Uzun yıllar kadınların yılmadan verdiği mücadele sonucu cinsiyet eşitliği ve kadının güçlendirilmesi konuları günümüzde popüler hale geldi, fakat tarihte, bu mücadeleyi başlatmış ve sürdürmüş kadınlar hakkında bilgimiz hâlâ çok sınırlı.
Geçtiğimiz Kasım ayında Mary Wollstoncraft anısına, yaşadığı Londra’nın Newington Green bölgesinde bir heykel dikildi. Bölgedeki kadınların uzun yıllar süren kampanyaları ve topladıkları bağışlarla, heykeltıraş Maggi Hambling tarafından yapılan bu heykelin çıplak bir Mary Wollstoncraft’ı yansıtması hem olumlu hem olumsuz farklı eleştirilere yol açtı. Ancak bu önemli kişiliğin anısının yüceltilmesinde geç bile kalındığı konusunda herkes hemfikir. Bizim göçmenler olarak yaşadığımız mahallelerin böyle zenginliklerini hatırlamanın, günümüzde devam eden kadın mücadelesi ile tarihteki bu harika kadınların mücadelesi arasında bağ kurmanın, güncel mücadeleyi güçlendirici bir etkisi olduğunu düşünüyorum.
Mary, 1759’da Londra’da oldukça varlıklı bir ailede doğdu. Babası, yanlış yatırımlar yaparak parasını batıran ve Mary’nin annesine karşı şiddet uygulayan birisi olarak biliniyordu. Mary, ailesinin ekonomik koşullarının kötüye gitmesinden, erkek kardeşi okula gönderilirken kendisinin ve kız kardeşinin bu haktan mahrum bırakılmasından derinlemesine etkilendiği bir gençlik yaşadı. Kendisine tek kurtuluş yolu olarak evliliğin dayatılması da kabul edebileceği bir şey değildi.
25 yaşına geldiğinde hem başının çaresine bakmayı öğrenmiş hem de kadınların toplumsal alanda varlıklarını göstermesi için gerekli gördüğü değişimleri hayata geçirmek için adımlar atmıştı bile. 1784’de kız kardeşi Eliza ve yakın arkadaşı Fanny ile birlikte Newington Green’de kızlar için bir okul açtı. Ne var ki, okul finansal olarak zor duruma girdi ve arkadaşı Fanny’nin ölümü ardından kapanmak zorunda kaldı.
Maggi Hambling tarafından yapılan Mary Wollstoncraft heykeli.
Mary, bu sürede yeni radikal arkadaşlar ve çevre edindi, bunların arasında “Rational Dissenters” olarak bilinen ve Hıristiyanlığın dogmalarını reddeden bir grubun papazı ve liderlerinden Richard Price da dâhildi. Price, bireylerin ahlaki kararlarını bilinçli ve mantıklı düşünerek verebileceklerini söylüyordu ve Hıristiyan inancına göre Hazreti Âdem’in işlediği ve bütün insanlığın sırtına yüklenen “ilk günah ve ebedi ceza” inancını reddediyordu. Bu düşünceleri yüzünden sık sık eleştiriye ve baskıya maruz kalıyorlardı. Geleneksel Anglikan inançlarıyla büyütülen ve o sıralar Tanrıya inanan Mary, bu radikal düşüncelerden etkilendi.
Bu yeni dostlarının arasında yayıncı Joseph Johnson da vardı. Johnson, Mary’nin kızların eğitimi hakkındaki fikirlerini destekliyordu; bu konuda bir kitap yazması için onu teşvik etti. 1786’da yayımlanan “Kızların Eğitimi Hakkında Düşünceler” adlı kitapta, Mary, geleneksel eğitim yöntemlerinin terk edilmesi ve yeni bir anlayışla kızların eğitilmesi gerektiğini savundu.
Mary aynı zamanda dünyadaki gelişmelerle ve özellikle Fransız Devrimi’yle ilgileniyordu. Mary ve çevresi, özellikle Price, Fransız Devrimini destekliyor ve İngiliz halkının da Fransızlar gibi kralı tahttan alma hakkı olduğuna inanıyordu. O zamanlar monarşiyi savunan ünlü bir siyasetçi olan Edmund Burke, Price’in kilisede Fransız Devrimi üzerine verdiği vaazlardan oldukça rahatsız olmuştu ve Fransız Devrimi’ni kınayan, monarşinin haklarını savunan bir yazı yazmıştı. Mary, Burke’ın Fransız Devrimine yaptığı bu saldırıya karşı “İnsan Haklarını Savunma” adlı bir kitapçık yayınladı. Burada sadece Fransız devrimini savunmakla kalmayıp, aynı zamanda köle tüccarlığı ve yoksulların gördüğü muameleler gibi birçok başka toplumsal soruna da değindi.
