Toplumsal bilinç biçimleri[1] gündelik hayat içinde kendilerine yer açmanın en elverişli aracını simgelerde bulur. Tapınma ritüelleri başta olmak üzere, selamlaşma biçimleri, vücuda sürülen boyalar, bayraklar, rozetler, kılık kıyafetler; tarikatları, siyasi partileri ve elbette ulusları diğerleri arasında “fark edilir” hâle getirir. Kimilerinin özentiyle kendine yakıştırdığı eğlenceli bir taklit ya da arkadaş gruplarına özgü bir “şekil” olarak kent sokaklarında, kahvehane köşelerinde serbestçe dolaşan bu işaretler, toplumsal güç peşinde koşan gruplar, dernekler, partiler eliyle popülerleşmenin ve örgütlenmenin aracı düzeyine yükseltilirler. Sanat ve edebiyat, hayat içinde bunların gerçek-nesnel bir karşılığı olduğu duygusunu güçlendirir. Politik ve ideolojik propaganda simgelere toplumsal etki gücü kazandırır.
Bu yazının konusu bakımından söyleyecek olursak, milliyetçi hareketlerin, simge üretmek için yararlandığı iki kaynak vardır: Yerleşik toplumsal bilinç sistemleri ve efsaneleştirilmiş tarih.
Türkiye’de Türkçü-ırkçı hareketin ideolojik malzemelerinin önde gelen üreticisi ve diğer ideologların pek çoğunun eğiticisi Nihal Atsız’dır. Gerek romanlarında gerekse dergi ve gazete yazılarında, özellikle ne kadar doğru olduğu daima tartışmalı olan Orta Asya Türk tarihinden türetilmiş efsaneler aracılığıyla, günümüzde de geçerli olan “Ülkücü Kültür”e, ahlaki ve siyasi ideallere son biçimini veren odur.
Bu yazımızda bu kültürün ana unsurlarını yine onun romanlarından ve yazılarından hareket ederek özetlemeye çalışacağız.
Devlet Miti
Nihal Atsız bir makalesinde, Cumhurbaşkanlığı forsundaki 16 yıldıza yüklenen anlamı sert biçimde eleştirir:
“Türk tarihi bir bütündür. Devlet denilen nesneler ayrı hükümdarlar, hanedanlardır. Böyle olunca 16 Türk devleti masalı kendiliğinden yıkılır ve birbirinin devamı olan hanedanlarla Türk tarihindeki birlik karşımızda parıldar. Türk tarihinin devletler adı altında parçalara bölünmesinin millî psikoloji üzerindeki yıkıcı tesirini kimse düşünmüyor. Mazideki millî devamlılığa inanmayan kimsenin bugünkü millî devamlılıktan da ümitsiz olacağı hesaba katılmıyor. Hâlbuki biraz mantık ve anlayış sahibi olanlar Türk tarihinin aralıksız bir bütün olduğunu kendiliğinden kavrayabilir. Türkiye Cumhuriyeti gökten zembille inmemiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun devamıdır. Osmanlı İmparatorluğu, İlhanlı Devleti’nin uç beyliğinden doğmuştur; demek ki onun devamıdır. İlhanlı Devleti Anadolu’daki Selçuklu devletinin devamıdır. Anadolu’daki Selçuklu devleti ile Batı Türkistan ve İran’daki Harzemşahlar Devleti Büyük Selçuklu Devleti’nin devamıdır. Büyük Selçuklu Devleti Karahanlıların, Karahanlılar Uygurlar’ın, Uygurlar Gök Türkler’in, Gök Türkler Aparların, Aparlar Siyenpilerin, Siyenpiler Kunların devamıdır. Bu devamlar kesintisiz, aralıksız bir tarihin kadrosudur. Yani biz, biri yıkılıp biri kurulan ayrı ayrı devletlerin değil, bir bütün hâlinde sürüp gelen bir devletin milletiyiz.”[2]
“Devleti ebed müddet” ya da “devlet müebbet” sözüyle özetlenen bu görüş, kendisini Türkçü-milliyetçi olarak tanıtan bütün siyasal ve kültürel hareketlerin devlet anlayışının temel dayanağıdır. Ancak bu tabir, özellikle Türkçü-ırkçı taraftar için, bir kimlik simgesi hâline getirilmiştir. “Taraftar aksesuarları” satan bir kurnaz bu sözleri reklam sloganı olarak kullanmaktadır.
