Kahramanmaraş merkezli ve yaklaşık 10 ili etkileyen depremin ardından günler geçti. Depremin ilk anından bu yana gönüllülerin desteği ile sarılmaya çalışılan yaralar hâlâ taze.
Deprem süresince birçok şeye tanıklık ettik. Enkaz altından tweetler atarak sesini duyurmaya çalışan insanlar, ilk üç gün gelmeyen kurtarma ekipleri, kurulmayan ve hatta satılan çadırlar, aç bırakılan insanlar, hâlâ enkazdan çıkarılmayanlar, istifa etmeyen sorumlular, pişkince dolaşan yetkililer…
Tüm bunların yanında sermayelerini insan canından üstün tutanların, can pazarını kâra dönüştürenlerin karşısında cebindeki son parayı depremzedeler için bağışlayanlar, çocuklarına aldığı bezlerin yarısını verenler…
Deprem anından bu yana bir sürü tartışma yaşansa da hemen hepsinin zemininde yatan müdahalelerin neden bu kadar geç olduğuydu. “Devlet nerede!” ile başlayıp depremin sebebine kadar uzayan tartışmalar her alanda çeşitlendi. Belki devletin yol açtığı büyük insani boşluğu kapatmak istercesine herkesin yardıma koştuğu bir tabloyla karşılaştık. Gencinden yaşlısına, öğretmeninden işçisine kadar herkes imkânları doğrultusunda hareket etti. İşçiler de bu sürecin en güzel örneklerini gösterdi bizlere. Salt maddi değil bu zamana kadar ürettikleri dünyadan da kesitler sundular. Tekstil işçileri kıyafetler, battaniyeler dikti; kaynak işçileri sobalarıyla çadırları ısıtmayı hedefledi. Madenciler enkaz çalışmalarında birçok insanı kurtardı.
Yardımlar için seferber olan işçiler arasında da depremin yıkıcılığının önlenebilirliği, devlet müdahalesinin ne düzeyde olduğu birçok yönüyle tartışıldı. Bu yazıda bu tartışmaların bir yönünü ele almak istiyoruz; depremin kader ile ilişkisi, din ve kader anlayışının ekonomik ve siyasal tartışmalara etkisi.
Bu eğilimler için yazımızda Ankara’nın yaklaşık 10 fabrikasında çalışan işçilerle fabrika içi ve dışında yaptığımız görüşleri derlemeye çalıştık.
Kader İnancının Düzeyi Değişken
Özellikle öne çıkan eğilimlerin fabrikanın teknolojisi, işçilerin ağırlıklı olarak yaşadığı mahalleler, sendikalılık düzeyleri gibi maddi durumlar üzerinden değişkenlik gösterdiğini söyleyebiliriz.
Depremin üzerinden beş gün geçmesine rağmen hâlâ canlı olarak kurtarılan insanların olmasıyla başlayan ve yine depremin ilk gününden itibaren süregelen “Allah’ın işi” “Kaderlerinde varmış” tartışmalarının düzeyi de yine aynı şekilde değişkenlik gösteriyor.
İlk olarak Ankara’da işçilerin yoğunlukla yaşadığı Çubuk ilçesinden başlayalım. Çubuk Ankara’nın geç sanayileşmeye başlayan ilçelerinden biri. Yaklaşık 70 bin işçi çalışıyor. MAN gibi büyük fabrikalar hariç buradaki işçilerin büyük çoğunluğu görece teknolojisi daha az gelişmiş, sendikalaşma oranları düşük olan küçük ölçekli işletmelerde çalışıyorlar. Bu alan açısından duyduğumuz deprem tartışmaları oldukça çeşitli.
