İktidarın her alanda olduğu gibi kültür alanında da yürüttüğü savaşın ilanını iki kritik cümle üzerinden görmek mümkündü. Birincisi 2018 yılında Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun tarafından söylendi: “Siyasi hegemonyanız bitti, kültürel hegemonyanız da bitecek.” İkincisi ise AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Şubat 2021’de yaptığı konuşma. Erdoğan şöyle söylemişti:
“Reformlarla hukuktan ekonomiye her alanda yepyeni bir Türkiye inşa ettik. Evet, ülkemizi güvenlikten diplomasiye her alanda itibarlı bir seviyeye çıkardık. Ama tüm bunları yaparken aile, eğitim ve kültür konularında arzu ettiğimiz inkişafı sağlayamadığımızı da kabul etmemiz gerekiyor.”
Bu sözler, sonrasında yaşananlar da göz önüne alındığında, iktidar kanadından gelen “sıkı” itiraflardı. Kültür, iktidar için önemli ve muhakkak kazanılması gereken bir alandı. Bu doğrultuda tiyatroya dair planları vardı ve kendi hegemonyalarını yaratıp dayatmak iktidarın hedeflerinden biriydi.
AKP, seçimi kazanmasıyla birlikte müdahale alanlarını belirlemiş ve bunun için kolları sıvamıştı. Tüm bu süreçte AKP’nin siyasi geleneğinde de yaygın olan “yasaklamalar” gibi eski silahların yanı sıra, “ödeneksizlik ve desteksizlik” gibi her dönemin sopası olan uygulamalar, üzerine pandemi ve ekonomik kriz de eklenerek bir savaş halini aldı. AKP, tiyatroyu zapturapt altına almanın fırsatını buralarda buldu.
AKP HEGEMONYASININ ‘İLK FIRSATI VE SİLAHI’: PANDEMİ
Pandemiyle başlayalım. AKP’nin, asla gerçek ve yeterli tedbirleri almadığı pandemi sürecinde bu “krizi nasıl da fırsata çevirdi”ğine bakalım…
Pandeminin ilanıyla önlem kapsamında birçok kapanma haberi almaya başlamıştık. Bu kapanmaların ilki tiyatro sahnelerinde gerçekleşti. Şehir Tiyatroları’nın oyunları durdurmasıyla, özel sahneler de buna uymak zorunda kaldı. Ama burada büyük bir sorun vardı. Tek bir kararla kapatıverdikleri tiyatroların bir ekibi, çalışanları, onların geçim derdi; aynı zamanda ödemeye devam etmek zorunda oldukları faturaları, kiraları vardı. Haliyle tiyatrocuları zor bir süreç bekliyordu.
Yıllardır süregiden ödenekli/ödeneksiz tiyatro tartışmaları daha gözle görünür hale gelmişti, tiyatroların, kamusal hizmet verdiği halde nasıl da ticarethane muamelesi gördüğüne bir kez daha şahit olduk.[2]
Belirttiğim gibi, vergilerden muaf değillerdi, kira ödemeleri sürüyordu…
Bu süreçte küçülen küçüldü, giden gitti. Bakanlığın verilerine göre pandeminin başlangıcından 2021 yılı sonuna kadar, Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’ne kayıtlı 608 özel tiyatronun 503’ü faaliyetini durdurdu. “Tiyatroların ekonomik krizi” böylece başlamıştı zaten. Ve devamla da tüm yakıcılığıyla yüzünü gösterdi. Kriz derinleştikçe, tiyatro yapmanın koşulları daha da zorlaştı. Kimi ise bu süreci dayanışmayla bir biçimde atlatmaya çalıştı.
Tiyatro hâlâ yaşıyordu. İstediğini tam anlamıyla alamayan AKP bu kez tiyatronun karşısına geleneksel bir “silahı” çıkardı: Yasaklamalar…
İKİNCİ SİLAH: YASAKLAR
Son dönemde birbiri ardına gelen festival, konser, sanatçı yasakları tiyatroya da yansıdı. Tiyatro İmge’nin Ölüm Uykudaydı, Teatra Jîyana Nû ekibinin Bêrû, Amed Şehir Tiyatrosu’nun Tartuffe, oyuncu Sertaç Demir’in oynadığı Karahindiba ve GalataPerform’un Medea’ya Göre Ahlak, Amed Şehir Tiyatrosu’nun Don Kîxot oyunu yasaklanmak istenenlere birer örnek.