“Devlet-i Ebed Müddet Türk Milletinin üst kimliğidir. Bizi bölünmekten ve parçalanmaktan koruyacaktır. Bu ülküyü günlük hayatınızda taşıdığınız aksesuarlarla da yaşayabilirsiniz. Siz de devlet ebed müddet yazılı erkek yüzükleri ile bu tarihi şuura sahip çıkabilir bu birlik ruhunu üzerinizde taşıyabilirsiniz.”
Atsız’ın yazısında en dikkat çekici görüş, “devletin milletiyiz” sözüyle ifade edilmiştir. Türk faşizmi, dünyadaki diğer örneklerine paralel olarak, ulusu, “devlet kurabilen topluluk” olarak tanımlamıştır. Özellikle Kürtlerin bir ulus olup olmadığı tartışmalarında, “tarihte bir devlet kuramamış olmaları” kanıt olarak ileri sürülmüştür.
Nihal Atsız, devlet-birey ilişkisini bir ahlak ilkesi olarak da tanımlamıştır. “Kayıtsız şartsız bağlılık ve itaat” Türk töresinin ilk maddesidir.
Her koşulda devlete karşı mutlak ve sorgulanamaz baş eğme ilkesi, Nihal Atsız’ın romanlarının temel temasıdır. Bozkurtlar Diriliyor’da, Atsız’ın yarattığı Kür Şad’ın oğlu Urungu, kağan olma hakkına sahip olduğu hâlde, devlet zaafa düşmesin diye bundan feragat etme ahlakına sahiptir. Bu ahlaki tutum bugün de her durumda Türkçü-milliyetçilerin, hapiste de olsalar, “Devleti karşılıksız sevmek” ilkesinde kendisini gösterir. 12 Eylül döneminde kendilerine yapılan işkenceleri, idam cezalarını buna dayanarak kabullenmişlerdir.
Liderlik Kültü
Devletin fetişleştirilmesi, aynı zamanda liderin, başbuğun, kağanın buyruğunun tartışmasız kabulü sonucuna bağlanmıştır. Koşullar ne olursa olsun, buyruk ne kadar anlaşılmaz ya da kabul edilemez olursa olsun ona uymak değiştirilemez bir kuraldır. Nihal Atsız’ın ideal kahramanları liderlerinin kararlarına uymamayı asla düşünmezler. Özellikle Bozkurtlar Diriliyor’da anlatıldığı gibi kağanın kararları bazen akıldışı, ulusun ve devletin çıkarlarına aykırı hatta ahlak bakımından yanlış olabilir; Türklerin buna cevabı tektir: “Buyruk senindir Kağan!” Kağan yanlış bir kararla, ülkesini ve kendisini esarete sürüklemiştir ama çeriler kendi aralarında mırın kırın etseler de itaatsizlik etmezler. Bozkurtlar Diriliyor’da şöyle bir sahne vardır:
Dokuz Oğuz kağanı Baz Kağan, beğleri çağırmış otağında toplantı yapıyordu:
– “Beğler” dedi, “azlık olan Gök Türkler yeniden harekete geçtiler. Böyle giderlerse hepimiz için tehlike olacaklardır. Çünkü kağanları yiğit, veziri akıllıdır. Bu ikisi var oldukça bizi de, Çin’i de, Kıtayları’ı da yok edeceklerdir. Kıtaylar ve Çinlilerle birleşerek bunları ortadan kaldıralım. Çinliler güneyden Kıtaylar doğudan yürüsün. Biz de kuzeyden saldıralım. Kabilse bu Gök Türk kağanını ortadan kaldıralım. Ne dersiniz?”[3]
Çinlilerle birleşip Gök Türkleri yok etmek!
“Buyruk senindir kağan!”
“Bu toprak için,
Bu bayrak için
Ölelim.
Ne düşünelim, ne de bilelim!”[4]
Düşünmek ve bilmek, kağana mahsustur.
Bilim ve Felsefe mi? Geçeceksin! Yaşasın Savaş!
