Geçtiğimiz yılın son aylarında hepimiz yeni bir yılı güzel dileklerle karşılamayı ümit ediyorduk. Elbette öyle olmadı. Asgari ücret görüşmeleriyle başlayan, dövizlerin artmasıyla devam eden ve akabinde faturalara yansıyan fahiş zamlarla gelen yeni yıl, giden yılı aratır bir noktaya vardı. Ve evet, bizi sömürerek birileri zengin olmaya devam etti. Evlerimiz için Aralık ayında ödediğimiz faturalar Ocak ayı itibarıyla neredeyse %200 oranında bir artış göstererek hepimizi ödeyemeyecek noktaya getirdi ki nitekim çoğu insan bu faturaları ödeyemedi. Bu evlere yansıyan kısmı, bir de bu işin kültür sanat alanındaki boyutu var elbette. Sinema salonları, konser mekânları, tiyatrolar vs. Hemen hemen her alan bu zamlarla sarsıldı. Buna bir ses çıkarmak gerekiyordu ki kültür alanında o ses Moda Sahnesi’nden geldi.
Aralık ayında 7 bin lira olarak ödedikleri elektrik faturası, Ocak ayı itibarıyla 20 bin olarak gelmişti Moda Sahnesi’ne. Pandemi süresince gördükleri üvey evlat muamelesinin ardından bu tutarı ödemeleri mümkün değildi. Moda Sahnesi bir hamle yaptı ve #ödemiyoruz dedi. Çıkardıkları ses bulundukları konum itibarıyla oldukça önemliydi ve bu eylemi yaklaşık dört ay boyunca sürdürdüler. Mart ayında iki defa elektrikleri kesildi Moda Sahnesi’nin. Oyunlar önce fenerlerle oynandı. Ardından “hakkımız olanı alıyoruz” diyerek anayasanın 24. Maddesine atıfla sayaçtaki mührü söktüler. En son sayaçları sökülerek uzaktan kumandalı bir düzenek takıldı ve oyunlar jeneratörle oynanmaya başlandı. Moda Sahnesi’ne bu süreçte seyircileri sahip çıktı. Seyircilerinin yanı sıra çeşitli siyasi partiler ve gruplar da dayanışmalarını ilettiler. Özellikle işlerinden olmuş Enerjisen işçilerinin gösterdiği dayanışma sanat ve emek hareketinin bir araya gelmesi açısından tarihe düşülmüş önemli bir not. Fakat çözüm sunması gerekenler bu süreçte kafasını kuma gömmeyi tercih etti. Bakanlıktan yerel yönetimlere ve sendikalara kadar… İşin daha da can sıkan boyutu ise tiyatro çevresinde de büyük bir sessizlikle karşılandı bu duruş. Moda Sahnesi yaklaşık dört ay süren direnişini 21 Nisan tarihinde sonlandırdı. Biz de Moda Sahnesi kurucu ortaklarından yönetmen Kemal Aydoğan’la bir araya geldik ve yaşadıkları bu süreci konuştuk.
Bu arada bir not da düşeyim: Bu satırları yazarken Kemal Kılıçdaroğlu’nun da evinin elektriklerinin kesildiğini öğrenmiş olduk. Moda Sahnesi’nin bu hareketi sessiz kalmanın pompalandığı, eylemliliğin öcü gibi gösterildiği bir süreçte oldukça kıymetliydi. Karanlığın karşısında ışığın çoğalmasını istemek ve başka türlü bir yaşama göz koymak hepimize iyi geldi ve gelecek.
‘VERDİKLERİ DESTEK BİR ÇAY BARDAĞI KADAR DEĞİL’
Pandeminin yaraları iyileştirilmeden üstüne yenileri açılıyor. Fahiş zamlar bunlardan biri. Nedir Moda Sahnesi’ni #ödemiyoruz’a iten sebepler?