Kısa bir süre sonra Mary, statükoyu daha da zorlamak istedi ve en çok tanınan çalışması olan “Kadın Haklarının Savunması” adlı kitabını yayınladı. Bu kitapla ataerkil sistemi eleştirdi ve kadınlara eşitlik ve nitelikli eğitim hakkının toplumsal gelişimdeki önemini anlatırken aynı zamanda kadınları kendi hayatlarını kontrol etmeye çağırdı. Açılış bölümünde şöyle diyor Mary: “Hem beyin hem de fiziksel güce sahip olmak için uğraşmaları konusunda kadınları ikna etmek istiyorum”. Günümüzde, kadınları zayıf cins olarak ev işi ve çocuk yapma işlevleriyle sınırlayan, cinsel obje olarak gören bir dünyada yaşarken, mücadele ile bazı haklar kazanılmış olsa da, Mary’nin karşı çıktığı sistemin hâlâ birçok yönüyle yaşadığını, kadınlara dayatılan edilgen kimliği kabul etmemek için mücadelenin sürdürülmesi gerektiğini görüyoruz.
Mary Wollstoncraft’ın kızı Mary Shelly, Frankenstein’nın yazarı
Mary, Haziran 1793’de Fransa’ya giderek oradaki gelişmeler hakkında İngiltere’deki bir dergi için yazılar yazmaya başladı. Fransa’dayken duygusal bir ilişki yaşadığı Gilbert Imlay ile beraber İngiltere’ye döndü ve kızı Fanny’yi dünyaya getirdi. Evli olmayan çift kısa bir süre sonra ayrıldı fakat Mary duygusal olarak bu ilişkiden yıpranmıştı ve intihara teşebbüs etti. Bu konu dedikodu piyasasının çok ilgisini çekti ama Mary, kendini toparlayıp işlerine devam etti. Mart 1797’de gazeteci ve yazar William Godwin ile tanıştı ve yıllar sonra Frankenstein’nın ünlü yazarı olacak Mary Shelly bu beraberlikten doğdu. Evliliğe karşı olmalarına rağmen, kızları toplum içinde kabul görsün diye evlendiler. Mary ne yazık ki doğumdan kısa bir süre sonra hayatını kaybetti. William, Mary’nin bıraktığı entelektüel mirası kızıyla ve insanlarla paylaşmaya devam etti.
Artık günümüzde, özellikle de bizim gibi göçmen toplumlarda, bağımsızlığın ve eğitimin kadınlar için ne kadar önemli olduğunu biliyoruz. Mary’nin kız ve erkek çocukların birlikte ve eşit eğitim görmeleri konusunda söylediklerine tabii kulak vermeliyiz; ama aynı zamanda Mary’den öğreneceğimiz önemli bir ders daha var. Mary, sadece hem cinslerinin sorunlarıyla değil, genel olarak sosyal, politik ve ekonomik olaylarla da ilgileniyordu ve kadınların sadece ilgilenmekle kalmayıp doğrudan bu konulara dâhil olması gerektiğini kendi yaşamıyla da gösterdi.
Mary’nin zor ve birçok yönüyle trajik olan hayatı ve mücadelesi, onun “ilk feminist”, “feminizmin annesi” olarak anılmasına yol açtı. Oysa Mary, aslında bundan çok daha fazlasıydı. Sistemin acımasızlığını tüm açıklığı ile görüyor ve ifşa ediyor, halkın seçme hakkını savunuyor, monarşinin yetkisini Tanrıdan aldığı saçmalığını reddediyor, kadınların hayatın zorluklarına hazırlanması gerektiğini söylüyor ve inandıkları dava için mücadele etmeye çağırıyordu.
Ve milyonlarca kadın olarak, İngiltere’de, Türkiye’de ve tüm dünyada 224 yıl sonra da bu çağrıya sahip çıkıyor, örgütleniyor, hâlâ bağımsızlık ve özgürlük için, her gün evde, işte, hayatın her alanında savaşmayı sürdürüyoruz.