Türk at biner, kılıç sallar, ok atar, güreş tutar. İğrenç Çinliler(!) ise çiftçilik yapar, felsefeyle, bilimle, sanatla uğraşır. Savaşmayı bilmezler, o yüzden Türk yiğitlerini asker olarak yanında tutmaya gayret ederler.
Atsız, yazılarında ve romanlarında, silah, bedensel güç, atçılık, “savaş sanatı”, ok ve kılıç kullanma gibi beceriler ile bilim ve felsefeyi karşı karşıya koyar ve birincileri överken, zihinsel ve sanatsal etkinlikleri küçümser. Ruh Adam’da kendisiyle pek çok bakımdan özdeşleştirdiği Selim Pusat’a, güzellik kavramı açısından savaşı ve şiiri kıyaslatır. Genç bir kız şiir gibi mi güzeldir, yoksa savaş gibi mi? Ruh Adam, Selim Pusat, savaşın en güzel sanat, savaş biliminin tek bilim olduğuna inanır. Eşi öğretmen Ayşe, ona bir şeyler anlatmaya çalıştıkça küçümseyerek, ilgisiz görünerek dinler. Bir ara, Ayşe öğrencilerinin bilgisini, zekâsını ve güzelliğini över:
“-Bir görsen sen de çok seversin. Pek zeki ve bilgili kızlar. Üstelik o kadar da güzel şeyler ki… Birer şiir kadar…
-Bir imha savaşı kadar da güzel mi?”[5]
Şiirle, “imha savaşı”nın güzellikte yarıştırılmaları, roman kahramanına özgü değildir. Bizzat onu yaratan Nihal Atsız’ın düşüncesidir. Gerçekten, şiir olsun diye yazdığı şeylerin hiçbiri şiir ölçüleriyle asla güzel değildir. Ama herhâlde kendince, “fikir bakımından güçlüdür!”
Anlamayız hayatı felsefeyle, ilimle;
Hayat çelik ellerle atılan zar olmalı.
Rahat yatakta ölmek acep olmaz mı çile?
Kanlı sınır boyları bize mezar olmalı.[6]
Bu tema yazılarında da sık sık kullanılmıştır:
Fakat şunu unutmamalıdır ki bir millette önce kahramanlar yetişir, ondan sonra şairler gelir, âlimlerse daha sonra meydana çıkar.
[…] En yüksek eserler kılıçla ve düşman kanıyla yazılmıştır.[7]
Çünkü o birçok büyüklerde görülen bazı küçüklüklerden uzak, birçok büyüklerde rastlanan menfaat duygusundan sıyrılmış, bazı büyüklerde bulunan yanlış hareketlerden beride kalmış kaya gibi aşılmaz bir devdi.[8]
Bozkurtların Ölümü’nde, Yamtar adlı Türk yiğit bir ara Çinli bir filozofla karşılaşır ve felsefenin karın doyurup doyurmadığı üzerine bir tartışmaya girer. Çinli filozof, varlığın düşünceden ibaret olduğunu savunmaktadır ve mesela Yamtar’ın başlıca derdi olan açlığın bir kuruntu olduğunu, bunun karşıtı olan tokluğun da bir kuruntu olduğunu, demek ki ikisinin de aynı şey olduğunu anlatmaya çalışır. Felsefenin kendisini tok hissetmesini sağlayacağına inanan Yamtar, bir süre açlığa katlanır. Ne var ki güreş tutar yenilir, kılıç sallar beceremez. Fırsat bulur, bir güzel karnını doyurur, Çinli filozofun karşısına dikilir:
Yamtar ilk defa o akşam toklukla açlığın aynı şey olmadığını, açlığın kuruntu değil, yaman bir gerçek olduğunu anladı. Artık kendisinde uyuşukluk duymuyor, canı kılıç kuşanıp dövüşmeği çok çekiyordu. Açlığın verdiği mecburiyetle filozof olmuş, fakat felsefe onu bir türlü doyurmamıştı. Şimdi iyice doyduktan sonra felsefeye, bilime dalmakta ne zoru vardı? Kişioğlu savaşmak için doğar, savaşacak gücü bulmak için yemek yerdi. Yamtar felsefeyle doyacağını sanmakla aldanmış, uzun denemelere rağmen açlığını giderememişti. Şu Çinliler ne yalancı kimselerdi!