Bakınca pandemide 17 ay kapalı kalmışız, cumhurbaşkanı genelgesi uyarınca 7 ay açık kalmışız, bu 7 ayın 4 ayı da yarım kapasiteyle geçmiş. Sonrasında zaten pandemi bitmiş gibi davranıldı ama pandemi bitmedi. Seyirci de salonlara gitmedi zaten. Fakat seyirciler salonları doldurmuş gibi bir intiba yaratıldı. Bu, bir tür söylemsel doluluktu. Tiyatro en dezavantajlısı oldu bu süreçte. Bir kere oyun izleme alışkanlığı çok düşük, kitap okuma alışkanlığı gibi. Pandemi öncesinde bile Türkiye’nin tamamında toplam 7 milyon bilet satılıyordu. Hal böyle olunca pandemi zaten çok büyük darbe oldu tiyatrolara. Böyle bir darbeden gelmiştik. Kira muafiyeti olmadı, çok az KDV muafiyeti oldu ama gelir vergisi muafiyeti olmadı. Herhangi bir destek olmadı. Ekonomik tablo tiyatroların ayakta kalmasını çok zorlaştırmıştı. Türkiye Cumhuriyeti devleti de bunu kolaylaştırmak için bir şey yapmamıştı. Geçici çözümler oldu. Pandemi döneminde Kültür Bakanlığı 20 milyon destek verdi tiyatrolara. Oysa Rize’de yapılan çay bardağının maliyeti 47 milyon lira. Verdikleri destek bu kadar, bir çay bardağı kadar değil yani. Ödenekli tiyatrolara ayrılan bütçeden dolayı da sanki tiyatrolar desteklenmiş gibi görülüyor olabilir. Çünkü 300 milyon liraya yakın devlet tiyatrolarının bütçesi var. Benzer bütçe şehir tiyatrolarında da vardır muhtemelen. 400-500 özel tiyatroya 20 milyon, 70-80 sahnesi olan ödenekli tiyatrolara da 300-500 milyon lira gibi bir kamu bütçesinden destek var. Nereye baksan bir tür adaletsizlik bu. Ele geçiremediği, sözünü geçiremediği tiyatroları bir tür yola getirme, edeplendirme tavrı, tarzı. Devletin bu konuda çok naif olduğunu düşünmüyorum. Bunu boyun eğdirmek için yaptığını düşünüyorum “artık”. Tüm bu şeyden sonra. Biz o 20 milyonluk desteğe destek diyemeyiz. Bazı tiyatrolar diyor ama onlar hayatta gişe açmamış tiyatrolar, onların varlıkları pandemi öncesinde bile kanıtlanamaz. O tiyatrolara sen yaşıyor muydun, gişe açtın mı, oyun yaptın mı diye soramıyoruz. Aslında yokluklarıyla varlar ama kamu bütçesinden pay almaya gelince hepsi sıraya girdi. Devlet onların tiyatro olup olmadıklarını sormadı bile. Bir tür bahşiş geleneğinden geliniyor çünkü. Devlette devamlılık esastır. 1919’dan beri değişen bir şey yok gibi. Bizi ödemiyoruz’a iten sebepler bunların bir toplamı.
‘BİZİM MÜŞTERİMİZ DEĞİL SEYİRCİMİZ VAR’
Bu noktada, karşı propaganda bir soruyu yöneltmek istiyorum: Diğer tiyatrolar bu faturaları ödüyor, Moda Sahnesi’nin ayrıcalığı nedir?
Moda Sahnesi’nin ayrıcalığı muhalif değil politik olması. Kendine ait bir yaşantıyı tasarlıyor olması, nasıl ve hangi zeminde bir tiyatro yapacağı hakkında da bir fikri olması. Aslında bu bir ayrıcalık değil, aksine bir ayrıcalığı kaybetme alanındayız. Moda Sahnesi gibi bir alana sahip olan hiçbir tiyatro bu işlere girmez, girmediler zaten. Genel seyirci karşısında terörist, anarşist olmak istemediler. Herkesi kucaklamayı tercih ettiler fakat elektrik faturası da hepimizi kucakladı. Tiyatroların anlamadıkları şey aslında imtiyazlı pozisyonda kaldıkları. Elektrik faturası nedeniyle mağdur edilmiş tüm Türkiye halklarıyla derttaş olmayıp bu zamlara karşı çıkmayarak imtiyazlıklarını devam ettirdiklerini düşünüyorum. Bir yerde müşteri kaybetmek istemediler. Fakat bizim müşterimiz değil seyircimiz var. Tavrımızı da anlatamayacağımız bir tane bile seyircimiz yok.