Yaklaşık dört senedir 150 işçinin yaşadığı bir metal fabrikasında çalışan, 45 yaşlarındaki bir işçi bize şunları aktarıyor: “Daha yeni haberlerde gördüm. Küçücük, 5 yaşındaki çocuk üç gün sonra çıkartılıyor. Yetkililer soruyor, aç mısın susuz musun, diye. Hayır diyor çocuk. Sonra kan değerlerine bakıyorlar gerçekten de öyle. Şimdi bu Allah’ın lütfu değil de ne? Demek ki onu orada melekler doyurmuş.”
Bir başka işçi ise “Devletin yapacak bir şeyi yok. Yollar yıkılmış, 11 ilde olmuş nasıl yetişsin? Hem bunlar insanların suçu. Fuhuş bu kadar artmasaydı, günah bu kadar artmasaydı bunlar olur muydu? Bak ben sana diyeyim eğer İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasaydı İstanbul’da da olacaktı” şeklinde yorum yapıyor.
Sadece din üzerinden değil çeşitli komplo teorileri üzerinden yorum yapanlar da var. Çalıştığı ilk fabrika olan genç bir işçi şöyle diyor. “Üst üste iki deprem nasıl olsun? Ben haberlerde de dinledim. Celal Şengör de öyle diyor. Böyle bir şey mümkün değil. Bu işte bir oyun var. ABD metal çubuklarla bu fay hatlarını hareket ettiriyor. Ülkeyi bitirmeye çalışıyorlar.”
Bu örnekleri vermekteki amacımız din ve deprem ilişkisine dair çeşitli örnekler sunabilmek. Bu örnekler elbette ki toplam işçi eğilimine dair bir sonuç vermemekle beraber genel tabloya ilişkin çıkarımlara bu bölümün sonunda değinilecektir.
“Ölüm ve Yaşam Bellidir” Anlayışı Yaygın
Sincan’daki fabrikalar açısından durum daha farklı diyebiliriz. Burada bu tarz “teori”leri görece daha az görülürken sohbetler ilk elden hükümetin eleştirisiyle başlıyor. Ancak hâlâ büyük çoğunlukta kaderde doğumun ve ölümün tarihinin değiştirilemeyeceği anlayışı hâkim. Öyle ki depremden hemen sonraki cuma namazında bu zamana kadar görmediğimiz bir kalabalıkla karşılaşıyoruz.
Sincan’da yaklaşık 150 bin işçi yaşıyor. Bunun yanında burada yer alan organize sanayi bölgelerinde Çubuk’a göre Ankara’nın çok farklı yerleşim yerlerinden gelen işçiler bulunuyor.
Başkent Organize Sanayi’de yaklaşık 2.500 kişinin çalıştığı fabrikadaki bir kadın işçi depreme ilişkin şunları söylüyor: “Ben her gece dua ediyorum oradakiler için. Çektikleri ne acı. Hiç mi denetim yokmuş? Hep diyorlar deprem gelecek diye. Bak şimdi İstanbul’a da gelecek orada çok daha fazla kişi ölecek. Hepsi Allah’ından bulsun. Şimdi hepsi kaçar Amerika’ya, kimse de bir şey yapmaz. Allah beterini yaşatsın onlara.”
Yine aynı fabrikadan bir başka kadın işçi ise Çubuk’ta duyduğumuz “yapay deprem” teorisini ABD değil de AKP yaptı şeklinde yorumluyor. “Bak şimdi bir düşün. Bunlar geçen Akdeniz’de doğalgaz arıyoruz diye kaç metrelik çukurlar açmadılar mı? Sonra yok bulduk dediler yaygara kopardılar ortada ne gaz var ne bir şey. Sonra o civarda iki tane deprem oldu. Bak ben sana diyeyim bunlar gidecek ama ortalığı yıkıp öyle gidecekler.”