…
Bana bak Şen-ma! Ben filozof olmaktan caydım, dedi.
Çinlinin tatlı gülümseyişi siliniverdi:
– Neden?
– Filozofluğum birkaç ay daha sürseydi güreşte Göktaş’a bile yenilirdim.
Şen-ma bu sözlerden bir şey anlamamıştı.
Yamtar devam etti:
– Sen bana açlık bir kuruntudur, demiştin. Şimdi anlıyorum ki, kuruntu olan açlık değil, senin felsefenmiş.[9]
Nihal Atsız, savaşkanlığın Türkün yalnızca ırksal değil, kültürel bir özelliği de olduğuna inanır. Türk ırkını diğerlerinden üstün kılan bu özelliğidir. Yaratılıştan savaşçı bu ırk, elbette barıştan nefret eder:
“Ülkülere kanla, kılıçla, dövüşle, millî kinle varılır. […] Bir millet için en büyük tehlikelerden biri barış ve dostluk afyonu yutarak uyumaktır.”
“‘Yurtta barış, cihanda barış’ yahut ‘kimsenin bir karış toprağında gözümüz yok’ gibi sefilâne bir siyasî umde ile bu milletin manevi enerjisini bilerek veya bilmeyerek söndürenler…”[10]
Yine bir “şiir”:
Türk, atına atladı,
Çin’in ödü patladı.
Silinmez damağından
Kılıcın kanlı tadı.[11]
Benzer bir name daha:
Açlar nasıl bir istekle koşarsa aşa
Türk eri de öyle gider kanlı savaşa.
Hem karadan, hem denizden ordular indir!
Çarpışalım, en doğru söz süngülerindir![12]
Ruh Adam’ın kahramanını şöyle tanımlar:
Selim Pusat üç yıl öncesine kadar ordunun iyi bir yüzbaşısıydı ve Harp Akademisi’nin son sınıfında bulunuyordu. Askerliği bir meslek değil, bir inanç olarak kabul etmişti. Kendisine babasından ve dedesinden miras kalmış olan askerlikten gayrı bir şeyin mevcut olabileceğini düşünmezdi. Ona göre İnsanlar kumanda edenlerle kumanda edilenlerden ibaretti ve hayat denen nesne, süngü takıp avcı hattında yürümekten başka bir şey değildi.[13]
İnsan Denilen Aşağılık Mahlûk!
Selim Pusat, bütün roman boyunca, Nihal Atsız’ın felsefe, psikoloji, edebiyat, din-tasavvuf ve daha onlarca konu hakkındaki düşüncelerini aktarmak için konuşur, yalnızca “zayıf, iradesiz, aciz” insanlardan değil bir bütün olarak insanlardan âdeta nefret eder: “Bana insanlardan mı bahsediyorsun? İnsanlar mazide ve tarihin yaprakları arasında kaldılar. Bu gördüklerin birer karikatürden başka bir şey değildir.”[14]
Başka bir yerde Selim Pusat, “eşref-i mahlûkat sayılan, fakat hakikatte bir sürüden başka bir şey olmayan insanlar” hakkında konuşur. Bu yüzden demokrasi “zekâdan” yoksun “ayaktakımı hâkimiyeti” hâline gelir:
“Senin herkes dediğin kalabalık, içinde cahilleri, hainleri, budalaları bol bol barındıran bir kuru gürültüdür. Çünkü herkes dediğin şey bir hayvan sürüsüdür.”[15]
Sabahattin Ali’ye karşı yazdığı “İçimizdeki Şeytanlar” başlıklı makalede, “insaniyetçiliği” (hümanizm) afyon olarak niteler: “Zavallı Kirye Sabahattinaki!.. Erkekli dişili bütün yoldaşlar gibi sen de Türk milliyetperverliğine ‘insaniyet’ afyonu yutturmak istiyorsun değil mi? Boşuna…”[16]
1944’te “Irkçılık-Turancılık Davası” adıyla bilinen yargılamalar sırasında yaptığı savunmada: “Psikanalizin ortaya koyduğu hakikatlerden sonra tahteşşuurlarındaki zulmetlerle, gönüllerinde yaşayan ifritlerle hiçbir insanı sevilmeye layık bulmuyorum.” demiştir.