Elektriğiniz bir ayda iki defa kesildi. Bu süreçte neler yaşandı peki? Sabancı Holding sizinle iletişim kurmak istedi mi?
En başta bizi aramışlardı ama o da şöyle: Gişeniz açık, bilet satıyorsunuz, o zaman ödeyebilirsiniz, demişlerdi. İlk temasları böyleydi. Sağ olsunlar(!) nasıl ödeyebileceğimizin yolunu gösterdiler. Buranın bir kültür sanat kurumu olduğu, bu kurumların pandemi döneminde çok zor bir hayat geçirdikleri ve desteğe ihtiyaç duyduklarını deklere etmediler. Kendi sanat kurumlarında hayatlarına devam ediyorlar ama. Bu çifte standart. Devlet de yerel yönetimler de sermaye de kendi sanat birimlerini oluşturmuş durumda. Bütçelerini kendilerine ayırdılar. Buradaki problem aslında sanata istedikleri gibi hükmedecekleri birimler yaratmaları. Sanatı kendilerine bağlamak gibi dertleri olduğunu görüyoruz. Oysa özerk sanat birimlerini kamusal mantıkla desteklemeleri gerekir. Kamusallığını yitirmiş bu zihniyet bu anlamda kamusal, bağımsız ve özerk sanatın yanında olmayı seçmiyor. Çünkü onu kendine ayak bağı ve düşman olarak görüyor. Sermayenin, devletin ve yerel yönetimlerin her an eleştirilmesi gerekir çünkü en çok hatayı yapacak onlardır. Onları eleştirmek sanatın, sanatçı ve aydınların, ezilenlerin sözleriyle olur. Sanat o cümleleri ilgilisine iletmekte bence oldukça mahir. Bu sesi kesmeye çalışıyorlar. Özetle Sabancı’dan bir temas olmadı. Bir öneri de geliştirmediler. Kültür Bakanlığı, yerel yönetimler de bir öneri geliştirmedi.
‘TÜRKİYE’DE SEFERBERLİK İLAN EDİLECEK BİR BİRLİKTELİK YOK’
Fakat hareketsizliklerine rağmen bakanlık ve yerel yönetimler tiyatroları destekleyeceğine dair açıklamalarda bulunmaya devam ediyor. Bakanlığın elektrik desteği konuşuluyordu, KDV’lerde indirim yapıldı vs.
Bir hareket yok. Kemal Kılıçdaroğlu vs geldi ama bu tekil bir hareket kaldı. Biz olması gereken eylemi gösterdik fakat “genel” buna katılamadı. Bu bizim sorunumuz değil. Bu hareket olması gerekendi. Üç katına çıkmış zammı ödemeyeceğiz dedik, bunu kimse de normalde kabul etmemeli. Devletin ekonomik olarak batışı beni ilgilendirmez çünkü devlete ve devletin yaşantısına vergimi vererek ve çalışarak katılıyorum zaten. Moda Sahnesi dokuz yıldır var ve o süreden beri devlet %30-40’larda vergisini alıyor zaten bizden. Dolayısıyla devletin batışının sorumlusu ben değilim. Onun sorumlusu ihale verdikleri, yurtdışına paralarını kaçıran sermaye, Türkiye’nin tüm zenginliklerini emip sömürüp kaçıranlar ya da kapıları dünya oligarklarına açanlar. Bundan sonrası onların problemi. Eğer bunun sorumluluğunu ben üstleneceksem vatandaş olarak başka bir ortaklığı konuşmam lazım. Türkiye’de seferberlik ilan edilecek bir birliktelik de ortada yok. Zaten 12’de içkiyi, müziği yasaklamış bir hükümetten bahsediyoruz. Kadınların, LGBTİQ+’ların, işçilerin, emekçilerin, Kürtlerin hepimiz için dünyayı yaşanmaz hale getiren bir yönetim anlayışından bahsediyoruz. Dolayısıyla biz ortak olamayız. Tiyatroda sadece elektrik değil birçok kalemde giderler var. KDV indirmekle olmuyor. Eylül ayından beri ve sonrasında ülkede %180 enflasyondan bahsediliyor. Türkiye’de yaşayan herkes için hayat çok zorlaştı zaten. Kültür sanat da dış kapının mandalı. Oraya gelene kadar zaten temel ihtiyaçlarımız var. Kültür sanat nasıl desteklenir: olmazsa olmaz, diye görülürse desteklenir. İnsanların sanatla buluşmasında ekonomi insanların önünde bir engel olmamalı.