Deprem bölgelerine imam gönderilmesi üzerine dönen başka bir tartışmada ise 500 kişilik metal fabrikasında çalışan genç bir işçi şunları söylüyor: “Zaten bilime güvenilmediği, inanılmadığı için depremde bu kadar insan öldü. Önlem doğru düzgün alınmadı. Hâlâ diyorlar ki, psikolog gönderilse bir şey yapamaz o yüzden imam gönderilmesi acayip değilmiş. Bu insanlar bunun eğitimini almış oradaki insanlara yardım etmesi iyi olacakken bizimkiler hâlâ imamın gönderilmesini mantıklı buluyorlar. Bu işler dinle değil bilimle çözülür. Tamam, duamızı edelim, namazı kılalım ölenler için, ama işi çözebilmek için bilime ihtiyaç var. Önce onca kefensiz gömülen insanın hakkını nasıl ödeyecekler onu düşünsünler.”
Örnekler ve tartışmalar bunlarla sınırlı değil; ancak bir çerçeve oluşturabilmek adına sınırlandırılmıştır.
Gücünün Yetmediği Durumda Din Baskın Geliyor
Her iki bölge açısından da “Kaderlerinde bugün ölmek varmış” ile “Bırakın gidelim belki biz de bir can kurtarırız” bakış açılarının bir arada olduğuna, hatta aynı kişilerin bu iki farklı bakış açısını benimsediğine de tanıklık ediyoruz. “Günahlarımızın cezası,” “kıyamet alameti” gibi daha dinî bakış açılarına daha az gelişmiş ya da işçileşme süreci daha yavaş ve geç başlamış olan bölgelerde daha sık rastladığımızı söyleyebiliriz. Bunun yanında hükümeti eleştirmeden yalnızca kadere, dine bağlanan bir anlayış öncesine göre daha az. İkisini bir arada daha çok görüyoruz. Hükümetin denetim politikasını, yardım desteğinin yetersizliğini, hiç istifa olmamasını eleştirip belli noktalarda din tartışmasını ortaya koyan kesime daha sık rastlıyoruz.
Karşılaştığımız çoğu örnekte işçilerin “anlamlandıramadığı” noktaları kadere bağladığını görüyoruz. İlk andan itibaren “asrın felaketi” olarak lanse edilen depreme müdahale, elden en fazla ne geleceği, devletin gücü, yıkımın boyutu gibi konuları anlamlandıramayanlar buralarda ilahi bir açıklamaya ihtiyaç duyuyor. Örneğin yıllardır AKP’ye oy veren, ailesinin AKP’nin çeşitli kollarında çalışma yürüttüğünü söyleyen bir işçi bize şunları söylüyor: “Sosyal medyaya çok inanıyor insanlar. Devlet gelmemiş. Kimse yokmuş. Öyle bir şey mümkün olabilir mi? Bak benim kız kardeşim AKP gençlik kollarında onlar harıl harıl yardım topluyorlar. Herkes elinden geleni yapıyor da insan kaderinde yazanı yaşar. Demek ki olmayınca olmuyor” ya da daha toplu tartışma ortamlarında müdahaleleri yetersiz bulanlar veya yeterli bulanlar arasında ayrım olsa da yer yer “e kadere karşı gelinmez” düşüncesinde ortaklaşılıyor. Ya da bu düşünce tartışma ortamının tabusu haline geliyor.
Bir diğer önemli sonuç ise şu: İşçi, “gücünün yetmediği” durumlarda ilahi adalet ile kendini rahatlatma çabası içerisine girebiliyor. Öyle ki gücü yetse enkazdaki arama çalışmalarına katılacağını söyleyen işçi gücü yetip de gidemediği durumlarda enkazdan çıkarılamayanların kaderinde zaten ölümün olduğu açıklamasını yapabiliyor. Ya da denetim, önlem gibi noktalarda daha bilimsel eleştiriler sunarken buraları değiştirmeye gücünün yetmeyeceği inancı sorumluların öbür dünyada cezalandırılacağı kabulüne sebep oluyor.
Kader Sadece Depremi Değil Zammı da Belirliyor
Deprem ile ilişkili olmasa da gücün yetmediği durumlarda ilahi adalet anlayışı diğer çözüm arayışlarında da karşımıza çıkan bir eğilim.
