65 yıllık yazın hayatını geride bırakan Adnan Özyalçıner, 38. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nın da Onur Yazarı olarak çıkacak okurlarının karşısına. Daha önce dergilerde kalmış ve kitaplarına girmemiş öyküleri Melih Erzen tarafından derlendi ve Kenar Mahalleden adıyla buluştu okurla. Manos Kitap tarafından yayımlanan kitapları, yazın sürüveni, baskı dönemleri, arkadaşlıkları, dergiciliği, aşkları ve hayatı üzerine konuştuk Adnan Özyalçıner ile.
65 yıllık yazın hayatından sonra, kitaplarınızın her birini tekrar bir arada görmek bir okur ve bir editör olarak beni çok heyecanlandırıyor, eminim ki yazar olarak sizi de heyecanlandırıyordur.
Evet, tabii heyecanlandırıyor çünkü bugüne dek toplu olarak basılan kitaplarımın ilk defa tek tek basılması ve böylece adedinin çoğalması benim için çok önemli.
Dört cilt hailinde toplu öyküler vardı daha önce…
Dört ciltti, şimdi hepsi tek tek bir araya geldi, böyle bir arada görünce, bayağı yazmışım diyorum.
Aslında bıraksan yazının bulunuşuna, Hititlere, Sümerlere gideceğim ama tefrikalar vardı ya, camilerin önünde destanlar anlatılırdı, Hazreti Ali destanları, cenkler, depremler tefrikaları gibi…
Benim ilk okumalarım zaten onlar gibi halk kitaplarıyla oldu. Halk kitaplarının yalnızca Leyla ile Mecnun, Tahir ile Zühre, Arzu ile Kamber gibilerini değil, Hazreti Ali Cenkleri’ni de okudum. Cami önlerinde satılan halk kitaplarının hepsini aşağı yukarı okudum.
Ömer Seyfettin okumalarının alt yapısını o destanlar oluşturdu galiba?
İlk okumalar onlar, o okumaların getirdiği özellikle Hz. Ali Cenkleri çok maceracı kitaplardı benim için. O maceralardan, okuldaki kitaplardan Ömer Seyfettin’i görerek onun başka türlü yazdığını, başka türlü bir hikâyenin olduğunu öğrendim. Yani o halk kitaplarındaki öykülerin dışında başka türlü, yani yaşanılan günleri, olayları anlatan hikâyelerin olduğunu Ömer Seyfettin’in, Refik Halit’in öykülerinde gördüm. Ömer Seyfettin’in, Ant ve Kaşağı öyküleri benim çok hoşuma gitmişti; bunlar insanı hüzünlendiren öykülerdi, çocuk yaşlarında insan daha çok hüzünleniyor. Ben de ilk karalamamı sanıyorum o öykülerden sonra yaptım.
Bir taraftan Hz. Ali Cenkleri’ni, diğer taraftan Leyla ile Mecnun, Tahir ile Zühre’yi okuyorsun. O kahramanlar gidiyor, sonra da Kaşağı’yı okuyor ve “a bizim mahalledeki çocuk bu” diyorsun, tanıdık geliyor Kaşağı…
Evet, bizim mahalleyi anlatıyor, bizi anlatıyor, oradaki bir çocuğu, hastalanan bir çocuğu anlatıyor. Beni daha çok yaşananlara, yaşanılan olaylara çekti tabii.
Bir taraftan da İkinci Dünya Savaş’ı var, karartma geceleri, yokluk, karneyle ekmek alınması… Yani edebiyata, okumaya meraklı bir çocuk, o sırada yaşadıklarını da biriktiriyor.
Ve ilk öyküler, Kenar Mahalleden Notlar olarak böyle ortaya çıktı. Neden öyleydi? Çünkü 1950 öncesinde Mahmut Makal Bizim Köyden diye yazdı. Bizim Köyden bana çok ilginç geldi. Fakat mahalleme baktım, Mahmut Makal’ın yazdıkları elektriksiz, yolsuz, yoksul, her şeyden yoksun köy ve düşündüm benim mahallem de öyle. Dedim ki o zaman, bağnazlık benim mahallemde de var, benim mahallemde de birileri takım kör inançlar peşinde. Dedim ki Mahmut Makal bunları madem böyle yazmış, ben de kendi mahallemdeki insanları, onların içinde bulundukları durumları yazarım.