Tiyatroyu oluşturan ayaklardan biri de ışık. Karanlıkta oynamak da seyretmek de zor bi’ deneyim olsa gerek. Seyircileriniz bu ekonomik koşullara rağmen sizi desteklemeye devam etti, ediyor. Siz de tavrınızı açıklayamayacağınız bir seyirciniz dahi olmadığından söz ettiniz. Peki hiç zıt bir tavırla karşılaştığınız oldu mu bu süre içerisinde?
Moda Sahnesi’nde oyun izlemiş tüm seyircilerin, bizim bu tavrımızı anlayacağını hilafsız, çok net biliyorum. Sezonda 40 bin kişi geliyor desek, bu 40 bin kişinin hepsinin tek tek bizi çok iyi anladığını, kendi durumlarıyla beraber bir tiyatroyla empati kurduğunu, kendi dertlerini de dillendirdiğimizi düşündüklerini sanıyorum. Olumsuz hiçbir tepki gelmedi seyircimizden. Tiyatro “öncülük” etmek zorundadır. Çünkü problemi daha erken kavrama ve kendince dillendirme gibi birtakım hasretleri var. Çünkü oyunları bunun için oynuyoruz, oyunları bunun için deşifre ediyoruz, seyirciyi iktidarın, egemenin, ezenin hallerine ve hamlelerine karşı uyarıyoruz, kendimiz de uyanmaya çalışıyoruz. Zaten oyunları bu merkezde yapmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla hiç negatif bir şey gelmedi. Twitter’da birtakım troller var. Kime hizmet ediyorlarsa onun gerçeklerini söylemeye çalışıyorlar, o yüzden ciddiye alınacak bir halleri yok ama bir tür egemen bakışın da yansıması onlar. Parayı kazanamıyorsanız bu işi yapmayın, diyorlar. Bu neoliberal vahşiliğe dair bir ifade. Toplum en güçsüzünü ayakta tutabilince toplumdur, güce tapınınca değil. En güçsüzün niye güçsüz kaldığının sorgulanmasıyla bir toplum oluyoruz. Yoksa para kazanmak vs kolay işler. Bu alanda çalışmaya niyet eden herkes o paraları kazanabilir fakat para kazanma hali bir yetenek değil. Tiyatro ise önemli bir yetenek. Sözünü söylemek, ciğerinin olması demek. Toplumda derdine çare bulamayan kimse olmasın. Herkes parasız, adil bir şekilde ülke olanaklarından faydalanabilsin. Böyle dünya görüşünüz yoksa zaten kapat dükkânı git denilebilir. Bu zaten neoliberal devletin bakışı aslında.
‘ELEKTRİKSİZLİK DUYGUSAL ATMOSFERİ YÜKSELTTİ AMA NİTELİĞİ AZALTTI’
Babamı Kim Öldürdü oyununuzda geçen bir soruyu şimdi ben size sorayım: Her şey unutulmaya mahkûm mudur? Birçok siyasetçi geldi gitti dayanışma için, geride koca bir “ama” kaldı.
Her şey aynı gitti. Hiçbir şey değişmedi. Burası elektriksiz oynamaya devam etti. Jeneratörle oynamaya devam etti vs. Zorlanarak devam etti. Çünkü jeneratörü sadece belli zamanlarda açabildik. Bir tiyatronun gündelik hayatında, yapılan sanatı seyirciye gösterirken elektriğin bu kadar merkezde olduğu bir yerde elektriksiz devam etmek çok zor, çok zordu. Oyunların niteliği de bozuldu. Duygusal olarak bir atmosferi yükseltti ama niteliği çok azalttı. Oyunu planladığımız, provada hazırladığımız gibi seyircinin karşısına çıkaramıyoruz. Bu bir dezavantajdı. Her daim Moda Sahnesi’nin elektriğinin peşine düşülmez, tamam bu doğru. Dört ay oldu ilk ödemiyoruz dediğimizden bu yana ama bunu devam ettirmek çok da kolay değildi. Bizim dışımızda başka başka tiyatrolar olsaydı, bu dayanışma ve direnişe dönseydi problemi göstermek açısından da önemli olurdu. Biz kendi adımıza problemi gösterdik ama artık durma aşamasına geldik. Bu da Türkiye’de eylemlerin kaderi galiba.