Mahkemeye kanıt olarak getirilen vasiyetnamesinde de “düşmanlarımızın” eksiksiz bir listesini vermiştir:
Yağmur Oğlum;
Bugün tam bir buçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim kapatıyorum. Sana bir resmimi yadigâr olarak bırakıyorum. Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol!
Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihi düşmanlarımızdır.
Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler yeni düşmanlarımızdır.
Japonlar, Afganlılar ve Amerikalılar yarınki düşmanlarımızdır.
Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içerideki düşmanlarımızdır.
Bu kadar çok düşmanla çarpışmak için iyi hazırlanmalı.
Tanrı yardımcın olsun.[17]
Buraya kadar gelmişken kadınlar hakkında da bir şeyler söylesin artık:
“Kadın, oldukça iptidai bir yaratıktır ama erkeği sürüklemek bilgisinde çok ustadır. Vuslattan sonra erkeğin bıkacağını sezdiği için onu daha çok bağlayacak türlü hünerler gösterir.”[18]
Özel Olarak Çinliler ve Kürtler
Bu “iç ve dış düşmanlar” listesinde adları anılmakla beraber, Çinlilere ve Kürtlere vurgulu bir düşmanlık besler. Çinliler, tarihsel olarak Türkü yok etmek, Çinlileştirmek isteyen, alçak ve iğrenç bir millettir. Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor adlı romanları, Çinliler elinde “esir” Türkler üzerine yazıldığından, Çinlilere yönelik iğrenme ve aşağılama dolu satırları pek çoktur.
Birkaç örnek:
“Erkekler çabuk kanar, Çin kızlarını bir şey sanıyorlar. Elma gibi al yanaklı, kumral saçlı, ışık gibi yeşil ala gözlü, suna boylu Türk kızları dururken sarı benizli, karanlık bakışlı, sıska Çin avratlarına gönül kaptırıyorlar.”
“Çalık Çin’de tutsak kaldığı yıllarda yalan söylemesini öğrenmişti.”
“Çinli çerilere en kolay şeyleri öğretmek bile güç oluyordu. … On sekiz yaşına kadar eline pusat almamış, ata binmemiş Çinlilerden çeri yetiştirmek üzücü bir işti. Kavrayışları da yoktu. Çinliler çeri olmak için değil dokuma yapmak, yemiş yetiştirmek ve filozof olmak için yaratılmış yarıbuçuk kişilerdi.”[19]
Kürtler ise “Farsların gayet geri ve iptidaî bir kolu”dur. “Bütün iptidaî topluluklar gibi Kürtler de yabancı devletlerin kışkırtmasıyla” hareket ederler. “Bugün Türkiye’de bir Kürtlük ve Kürtçülük akımı varken ve bunlar sıkıyönetim mahkemelerine kadar götürülmüşken bunları mebus ve senatör yapmak, bunları memleketin kilit noktalarına getirmek doğru mudur?”
“Biz bu toprakları oluk gibi kan dökerek; Gürcülerin, Ermenilerin, Rumların kökünü kazıyarak aldık, yine oluk gibi kan dökerek Haçlıların savaşçı şövalyelerine karşı savunduk. Kürtler 1839 yılına kadar askerlik bile yapmadılar. Viyana’dan Yemen’e kadar her yerde Türk ırkının kanı sebil gibi akarken onlar yaşadıkları dağlarda ve köylerde keçilerini güttüler ve fırsat buldukça hırsızlık ve yağmacılık ederek yaşadılar. Onun için Türk milletinin başını belaya sokmadan, kendileri de yok olmadan çekip gitsinler. Nereye mi? Gözleri nereyi görür, gönülleri nereyi çekerse oraya gitsinler. İran’a, Pakistan’a, Hindistan’a, Barzani’ye gitsinler. Birleşmiş Milletlere başvurup Afrika’da yurtluk istesinler. Türk ırkının aşırı sabırlı olduğunu, fakat ayranı kabardığı zaman Kağan Arslan gibi önüne durulmadığını, ırkdaşları Ermenilere sorarak öğrensinler de akılları başlarına gelsin. Ya Türklük içinde erir, Türklüğü kabullenirsiniz yahut yok edilirsiniz.”[20]
Irkçıyız!