Kenar Mahalleden Notlar öykülerini okuduğumda, senin öykülerindeki izleğin temeli orada atılmış gibi geliyor bana. Mesela gelirin eşit bölünmediği bir toplumun portresini çiziyorsun. Gelir eşit bölünmediği için adalet ve uygarlık da eşit bölünmüyor.
Çünkü benim mahallem bir işçi mahallesiydi. Benim mahallemdeki insanlar, başta annem babam olmak üzere, okuma yazma bilmiyordu. Ve çok ilginç insanlardı, bütün hayatı anlıyorlardı, kendi yoksunluklarını, yoksulluklarını, bunun nereden geldiğini, nasıl sömürüldüklerini hep biliyorlardı, bunun bilincindeydiler ama ifade edemiyorlardı sadece.
Sen de bir yazar olarak onların ifade etmek için biriktirdiklerini yazmaya koyuldun…
Sonradan düşündüm bunları. Aynı zamanda onların, müthiş geniş bir hayal dünyaları vardı. Düşleri, gelecek umutları vardı. En çok o ilgilendirdi beni. Bütün o yoksulluklar, yoksunlukların karşısında bir gelecek umudunun olması, bir direncin olması çok ilginç geldi ve ben, Kenar Mahalleden öykülerinden başlayarak onların öykülerini yazdım. Daha doğrusu, onların ifade edemediklerini yazdım.
Öte yandan kentli bir yazar olarak başlamış ve kenti yazmışsın.
Evet, kenti düşünerek ve kentle hesaplaşmayı da düşünerek. Çünkü kendi başına kent değil ama kenti yönetenlerin getirdikleri var. Neyi getiriyorlar? Bir defa kentin ya da uygarlığın bütün güzellik ve zenginliklerini belli bir bölüm alıyor. Halk kendi elleriyle yarattığı uygarlıktan eşit pay alamıyor.
İçinde de yazar olacak çocuk ve ailesi…
Tabii. Benim ailem, işçiler… Ben, o zaman yöneten ve yönetilen çelişkisini hemen hemen her öyküde vurguladım. Bu şöyle yayıldı, kendi mahallemdeki çelişkiyi anlatırken bu çelişkinin bütün İstanbul’da olduğunu anlattım, yani benim mahallem bütün İstanbul’du. Yalnız bütün İstanbul olmaktan öte bütün Türkiye’ydi ve daha da ötesi bütün dünyaydı.
Buradan Panayır’a geliyoruz. Tekrar başa dönüp biraz cesaret gerektiren bir soru sormak istiyorum. Sait Faik’in Alemdar’da Var Bir Yılan ve Orhan Kemal’in Çukurova insanlarını yazdığı bir dönemde büyük bir cesaret değil mi Panayır gibi bir kitabı yazabiliyor olmak?
Ama Sait Faik’in Alemdar’da Var Bir Yılan’ı ile Panayır’ın bir örtüşmesi var. Panayır dahil olmak üzere bütün öykülerimde, Orhan Kemal’in gerçekçi anlatımının bir parçası var; yani gelir dağılımındaki eşitsizlikte, yoksullukların nedeninde falan hep Orhan Kemal var. Bir de çelişkilerin getirdiği bir humor, bir alay var, o alay da Haldun Taner’in beni etkilemesiyle oluşuyor. Çünkü çelişki bir saçmalık getiriyor ortaya.
Peki devam edelim, yazdıkça çoğalan karakterler nefes alıp vermeye başlıyor, bu insanlarla zaman zaman aranızın açıldığı oluyor mu? Yazıdaki karakterlerle kavga ediyor musunuz yoksa?
Yok yok, o karakterler hep benim tanıdığım ya da tanımak istediğim insanlar oluyor. Birçokları tanıdığım tabii ama birçokları da tanımak istediğim, kurguyla yarattığım insanlar oluyor. Ama onlar yaşayan insanlar.