Pandemide meslek sorunlarını konuşmak ve hatta gündem etmek üzere platformlar kuruldu, gruplar vs oluştu ama örgütlü bir hamle ne yazık ki gelmedi. Moda Sahnesi eyleminde de bu yalnızlık haline şahit olduk. Hâlâ geniş ve kapsamlı bir meslek örgütü yok. Bu konuda düşüncelerinizi merak ediyorum.
Bir meslek örgütü yok, evet. Var olan gruplar bir meslek örgütü değil. Bunlar özel, kendi amaçları doğrultusunda kurulmuş, meslek örgütü olma vasfını bence taşımayan yerler. Bu yerler gücünü de bu yüzden oluşturamıyor diye düşünüyorum. Çünkü bir örgüt olma pratiğinden uzak tiyatro organı olma gibi bir özelliğe sahipler. Sessizlik diyoruz. Biz ne yapmış olabiliriz, aslında bırakalım tiyatroyu, herkesin evini ilgilendiren bir şeyi dillendirdik. Moda Sahnesi’nin yanında niye durulmaz? Şöyle şeyler duyuyoruz, biz anarşistmişiz. Bu söylemler biraz kendi özürlerinin bahanesi. Tiyatroların meseleleriyle ilgili bir yasa çıkarma çalışmaları var, sosyal medyadan da öğrendiğimiz haliyle. Bize gösterilen herhangi bir destek karşısında bu çalışmaların etkileneceği düşünülüyor sanırım. Sürecin durdurulacağını sanıyorlar. Bence bunlar bir yanılsama. Tiyatronun gücü halkın içerisinde, kamusal bir alanda halkla beraber bu sanatı gerçekleştirmesinde yatıyor. Kültür Bakanlığı, sermaye var ya da yok… bunların önemi yok. Seyirci var ve temelde tiyatro dediğimiz bir sanatsal bütünlük ve ilişkiler ağı var. Diğer saydığımız şeylerin hepsi teferruat. Sanatın bir tek asli unsuru var örnekleyeceksek, Moda Sahnesi’nin tiyatro yapması ve seyircimiz.
Burada Kültür Bakanlığı’nın yerine getirmediği sorumluluğu akla geliyor tabii…
Kültür Bakanlığı tabii ki düzenleme yapmak zorunda. 1980’lerde 70-80 olan sahneler 400-500’e geldiyse, bu işleyişi düzenlemek, planlamak onların işi. Devletin bize verdiğinin 5-6 katını biz zaten devlete vergi diye vermişiz. Dilencilik yapmıyorum, bahşiş istemiyorum, yaptığım şey o yüzden çok meşru. Pandemi gibi felaketin yaşandığı bir anda ve sonrasında, benim “mesleğimi” nasıl sürdüreceğimin zeminini kurmak devletin asli işi. Dolayısıyla şimdi faturayı “üç kat ödeyeceksin” diyemez. Bu kabul edilebilir değil. Tiyatrocular buna ortak olmuyorsa tiyatroyla, sanatla kurdukları ilişkileri yeniden gözden geçirmeleri gerek. Biz tiyatroyu sadece geçim için mi yapıyoruz, sanat için mi? Sanat bizim için ne ifade ediyor, gözden geçirmeliyiz. Sait Faik’in bir lafı var, bizlerin de bunu esas alması gerekir. Hikâye yazmanın bir zorunluluk olduğundan bahseder Sait Faik.[1] Yazmazsam deli olacaktım, der. Biz de tiyatro yapmayacaksak, gerçekten hiçbir şeyin gereği yok. Bize anarşist, üslubumuza sert ve agresif deniyor. Şunu hemen söyleyeyim: Bu ödemiyoruz eyleminin kökü CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’dan alınmıştır. 