Alpaslan Türkeş’le birlikte, kendilerini “Milliyetçi Toplumcu” (açıkça Nasyonal Sosyalist-NAZİ) olarak tanımlamaya başlayan milliyetçi hareket, ırkçılığı görünüşte olsun reddetmiş, “kendisini samimi olarak Türk hisseden ve Türklüğe adayan herkes Türktür” formülünü bulmuştur. Ancak Nihal Atsız katıksız-makyajsız bir ırkçıdır ve bunu hararetle savunmuştur.
“[…] tarih kendi derslerinden faydalanmayanları bağışlamadığı için ve en sonra yüzyılların gerisinden gelip bize şeref veren millî şuur ve gururumuz böyle gerektirdiği için ırkçı olacaktık. Irkçı değil misin? Irkçılığa düşman mısın? Öyleyse sen günün birinde Atenagoras’ı Türkiye Cumhurbaşkanı görmekte sakınca bulmazsın. […] Sen bir Yahudi sarrafın maliye bakanı olmasına ses çıkarmazsın. Kendi kesesini doldurmasına ve İsrail’e transferler yapmasına rağmen bütçeyi kabartacağı için sevinç bile duyarsın. Hatta Kürt devleti kurmak için bunca Türkün kanına giren Şeyh Said’in torunlarından birinin başbakan veya devlet bakanı olmasına da ses çıkarmazsın.”[21]
Burada görüldüğü gibi yönetim kademelerinde yalnızca Türklerin görev almasını savunmuştur. Bazı halkları ise vatandaş olarak bile kabul etmemiştir. Çingenelerin Hindistan’a sürülmelerini ya da olmazsa Hakkâri’de zorunlu ikamet ettirilerek “adam edilmelerini” önermiştir.
“Sen yalnız Türkçülüğe karşı çıkar, Türk ırkçılığını yerer, Turancılığa düşmanlık edersin. Çünkü sen ya Türk ırkına yüzyıllarca kölelik etmiş bir milletin mensubu yahut da beyni işlemeyen, yobazlaşmış, okuduğunu sindirememiş bir budalasın.”[22]
“Aynı günde doğan bir Türk çocuğu ile bir Yahudi çocuğunu aynı terbiye müessesesine alıp ikisine de yalnız esperanto dili öğretseler […] bile muhakkak ki Türk çocuğu yine yiğit, Yahudi yine korkak olacaktır. Türk çocuğu yine doğru, Yahudi yine sahtekâr yetişecektir.”[23]
1944 yılında yargılandığı “Irkçılık-Turancılık” davasında, ırkçılığı milliyetçiliğin kapsamında gördüğünü açıklamıştır: “Türkçüyüm, Türkçülük milliyetçiliktir. Irkçılık ve Turancılık da bunun şümulüne dâhildir.”
Nâzım Hikmet’e karşı yazdığı açık mektuptan:
“Karışmamış kan davası yalnız hayvanlar değil, insanlar için de vardır. Hayvanların en asil ve değerlileri halis kanlı olanlar olduğu gibi insanların en asilleri en saf kanlı olanlarıdır. Nâzım Hikmetof Yoldaş! Sarı suratlı afyonkeş Çinlilerle kara suratlı yamyam Habeşlerin davasını güdüyorsan, haydi oraya…”
“Komünizm, ruh ve seciye bakımından soysuzlaşmış binlerce casusu bulunan bir Moskof emperyalizmidir.”[24]
Aynı zamanda seçkincidir. Ruh Adam, “asalet” üzerine güzellemelerle doludur. Yalnız saray aristokrasisi değil, burjuvazi de “ayaktakımı”na tercih edilir: “Toplum hâkimi daima burjuva denilen aydın ve yürütücü sınıf kalacaktır, işçinin hâkimiyeti, milletleri Hotanto durumuna getirmekten başka sonuç veremez.”[25]
Kür Şad’ın Yaratılışı
Nihal Atsız’ın Türkçü-milliyetçi kültüre en güçlü ve etkisi hâlâ devam eden katkısı, Kür Şad adlı efsanevi bir Türk kahramanı yaratmış olmasıdır. Bu kahramanı, Çin ve Orta Asya kavimleri üzerine yaptığı araştırmalar sırasında edindiği yüzeysel denilebilecek bilgiye dayanarak, hayal hanesinde geliştirdi.