Zaten konuşma yapmak için bir yere çağırıldığınızda araba mı gönderelim diye soranlara yok ben gelirim diyorsun ya…
Çünkü gideceğim yeri, gideceğim yolu görmek istiyorum. Görmüş olsam bile, yani oraya daha önce gitmiş olsam bile yeni şeyler göreceğimi umarak yola çıkıyorum. Hele hiç gitmediğim bir yerse, mümkün değil arabayla oraya gitmem, mutlaka yol boyunca etrafa bakarak, kentin o yerle olan ilişkisini düşünerek hareket ediyorum. Öyle algılıyorum. Örneğin, bir yıl Nâzım Hikmet’te öykü atölyesi yaptım, orada öğrencilerden, bana Haydarpaşa’yı yazmalarını istedim. Ama Haydarpaşa’yı ansiklopedik olarak yazmayacaksınız, Haydarpaşa Garı’na gideceksiniz, orada oturacaksınız ve orayı oturduğunuz yerden anlatacaksınız, o sırada ayağınıza bir öykü dolanacak, o öyküyü de oraya yazmış olacaksınız dedim. Kısaca, bir mekânı yaşayarak yazmak. Ben gençliğimde kahvelerde falan yazı yazardım. Ama bir iki keresinde Sirkeci Garı’nda o zamanlar sınıf sınıf ayrılmış olan masa ve sandalye olan salonlardan, üçüncü mevki bekleme salonunda masaya oturarak şakır şakır öykü yazdığımı biliyorum.
Şöyle bir şey diyebilir miyiz; öykü masa başında yazılmaz, sokakta yazılır. Öykünün beslendiği yer orası, öykü hayattan besleniyor. Ala sizin kuşağın öykülerindeki insanlar yok bugünün öykülerinde.
Sevgili Zariç, mekân yok. Mekânı anlatmıyor, kendini anlatıyor, kendi iç dökmelerini anlatıyor. Ama tamamen mekânsız, bir anlamda insansız, sadece kendini anlatıyor, çok güzel de anlatıyor. Anlatımına hiçbir diyeceğim yok ama hiçbir şey vermiyor, hiçbir şey anlatmıyor aslında. Zengin, yoksul, hepsinin bir trajedisi var. Dulun, fakirin, öksüzün, hepsinin kendine özgü bir öyküsü var. Sokaktan çevirdiğimiz herhangi birinden mutlaka bir öykü çıkar, mutlaka onun da bir öyküsü vardır. Mekânı kaybettiler, mekânı kaybedince insanı da kaybediyorsun.
O zaman gerçeklik ve okurun gerçeklik algısı da değişiyor.
Gayet tabii. Edebiyat, biraz popülist bir şeye kayıyor. O popülistlikte de sadece maceracı, serüvenci bir edebiyatın çizgilerini görüyoruz. Cinselliğin abartıldığı çizgileri görüyoruz, aşkın değil, özellikle cinselliğin abartıldığı diyorum yoksa aşk her zaman edebiyatın baş unsurudur.
Senin adada, dayının yanında bir manav çıraklığı dönemin var. Orada farklı kültürlerden ve dinlerden insanları tanımış olmak senin öyküne nasıl yansıdı?
Çok önemliydi. Adada, lise yıllarımda Ermeni çocukları, Yahudi çocuklarıyla gayet iyi anlaşıyordum. Böyle bir şey vardı, adanın yerlileri olan çocuklar, Türk çocukları, Yahudiler, Ermeniler hep birlikte vakit geçiriyorduk. Herkes birbirinin ahbabı oluyordu.
Öyle ayrılık gayrılık okumadım yazdıklarında.
Hayır, hiç öyle bir şey yoktu, ki Yahudi çocukları dediğim biraz da zengin çocuklarıydı. Zengin çocukları olmalarına rağmen…
O zaman yazıda da bir masumiyet vardı. Şöyle anlıyorum ben, 1950 kuşağı yazarları senin bahsettiğin masumiyetle ve gerçekçilikle yazıyorlardı. Bu masumiyet ve gerçekçilik şimdi kendisini mi kaybetti?