Sorumluların öbür dünyada yargılanması sadece deprem için geçerli değil. Aynı tepki ile fabrikada yaşanan hak gasplarında da karşılaşıyoruz. Yine bir örnekle açıklamak gerekirse terfilerin yeni açıklandığı bir fabrikada hak ettiğini düşündüğü halde terfi alamayan bir işçi “Yaptıkları hakka geçmek. Ama Allah bunun hesabını soracaktır. Şimdi onlar benden çalıyor ya, Allah da onlardan çıkaracak. Ya kendilerinden ya çoluğundan çocuğundan” yorumunda bulunuyor.
Ya da artan zamlarla ilgili yaptığımız sohbette bir işçi bugün yaşadığı yoksulluğun öbür dünyada bolluk ve bereket ile ödüllendirileceği motivasyonuna sarılıyor. Yine aynı şekilde alınmayan terfilerin, düşük zamların bu hayatta birer sınama olduğu, isyan etmenin Allah’ı kızdıracağı da tartışılanlar arasında.
Ancak önemli bir noktayı vurgulamak lazım. “Gücünün yetmediği” durumlar genelde bireysel kalınan noktalarda oluyor. Yanında yöresinde destekçi bulabilen ya da birlikte hareket eden işçilerde hesap sormayı öbür dünyaya bırakmayan örnekler görüyoruz. Bu zamanlarda öbür dünyadaki bolluğu bekleyenler beklemeyi bırakıp hakkı olanı aramak için mücadelede yer alıyorlar.
Sonuç
İlk elden ulaşabildiğimiz, fabrika içerisinden, işçi duraklarından yapabildiğimiz kısıtlı sohbetleri aktarmaya çalıştığımız bu yazıda Ankara’daki işçiler adına net bir eğilim koyamayız. Kaldı ki tek bir fabrikada ya da bir grup işçi ile yaptığımız sohbetlerdeki çeşitlilik de ortaya tek yönlü bir eğilimin çıkmasının zor olacağını gösteriyor.
Ancak bu konuya dair temas edebildiğimiz işçilerden, bu bölgelerde yaşayan işçiler ve ailelerinin yaşamlarından gördüğümüz kadarıyla işçi sınıfını bir sınıf mücadelesi zeminine çekebilmek için din, kader gibi inanışlarla polemik yapmak gerekliliği sürüyor. Öyle ki sadece depremin sebep ve sonuçlarında bu tutum ile karşılaşmıyoruz. İşçiler yaşadıkları hak kayıplarında da ya da taleplerinde de şükretme anlayışı yüzünden daha geriden bir pozisyon tutabiliyor.
Burayla uzlaşan, tartışmalarda din meselesinin üstünü kapatmaya çalışan ya da bu sorunu aşmaya çalışmayan anlayışla işçileri işçi sınıfının ayrılmaz bir parçası haline getiremeyeceğimiz gibi işçilerin çocukluktan bu yana gördüğü dini eğitim ve propagandayı da düşünmeden hareket eden bir çalışma da aksi sonuçlar doğuracaktır. Dinin bugün açısından insanları biat eden, sorgulamaktan ya da daha fazlasını istemekten geri tutan egemen sınıflar içerisindeki bir ayrıcalık olduğunun, dinin tarihsel sürecini ve bu süreçlerde hangi sınıfa nasıl hizmet ettiğinin anlatılması bu sebepten önemlidir.
Bugün açısından da depremin ikinci günü selalar okunuyor… Hükümet depremin “kader” ya da asrın felaketi gibi ilahi güçten gelen, engellenemeyen bir olay olduğunun propagandası yapıyor. İş kazalarına kader, zam isteyene şükret deniliyor. İşte bu yüzden işçiler arasında bu ilişkinin maddi temellerini sunmak adına bilimsel düşünceyi yaymak ve bu kaderci iktidarın karşısında tarihsel materyalist deneyimini bir yaşam pratiği haline getirmenin gerekliliği sürüyor.