Çin kaynaklarındaki adı Chieh-she-shuai veya Jie-she-shuai olan bir Türk, 639 yılında Çin İmparatorunun sarayına bir baskın düzenleyerek, imparatoru öldürmek ya da kaçırmak istemiş ancak 40 arkadaşıyla yapılan bu baskın başarısızlıkla sonuçlanmış ve hepsi öldürülmüştür.
Çin kaynaklarına Jie-she-shuai olarak kaydedilen bu ismin Kür Şad olarak okunması mümkün değildir. Kimileri Cişe şuay biçiminde okunacağını ileri sürmüştür. Gökçen Kapusuzoğlu’nun, kapsamlı incelemesinde[26] gösterdiği gibi 1934 yılında Atsız’ın kaleme aldığı makalede “Kür Şad” adı ilk kez kullanılmış, daha sonra 1946’da yayımlanan Bozkurtların Ölümü adlı romanla yaygın kabul görmüş ve birçok bebeğe isim olmuştur. Çin sarayını basıp imparatoru kaçırmaya kalkışan Jie-She’nin Kür Şad olarak yeniden yaratılması, Türkçü- ırkçı hareketin “ideal kahraman” ihtiyacına doyurucu bir karşılık vermiştir.
Kapusuzoğlu’nun makalesinden, Çin belge arşivlerinin devasa yığını içinde, samanlıkta iğne ararcasına belge arayanlar kısa notlardan fazlasını bulamamıştır. Bunlara göre özetle, Jie-she-shuai, aslında Saray Muhafız Komutanıdır[27] ve “kendi soyundan” insanlarla imparatoru kaçırma amacıyla saraya saldırmıştır. Yüzlerce muhafıza karşı savaşmış, onlarca Çinli askeri öldürmüş ve sonra sarayın ahırlarından aldıkları atlarla kaçmışlar, takip sonucu Wei Nehri kıyısında yakalanıp öldürülmüşlerdir. Nihal Atsız, imparatorun kaçırılmasının amacını Türklerin kendi bağımsız devletlerini kurma yolunda bir adım olarak yorumlamış, romanını bunun üzerine kurmuştur. Böylece, bu gözü kara eylem, Türk’ün bağımsızlık tutkusunun tarihteki ilk örneği değerini kazanmıştır.
Aynı konuyu işleyen bir piyes yazan Sabahattin Ali ise Nihal Atsız’dan öğrendiği bu efsaneye bir aşk hikâyesi kalıbını uygun görmüştür. Kür Şad’ı “aciz bir âşık” olarak anlatan bu oyunu, S. Ali kendisi de beğenmemiş ve içinde yer aldığı kitaba bir ön not yazmıştır: “Şiir ve hikâyelerim arasında yazmış olmaktan utanacağım kadar kötüleri olduğunu biliyorum.”[28]
Nihal Atsız, bu “vahim yanlışı”, Bozkurtların Ölümü’nü yazarak “düzeltmiştir!” “Tarihin en büyük kahramanını, iradesiz bir âşık hâline sokacağını bilir miydim? Bilsem ona öğretir miydim?”[29]
Kabul etmek gerekir ki bu roman yayımlandığı andan itibaren büyük bir okuyucu kitlesine ulaşmıştır. Ortaokullardan başlayarak her düzeyde öğrencilere tavsiye edilmiş, özetinin çıkarılması ödevleri verilmiş, her yaşta, erkek-kadın Kür Şad’ın kahramanlığını göğsü kabararak okumuştur. Başta Kürşat olmak üzere, yeni doğan çocuklara bu romandan alınmış ve hepsi Atsız tarafından uydurulmuş “öz Türk” isimleri verilmiştir.
Romanın asıl önemi, Türkçü-ırkçı gelenek için bir “töre kitabı” değeri kazanmasına yol açan dersler vermesinden, ahlak kuralları ve kişilik ölçüleri koymasından gelmektedir.