Büyükada’da hemen iskelenin dışında, hâlâ duran bir kitapçı vardır. Hiç unutmuyorum, adaya ilk gittiğimde, orada André Maurois’nın Aile Çemberi kitabını gördüm ve o kitabı aldım. İlk okuduğum kitaplardan biridir. André Maurois, hiç tanımıyorum bilmiyorum ama hoşuma gitti Aile Çemberi, onu adadayken okudum. Yani şöyle bir şey, kendi kuşağımı buna katarak söyleyeyim, bizim hem yaşanan olaylara hem de okunacak kitaplara ilgimiz çoktu. Yani kitaplardan da bir şeyler alıyorduk. Yalnız kitaplarla da kalmıyorduk, filmlerden de çok yararlandık. Özellikle o zamanın İtalyan Yeni Gerçekçiliği akımına ait filmler bizi çok etkiledi. Mesela Vittorio De Sica’nın, Michelangelo Antonioni’nin, Federico Fellini’nin filmleri. Fellini’nin Sonsuz Sokaklar filmini, Onat Kutlar, Ülkü Tamer, Kemal Özer ve ben üç kere gittik seyrettik. Yani o filmler de bizi kendi açısından etkiledi. Hele beni etkileyen bir film var, onu söylemeden geçmeyeceğim, Milano Mucizesi, De Sica’nın bir filmi. Bir gecekondu mahallesi düşün, bu mahallede insanlar o kadar yoksul ki, gökyüzünden gelen bir güneş huzmesi altına geçip, onun altında tepinerek ısınıyorlar. Böyle bir mahalle ve o mahallede petrol fışkırıyor. Bu petrol fışkırması o kadar enteresan ki birden bire o mahalle ne hale geliyor. Kadınlar kürkler, gardıroplar alıyorlar. Getirdikleri gardırop gecekonduya sığmıyor, gecekondudan büyük çünkü, avizeler alıyorlar, böyle şakır şakır koca avizeler, koca avizeyi getiriyor, koyacak yer yok, odanın tavanına assa yere değecek avize. Bir anlamda böyle absürt olaylar… O beni çok etkiledi ve belki birçok hikâyemde, Milano Mucizesi’nin etkisi vardır.
Sizin kuşağınız, sadece yazarların bir arada olduğu bir kuşak değildi. Tiyatrocularla, sinemacılar arkadaştınız, heykeltıraşlar, müzisyenler vardı sizin mahfilinizde. Bu disiplinlerarası iletişim ve ilişki, kuşağınızın ürünlerine, yazdıklarına, sanatına nasıl etkide bulundu?
Bütün bu alanları ressamıyla, aktörüyle, müzisyeniyle hepimizi birleştiren, siyasal ve sanatsal özgürlük talebiydi. Siyasal ve sanatsal özgürlükten yanaydık biz. Siyasal özgürlük istiyorduk, sanatsal özgürlük istiyorduk.
Yani sizin yetiştiğiniz bir kültürel altyapı olması lazım. O zamanlar Marksist klasikler çok çevrilmemiş, bir Hachette Kitabevi var, Fransızca kitaplar getiriyor, onun dışında sizin dünyaya açılacak bir pencereniz yok. Bu özgürlük kafasına nasıl geldiniz?
Bizim için özgürlük istemi edebiyattan doğdu. İzlediğimiz filmlerden doğdu. Daha doğrusu o izlediğimiz filmlerde gördüğümüz çelişkili yaşamlardan. Oradaki çelişkileri görünce, demek ki bu çelişkilerin çözümü bir şeye bağlı, özgürlüğe bağlı, eşit paylaşıma bağlı diye düşünüyorduk. O zaman bizim Melih Cevdet’in, Oktay Rifat’ın, A. Kadir’in, Şükran Kurdakul’un şiirlerinden, Sabahattin Ali’nin, Sait Faik’in, Orhan Kemal’in öykülerinden bir şey alıyorduk; yani sosyalizmi biz güzel bir şekilde edebiyattan öğrendik. Ama benim şöyle bir şansım oldu, bir de sahafları kurcalıyorduk bir şey bulabilir miyiz diye. Ben Kropotkin’in Anarşizm kitabını buldum. Madem sosyalizm var, o da sosyalizmin bir parçası, onu okudum. Lenin’in Hayatı diye bir kitap buldum, onu da okudum. Ama en önemlisi, Sabahattin Ali’nin çevirisi Fontamara’yı buldum. Fontamara beni çok etkiledi, müthiş bir şeydi çünkü. O zaman çok şaşıyordum, İtalya’nın bir köyünde ya da bir beldesinde, İtalya’nın başka bir yerinde olmayan komünist bir idare kuruluyor, nasıl oluyor diye şaşırıyordum, sonra Ovacık’ta biz onu yaşadık. Beni işçi sınıfının bu aksaklıklar karşısında gösterdiği direniş, gösterdiği çaba etkiledi. Mesela Grev Bildirisi hikâyesinde Paşabahçe işçilerin bildirisini kullanarak o öyküyü yazdım. O yönleri ilgilendirdi beni. İşçinin direnmesi, bütün haksızlıklara, yoksunluklara, adaletsizliklere, haksız paylaşımlara karşı direnişi ve hakkını istemeye çalışması hep ilgilendirdi.