27-28 Aralık’ta o demişti ki: “Ben faturamı ödemeyeceğim” Yani ortanın solu olan bir partinin genel başkanı bunu söyledi. Biz de ilk faturamız gelince Kemal Bey’i referans göstererek ödemiyoruz dedik. Keza Meral Akşener de geçen mecliste “ey hükümet elektrik zamlarını geri çek geri çek” şeklinde konuştu. Sert bir dille hatta anarşist(!) bir dille uyardı. Merkez sağ ve merkez sol olan partilerin tavrıdır bu. Yani biz daha anarşizme gelmedik. Bu çıkarımı yapanın politik eylemlilik ve siyasi tarih bilgisi yoktur ve sürekli bir uzlaşmacılıkla ömür geçirmiş demektir. Yani biz ne anarşist ne komünizan ne sosyalizan bir eylem yapıyoruz. Bu bildiğin, sıradan bir vatandaşın sıradan bir eylemidir. Daha ortada bir şey yok. Öbür türlüsü Baader-Meinhof’un, Mahir Çayan’ın, Deniz Gezmiş’in işi. Biz onlara layık olamayız, yanından bile geçemeyiz. Ona daha çok var! (Gülüyor)
‘KAMU KAVRAMI YANLIŞ ANLAŞILIYOR’
Eyleminiz boyunca “kamusal tiyatro” vurgusu öne çıkıyordu. Pandemiden beri bu kavram üzerine sizin de içerisinde yer aldığınız bir tartışma yürütülüyor. Biraz bu “kamusal tiyatro” fikrini açalım istiyorum. Bu kavram şu anda var olan tiyatro düzeninin ne gibi açığını kapar ya da kapar mı?
Bir fayda sağlamasını istiyoruz tabii, ama hiç bilinen bir yöntem değil bu ülkemizde. Avrupa’da devletin ya da yerel yönetimlerin güçlü bir destek modeli var. Bizde devlet, devlet tiyatrolarını kurmuş, şehir tiyatroları kurulmuş ama orası kamu değil. Kamu ile devlet karışıyor. Belediyenin veya devletin alanına biz kamu diyoruz, oysa kamu “toplum” demek: değişik ırktan, cinsiyetten, sınıftan, politik kimlikten kişilerin barışçıl bir şekilde yaşayabildiği, hepsinin yüksek sesle düşüncesini söylediği, etkileştikleri, toplum olmak için sürekli iletişim halinde oldukları bir alan. Dolayısıyla devlete ait bir alan değil. Bu kavram yanlış anlaşılıyor. Devletin alanı kamusallık için dar bir alan. Bu kavramın daha geniş bir kavram olduğunun altını çizmek gerekiyor. Bir yaşayışı imlediğini bilmemiz gerek. Türkiye’de mevzuatta ne var: özel tiyatrolar şirket olmak, ticarileşmek zorunda. Bu ticaret olma hali bizim bulunduğumuz alanın kamusal olarak değerlendirilmemesiyle tesis ediliyor. Yani dikte ediliyor. Bir kere bu anlayışın toptan terk edilmesi gerekiyor. Ticari tiyatrolar vardır, onlar ticaretlerini sürdürecektir ve istedikleri bu ticaretin mevzuatlarını yerine getireceklerdir. Buna bir itirazımız yok. Fakat onun dışında özerk kamusal tiyatroları kapsayan bir “kamusal tiyatro” aklının ve destekleme modelinin gelmesi lazım ki biz seyirciye ulaşırken maddiyatı değil sanatsal ve toplumsal olanı göz önünde bulunduralım.