Buradaki vahameti ortaya koymak için konuyu biraz dağıtmak pahasına hatırlatmak isterim: Bu süreç, Sezen Aksu’ya dönük linç kampanyasını, Niyazi Koyuncu, Metin Kemal Kahraman, Apolas Lermi, Mem Ararat, İlkay Akkaya, Ara Malikian gibi sanatçılara yönelik konser yasaklarını da barındırıyordu. Eskişehir Anadolu Festivali, Munzur Kültür ve Doğa Festivali, Zeytinli Rock Festivali, Zonguldak Kozlu Müzik Festivali, Kazdağı Ekoloji Festivali, Milyon Festivali yasakları da iktidarın “cabası”ydı.
AKP, pandemiyi kullanarak darbe indirmeye çalıştığı tiyatroyu bu kez yasaklarla kuşatıyordu. Oyunlar valilik, kaymakamlık kararlarıyla iptal edilirken ortada bir “gerekçe” de yoktu elbette. Kimi “sakıncalı” bulundu, kiminde oyunda geçen bir kelime rahatsız etti, kiminin metninden “hoşlanılmadı”, ezcümle AKP tiyatroyu “sakıncalı, rahatsız edici” buldu.
ÜÇÜNCÜ SİLAH: DESTEKSİZLİK
İktidarın taraflı uygulamaları Kültür Bakanlığı’nın tiyatrolara verdiği desteklerde de karşımıza çıktı. Özel tiyatrolar pandeminin başından beri vergi, borç, kira gibi giderlerde düzenleme yapılmasını ve devlet desteğinin hayata geçirilmesini talep ediyordu.
Kültür ve Turizm Bakanlığı, “Dijital Tiyatro” ve “Tiyatrolarımız DT Sahnelerinde” projeleri kapsamında 451 özel tiyatroya 14 milyon 455 bin lira destek sağlayacağını duyurdu. Ama burada da destekler adil bir biçimde dağıtılmadı. Yıllardır bu alana emek veren tiyatroların bazıları bu destekten yararlanamadı. Kadıköy Boa Sahne, BGST ve Moda Sahnesi’nin de aralarında bulunduğu tiyatroların destek başvurusu reddedildi. Bunun nedeni sorgulandığında ise iç toplantılarda yürütülmüş “Türk örf ve adetlerine uygunluk” tartışması faş oldu. Böylece bu ekiplerin gayet ideolojik saiklerle destekten mahrum bırakıldığını öğrenmiş olduk.
DÖRDÜNCÜ SİLAH: EKONOMİK KRİZ
Pandemi bitti, sahneler yeniden açılabilir dendi. Bu haber hem tiyatrocular hem de tiyatro severler tarafından büyük bir sevinçle karşılandı. Sanatçılar sahnesine kavuşacaktı, biz de oyunlara… Fakat sahnelerin açılması tiyatrocularla dalga geçercesine yaz ayına, mesleki tabirle “ölü sezona” denk getirilmişti. Yine de ekipler açık hava sahnelerinde oyunlarını oynamaya, yeni işler hazırlamaya koyuldular.
Tiyatrolar pandemiden ağır yara almış, hiçbir taleplerine karşılık bulamamıştı ve şimdi de hadi her şey eskiye döndü diyerek kaldıkları yerden devam etmeleri pek de kolay değildi. Önlerinde ağır bir tablo vardı. Bu tablo TÜİK verilerine de yansımıştı: 2020/21 sezonunda tiyatro sahneleri %44,4 oranında, tiyatro seyircisi %84,1 oranında, salonlarda oynanan oyunlar ise %78,8 oranında azalmıştı.
Bu veriler tiyatroların nasıl bir cendereden ne denli hasar alarak çıktığını göstermesi açısından önemli. Fakat bu verilere o dönemde enflasyonun günümüzdeki gibi yüksek bir seyirde olmadığını eklemek gerek. 2022’nin baharından itibaren ekonomik kriz ülke genelinde daha da derinleşti. Kriz sahnelere, tiyatro ekiplerine yansıdığı kadar tiyatro seyircisine de yansıdı. Her gün gelen zamlar ihtiyaç dengesinin de değişmesine yol açtı. Pandemide ifadenin tam anlamıyla açlıkla terbiye edilmeye çalışılan tiyatrolar bu krizle yeni bir kavganın içerisine çekilmiş oldu.
Oyun inşa etme ve sergileme giderlerinin bir anda artması, bu artışın bilet fiyatlarına yansıması tiyatroyu gün geçtikçe zora soktu. İktidar, istediği şekilde müdahale edemediği bu alana sırt dönerek onları bir nevi kendi kaderine bıraktı.
Tüm bu yaşananlar yazının başında belirttiğim, itiraflardan icraata geçişin örnekleriydi.
