehmet Fuat’in 23 Kasım 1996 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan bu yazısı daha sonra kitap haline gelen Yaşlı Bir Şaire Mektuplar, Adam Yayınevi, 1999, sf. 46- 48’den alınmıştır. Yazım hataları ve noktalamalar Mehmet Fuat’a aittir.