Özellikle ekonomik şartlar nedeniyle insanların özel tiyatrolara gidememesi göz önüne alınırsa…
Özel tiyatrolara ekonomik nedenlerle seyircilerin ulaşması zor olmasın yani. Tiyatro yaşantısı bir arada yaşamakla mümkün. Kapsamının genişlemesi, toplumsal tiyatronun dayanaklarının güçlendirilmesi ve sanatsal kuvvetinin de artırılması anca kamusal tiyatro modeliyle gerçekleşebilir. Bu yeni çıkmış bir kavram değil. Dünyanın birçok yerinde uygulanıyor. Devletimizin ve vatandaşımızın kamusallık fikrinin genişlemesine ihtiyacı var. Kendi sokağımda kendi kaderimi tayin etme hakkının bana ait olması gibi… Demokratikleşme denilen şey kamusallığın yayılmasıyla mümkün. Tiyatronun da demokratikleşme çabasında çok önemli bir yeri var. Tiyatro, seyircileri salonda “canlı olarak” buluşturuyor ve bir etkileşim alanı yaratıyor. Dijital tiyatro gördük ki bunu beceremiyor. Dolayısıyla bu politik iklim için tiyatro şart. Belediyelerin, hükümetlerin tiyatronun bu gücünü kavrayıp tiyatroya destek vermesi gerekir.
‘YENİ KAVRAMLARLA YAŞAMA ÇIPALAR ATMAMIZ GEREK’
Ödemiyoruz eylemine son verdiğinizi açıkladınız ve açıklamada. “Moda Sahnesi ses çıkarmaya ve anayasal haklarını kullanmaya devam edecektir” dediniz. Bundan sonrası için Moda Sahnesi’nin planı nedir? Yeni oyunlar gelecek mi, işler nasıl yürüyecek? Yine sizin oyundan alıntı yaparak sorayım, bir devrim şart mı?
Ödemiyoruz eylemini hem sanatsal nedenler hem de sağlık koşullarından doğabilecek zaafiyetler nedeniyle sonlandırdık. Salonun havalandırması elektrik yokken yapılamıyordu. Bunun üreteceği sağlık risklerine izin vermek istemedik. Ayrıca jeneratörün gücü yetsin diye ışıklarda da azaltmaya gitmiştik. Bunun oyunların estetik düzeyinde birtakım düşüklüklere sebep olacağını görmeye başladık. Bu iki temel nedenden dolayı eylemi sonlandırma kararı aldık. Ve tabii eylem bitse de ses çıkarmaya devam edeceğiz. Şimdi “Eşkal” diye bir oyun yapıyoruz. Derviş Aydın Akkoç yazdı. Cenk Dostverdi ve Sedat Küçükay da oynuyorlar. Bin yıllık bir ezen-ezilen ilişkisini anlatıyor. Belli bir tarihten, ülkeden bahsetmiyor. Her yer olabilir. Ardından İlhan Sami Çomak’ın “Karınca Yuvasını Dağıtmamak” metninden yine kendi yazdığı bir oyun üzerine çalışacağız. Şiir gibi yazılmış bir oyun olacak, beni çok heyecanlandırıyor. Bir ihtimal tiyatro festivaline başvuracağız, belki festivalde sahnelenir. Bir de “Hırçın Kız”ı yapmak istiyoruz. Pandemiden önce çalışıyorduk, ama sekteye uğramıştı. Belki tekrar bir araya gelebiliriz. Devrim şart mı diyeceksek… Bence sadece bize değil herkese bir devrim şart. Dünyanın gittiği yerde eskisi gibi yaşayamayacağımıza dair epeyce bir işaret var. Dünyayı biraz fazla yorduk. Tüm ekolojik felaketlerden sonra zaten biz ekonomi, sanat vs. zor konuşuruz. İnsan yaşamaya devam edecekse dünya üzerinde yaşayacağı yeri yeniden düşünmek ve düzenlemek zorunda galiba. Birtakım kavramları değiştirmek zorunda. Alışkanlıkla kullandığımız “gelişme, ilerleme, büyüme” gibi kavramların dünyayı bu noktaya getirdiğini, bu tarz ifadelerden kurtulup yeni kavramlarla yaşama çıpalar atmamız gerektiğini öğreneceğiz. O yüzden herkese acilen bir devrim şart.
Fotoğraf: Ulaşcan Konya
[1]“Yazmasaydım deli olacaktım.” cümlesi Sait Faik Abasıyanık’ın Son Kuşlar kitabında yer alan Haritada Bir Nokta adlı öykünün son cümlesidir.