KAYIPLAR, “KAYBEDİLMEYENLER” VE SONUÇLAR
Peki bu durum iktidarın istediğini tam olarak almasını sağladı mı? Diğer sanat alanlarında gördüğümüz tekelleşme eğilimi tiyatrolarda AKP adına gerçekleşti mi? Bunun iki yanıtı var: Evet, AKP’nin bu uygulamalarıyla bazı mevziler kaybedildi. Hayır, AKP istediğini tam olarak alamadı.
Yıllardır Devlet Tiyatroları ve Şehir Tiyatroları’nın özel tiyatrolara oranla gücü elinde tuttuğu bir gerçek. Özellikle pandemiyle beraber bu gücü daha da görünür kıldı. Hiç oyun oynanmamasına rağmen sahnelerini, personel istihdamını koruyan Devlet ve Şehir Tiyatroları görece ucuz biletlerle sanat üretmeye devam ederek seyircilerini de belli ölçüde korudu.
Çeşitliliğin daha fazla olduğu özel tiyatrolar bilet fiyatlarındaki dengesizlik yüzünden tercih edilmemeye başlandı, seyirci bulma sıkıntısı çekti, çekiyor. Çünkü krizin getirdiği yükle vergi, prodüksiyon, kira, su, elektrik gibi masraflar mecburen bilete yansıdı.
Diğer taraftan sermaye gruplarına ait bazı kuruluşlar sanat ortamını belirler hale geldi. Büyük prodüksiyonlu işlere imza atma cesareti göstererek ve hayata geçirdikleri festivallerle seyirciye daha süslü bir paket sunuldu. Burada popülizmin pompalandığını söylemek de yanlış olmaz. İKSV gibi, Zorlu gibi örnekler krizi fırsata dönüştürürken, kamusal alanda sanatın tek yönlü belirleyicileri olarak yerlerini sağlamlaştırdı. Bu yapılar krizin üstünü örterek bir nevi popülist diyebileceğimiz eğilimlerle tiyatro sanatının zirvesini yaşadığını ve önceki sezonlara oranla tiyatro oyunlarının, ilginin arttığı ve hatta tiyatronun altın dönemini yaşadığı algısını oluşturdu. Sayılar üzerinden düşünüldüğünde bu algı doğru olabilir ama madalyonun bir diğer yüzü de var. Sermayenin desteklediği, kurguladığı işler piyasacı bir anlayışla ele alınıyor ve devlete çok da gerek kalmadan sanat yapmak, tiyatro yapmak isteyenleri ilk elden törpülemiş oluyor.
Oysa düşündüğümüzde bu kadar çok tiyatronun adını andığımız şu günlerde kaç oyun bir sonraki sezona kalabilecek ve bu gidişat ne kadar sürdürülebilir olacak tartışılır. Buraya dair ne bir çözüm önerisi ne de bir çaba var. Aksine ünlü isimlerle, büyük prodüksiyonlarla yapılan tiyatroların altında kalan diğer her iş kötüymüş algısı yaratılıyor ve özel tiyatroların bu gibi yerlerle baş etmesi imkânsızlaşıyor. Oyunların ünlü isimler üzerinden tasarlanması ve daha şaşalı sahnelerde yer alması tiyatronun da niteliğini değiştirerek bir nevi bu “tuzu kuru” kurumların kendi statülerini korumaya çalıştıkları işler olarak karşımıza çıkıyor.
İŞLER BÜYÜYÜP “İSİMLER” DEVLEŞİRKEN TİYATRO EMEKÇİLERİ NELER YAPIYOR?
Yaşadığımız bu süreçte kapatılan sahneler, oyunları duran ekipler gördük. Biraz daha genelden özele bir çerçeve çizmek için bu işin emekçilerinin de durumunu anlatmakta yarar var. Bundan özellikle bahsetmek istiyorum. Ana akım yayınlarda tiyatro kendisine çok az yer buluyor. Bulanlar genellikle “ünlü” oyuncuların yer aldığı oyunlar oluyor. Bunun dışında uğraş veren topluluklar zaten görünmezliğe mahkûm olmuşken bir de sahnenin arkasındakiler var: Görülmeyen tiyatronun en görünmeyenleri. Oyuncuların yanı sıra kostümcüsünden dekorcusuna, ışıkçısından teknisyenine kadar tüm emekçiler için de durum iç açıcı değildi. Geçmişten gelen güvencesiz çalışma koşulları pandemi ve ekonomik krizle daha sorunlu bir hal aldı. Kemer sıkma veya bütçe daraltma reflekslerinde ilk onların yevmiyesi kesildi. Kimi sigortasız çalışmaya zorlandı kimi başka bir mesleki alternatifi olmadığı halde günü kurtarabilecek işlere yöneldi. Seslerini yükseltebilecekleri bir meslek örgütünün eksikliği de tabii bu sonuca götürdü onları. Bu alana dair son bir parantez de sahneye çıkmaya hazırlanan yeni mezun oyuncular için. Konservatuarlar birçok yeni mezun veriyor ve mezunlar da böyle bir atmosfere girmeye çalışıyor. Yine de ekiplerini kuruyorlar, oyunlar çıkarmaya çalışıyorlar ancak devamlılığı maalesef mümkün olmuyor. Bu da nereden bakarsak bakalım güvencesiz çalışmanın getirisi. Yaptıkları hamlelerin bir sonraya kalacağı garantisi yok, büyük sahnelerde kendilerine yer bulup seyirciyle buluşma olanağının olmaması gibi…
BİZİM SİLAHIMIZ NE?