Ben, Sennur Sezer’le sizi her zaman direnişlerde gördüm. Değişen ne peki, o Paşabahçe işçilerinin bildirisinde seni coşkuya getiren şey? Şimdi nerede, devam ettiriyor mu ya da devam ettirmeyen şey nedir?
İşçilerde genelde, kendi hakları ellerinden alındığında ya da arkadaşları haksızlığa uğradığında sokağa çıkıp bir şeyler söylemeye çalışıyorlar. Ama değişen şey, onları destekleyen bir kısmın, onları destekleyen yazar grubunun olmaması galiba.
Bir de 1964-66 arası Bitlis’in Ahlat, Otluyazı köyünde bir öğretmenlik geçmişin var. Kentten kıra gitmen, oradaki insanların yaşamaları bir yazar olarak seni nasıl etkiledi?
Şöyle etkiledi beni, 50 kuşağı olarak hepimiz Kürt köylerine, Kürt illerine, doğuya oradaki illere gittik, Kürt coğrafyası içine dağıldık. Ben gittim, Ferit Edgü Hakkari’ye gitti, biliyorsun. Ferit Edgü oradan iki roman çıkardı. Ben ve O romanlarını çıkardı. Sonra bu romanlar Hakkari’de Bir Mevsim haline geldi. Orada biz başka bir şey gördük. Ben gittiğimde, benim mahallemdeki insanlarla oradakilerin farkı olmadığını gördüm. Neden yok? Çünkü okumasız yazmasızlar, elektrik yok, yoksullar, bir sürü şeyden yoksunlar ama müthiş bir yaşama güçleri var ve kendilerine yapılanların kötü olduğunun da farkındalar. Aralarında konuşuyorlar ama bunu ifade edemiyorlar, duyuramıyorlar bunu. Üstelik o gittiğimiz yerlerin, Kürt illerinin dilleri de yok. Benim mahallemin dili vardı, onların dili de yok. O zaman, aynı mahallemde olduğu gibi, bunların bu yaşamını belki bir iki öyküde yazarım diye düşündüm. Yani, ayrı insanlarla karşılaşmadım orada. Aynı benim mahallemin insanlarının içinde bulunduğu durumla karşılaştım.
Siz baskı dönemlerinde elinizi hep taşın altına soktunuz. a dergisi, yeni a, Erdal Öz’ün çıkardığı Değişim dergisi… Sizin kuşağın bir temsiliyeti var, ne demişti, yeni a’yı kapatılırsa ne yapacağız, yine a’yı çıkaracağız. Dergi kapatıldı yine a’yı çıkarmadınız, fakat Yazko’yu çıkardınız. Yani Yazko bu dergilerin devamı, bildiğim kadarıyla 80 darbesinden hemen sonra, Kasım’da çıkardınız ilk sayısını.
Kültürel direnme yani, başka bir amacı yok. Bir de şu var tabii, mesela sayı söyleyeyim ben, yeni a dergisi 5 bin basıldı ilk çıkışında, Yazko 12 bin basıldı, o dönem kitaplar ise 4, 5 bin arası basılıyordu. Millet şunu yapıyordu; başka yayın faaliyeti de yok o sırada, kimse cesaret edip yayın yapamıyor, millet o şiirde satır arası okuyor, öyküde satır arası okuyor. Yani şiirsel bir şey okuyor ama o şiirin arasında acaba neye olta atmış diye bakıyor.
Bir de A.Ç. rumuzuyla yazılar çıktı yeni a’da, ondan sonra İbrahim Seferzade imzasıyla 13 dergisinde Kenar Mahalleden Notlar’da çıktı. Niye rumuzla yazdın?
Bazı şeyleri, adımız a dergisinde çok fazla görünmesin diye rumuzla yazdık. Üstelik onlar biraz da sert, siyasal değinmelerdi. Satır aralarının ortaya çıkarılışıydı o, onun için onları öyle yazdık. Birçok slogan vardı yeni a dergisinde. Ferit Öngören sloganlar yazıyordu mesela. İmzasız, kültürel sloganlar çıkıyordu.