Atsız, romanın son bölümünde, Kür Şad ve arkadaşlarının savaşarak ölmelerini anlattıktan sonra şu hükmü verir: “Bu kahramanlığı yaparken bin üç yüz yıl sonra bir yazıcının, kendi hatıralarını yaşatmak için bu satırları yazacağını düşünmüyorlar, şanlı maceralarını Türk oğullarının nasıl bir ihtirasla okuyacaklarını bilmiyorlardı.”
[1] Dinler, töreler, gelenekler, farklı inançlar, ulusal aidiyet duygusu gibi dünyayı algılama ve yorumlamada toplumu yönlendiren etkenler.
[2] H. Nihal Atsız, 16 Devlet Masalı ve Uydurma Bayraklar, Ötüken Dergisi, 1969.
[3] H. Nihal Atsız, Bozkurtlar: Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor, Ötüken Neşriyat, 2024.
[4] H. Nihal Atsız, Türk Ülküsü, Ötüken Neşriyat, 2011, sf. 17
[5] H. Nihal Atsız, Ruh Adam, Ötüken Neşriyat, 2024.
[6] H. Nihal Atsız, Yakarış-I.
[7] H. Nihal Atsız, Cihan Tarihinin En Büyük Kahramanı Kür Şad, Kopuz Dergisi, 1939, Sayfa: 3
[8] H. Nihal Atsız, En Büyük Türk Kahramanı: Kürşad, Kürşad Dergisi, 1947, Sayı: 1
[9] H. Nihal Atsız, Bozkurtlar: Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor, Ötüken Neşriyat, 2024.
[10] H. Nihal Atsız, Ülküler Taarruzîdir, Orkun, sayı 7, 1950.
[11] H. Nihal Atsız, Bozkurtlar: Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor, Ötüken Neşriyat, 2024.
[12] H. Nihal Atsız, Davetiye.
[13] H. Nihal Atsız, Ruh Adam, Ötüken Neşriyat, 2024.
[14] H. Nihal Atsız, age.
[15] H. Nihal Atsız, age.
[16] H. Nihal Atsız, İçimizdeki Şeytan, 1940.
[17] Davada delil olarak kullanılan Atsız’ın vasiyetinin orijinal metni farklı olmasına rağmen, orijinal vasiyetnamenin buradaki ifadelerin genişletilmiş hali olduğu ve diğer milletlerin düşman olarak sıralanması anlamında ana fikrinin aynı olduğu oğlu Yağmur Atsız tarafından dile getirilmiştir. (Bknz: Yağmur Atsız, Atsız’ın ‘Vâsiyetnâme’si, Star Gazetesi, 9 Temmuz 2012)
[18] H. Nihal Atsız, Ruh Adam, Ötüken Neşriyat, 2024.
[19] H. Nihal Atsız, Bozkurtlar: Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor, Ötüken Neşriyat, 2024.
[20] H. Nihal Atsız, age.
[21] H. Nihal Atsız, Biz Ne İstediğimizi Biliyoruz, Ötüken, sayı 26, 1966
[22] H. Nihal Atsız, age.
[23] H. Nihal Atsız, Türk Irkı=Türk Milleti, Orhun, sayı 9, 1934.
[24] H. Nihal Atsız, Komünist Donkişotu Proleter – Burjuva Gospodin Nazım Hikmetof Yoldaşa, 1935.
[25] H. Nihal Atsız, Ruh Adam, Ötüken Neşriyat, 2024.
[26] Gökçen Kapusuzoğlu (2017), Tarihî Bir Kişilik Olarak Kür Şad ve 639 Yılı, Gazi Türkiyat(21), 121-136.
[27] Çin yöneticileri Türklerin savaşçı özelliklerini bildiklerinden, onlara yüksek askerî rütbeler vererek kendi ordularında değerlendiriyorlardı.
[28] Sabahattin Ali, Değirmen, Yapı Kredi Yayınları.
[29] H. Nihal Atsız, Bozkurtlar: Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor, Ötüken Neşriyat, 2024.
One thought on “Irkçı Türkçülüğün Maskesiz Yüzü: Nihal Atsız”