Peki gelinen noktada ne yapılmalı, bu dengesizlik nasıl ortadan kaldırılmalı? Birincisi devletin yapması gerekenler var, atması gereken adımlar… Elbette yapmaması gerekenler, atmaması gereken adımlar olduğu gibi… Bunları ifşa etmek, bu konuyu gündemden düşürmemek gerektiği apaçık ortada.
Bundan çok daha önemlisi ise, tüm camianın üreticisiyle, emekçisiyle, izleyicisiyle, akademisyeniyle bir araya gelmesi, bir araya gelme çabasını sürdürmesi. “Siyaset yapmayalım, sanatımıza bakalım”ın devlet eliyle “ehlileştirme” girişiminin bir sonucundan ibaret olduğu, “siyaset yapmadan” sanata da bakılamadığı bir gerçeklik.
“Kamusal Tiyatro”ya dair son üç yıldır yürütülmeye çalışılan bir tartışma var. Her ne kadar şimdi her şey seçime endekslenmiş ve tüm tartışmalar rafa kaldırılmış gibi gözükse de kamusal tiyatro tartışmaları hâlâ masada duruyor. Bu tartışmayı canlı tutmak, başka türlü bir tiyatro atmosferinin mümkün olduğunu giderek daha kalabalık ve daha yüksek sesle ifade etmek gerekiyor. Kamusal Tiyatro’yu devletin gündemine sokmak hepimizin görevi. Devlet tüm aklıyla bu modeli dinlemek ve kavramak zorunda. Tiyatro gruplarına verilen fonların hakkaniyetli dağıtılmasını gündemine almak zorunda. Tiyatroların birer ticaret yuvası olmadığını, kâr güdülemeyeceğini görmek zorunda. Bilet fiyatlarındaki KDV oranlarını sıfırlamak, vergi yükünü ortadan kaldırmak zorunda.
Herhalde tüm bu tablo biraz olsun gösteriyordur: Zaman artık sadece talep etme ve bekleme zamanı değil. Koşullar bir hareketi de başlatmak durumunda. Açlıkla terbiye olmak mı, direnmek ve kazanmak mı? Aslında tüm mesele bu. Gün geçtikçe güvencesiz bir yaşamın derinliğine çekilirken sanat üretiyor olmanın getirdiği tatminle devam etmek ve sorumluların üzerinden atlamak hiçbir şeye çare olmuyor.
Çünkü dünyadaki örnekler bize çarenin başka bir yerde olduğunu gösteriyor: Tiyatroların kamu bütçesinden yararlandığı… ticarethaneleşme riski taşımadan ayakta kalabildiği… iktidarın sınıfsal ayrıcalıklarıyla öne çıkmış bir seyirci yaratma derdinde olmadığı… ve sermayenin bu gibi girişimlerini engellediği… devletin de içeriğe müdahil olmadığı… tiyatroyu olması gerektiği gibi tiyatrocuların yaptığı bir sanat atmosferi yaratmak imkânsız değil.
İktidarın sanat alanındaki “itirafı” ve “icraatı” böyle, bunun “iflası” da bu şekilde mümkün olacak.
[1] Bu yazı sürecinde görüşlerini esirgemeyen Moda Sahnesi emekçilerine, Kemal Aydoğan’a, oyuncu Cenk Dostverdi’ye ve ışık tasarımcısı Uğur Aksu’ya katkılarından ve hatırlatmalarından dolayı teşekkür ederim.
[2] Kübra Yeter, Pandemide Tiyatro: Nasıl Çıkar Bu Karanlıklar Aydınlığa, Yeni e, Şubat 2021.
https://yenie.net/pandemide-tiyatro-nasil-cikar-bu-karanliklar-aydinliga1/
One thought on “İtiraftan İcraata: AKP’nin Kültür Savaşında Tiyatronun Ahvali[1] ”