Ülkü Tamer de katıldı, Eray Canberk de katıldı, hatta Refik Durbaş bir dönem yazı işleri müdürlüğü yaptı. Alttan gelen kuşakla buluşmuş olmanız çok güzel, iki kuşağın aynı dergide buluşması.
Yeni kuşak geldi tabii, yeni a dergisi birçok yazar çıkardı, mesela Hasan Kıyafet’in ilk hikâyesi yeni a dergisinde çıktı. a döneminde adları hikâyeci olarak bilinmeyen isimler vardı, mesela bunlardan bir tanesi Tuncel Kurtiz’dir. Mesela Yalçın Tura öykücüydü, sonradan Keşanlı Ali Destanı’nın müziklerini yaptı, iyi bir müzisyen aslında Yalçın Tura. Ondan sonra Fahrettin Cüreklibatur, yani Cüneyt Arkın, doktor oldu sonra. O ilk öykülerle geldi Eskişehir’den, a dergisinde hemen öyküleri yayınlandı. Sonra Yılmaz Pütün, yani Yılmaz Güney, gene öykülerle geldi. İktisat fakültesinde okuyordu, bizimkiler; Doğan Hızlan, Erdal Öz falan hukukta okuyordu. Onun yanında bir kişi daha vardı sonradan artist olan: Bumin Gaffar Çıtanak, yani Fikret Hakan, hikâyeciydi. Kuşağın öteki kişiliklerini sayacak olursak, Müjdat Gezen’den başlayarak, Ali Poyrazoğlu, Savaş Dinçel, Yaman Tüzcet, Gülsen Tuncer, Komet Güleryüz bunlar hep bizim aramızdaydı. Hiç unutmuyorum. Yenikapı Kahvesi’nin arkasında bir marangozhane vardı, Ali Poyrazoğlu orayı tiyatro yaptı. Ben seyretmedim ama Panayır’ı mı emin değilim, bir öykümü orada oynadı.
Bir de Yenikapı Kahvesi’nin şöyle bir özelliği vardı, bütün yazarlar, Sennur Sezer, Melisa Gürpınar, Eray Canberk, Egemen Berköz, Aydın Hatipoğlu… Yani 50 kuşağı ile 60 kuşağı hep bir arada oluyordu. Mesela, Aralık ayının sonunda o yılın kitaplarını tanıtmak üzere Mehmet Fuat geliyordu kahveye. Kahvede masaya oturup, herkes oradayken kitap tanıtıyordu. Kahveye bizimle sohbete en çok gelenlerden biri Behçet Necatigil’di. Bizim hocamızdı, bizimle beraber otururdu, sonra akşam vakti kerahet vakti geldiğinde, alır bizi sur dibinde Yedikule’de Narlıkapı’ya götürürdü. Gece son maddeyi meyhanede orada konuşurduk.
Bildiğim kadarıyla 66-69 yıllarında yazdığınız, Sennur’a Dizeler diye şiirleriniz de var, bunlar gün yüzüne çıkmamış, bir yerde duruyor.
Daha doğrusu bir defterde duruyor, o defteri Sennur’a vermiştim. Defter şimdi Sennur’un arşivinde duruyor.
60’larda, Panayır çıktan sonra Sennur Sezer kitabı imzalatmak üzere geldi, tanıştınız, Peki, bir şairle bu kadar yıl evli kalmak, âşık olmak nasıl bir duygu, nasıl bir karşılığı var hayatta?
Çok güzel bir duygu, çünkü biz birbirimizi, kişiliklerimizi paylaştık. Yalnız yazdıklarımızı değil kendi kişiliklerimizi de paylaştık. Kendi öz düşüncelerimizi de birbirimizle paylaştık aslında. O, paylaşmanın getirdiği bir şey. Yani biz siyasal olarak düşündüğümüz paylaşımcılığı kendi aramızda yürüttük; bütün mesele orada aslında. Kavgalarımız olmadı mı arada, oldu tabii. Tartışmalar olur, her birliktelikte olur. Ama o paylaşımcılık hepsini örttü. Bir de tabii 1960’tan 66’ya kadar Sennur’la olan, o yakın, güzel arkadaşlığımız, birlikteliğimizin büyük temeli oldu. Arkadaşlık temeli.
Üzülüyor musun hiç, tanıştığımız gün konuşmaya başlasaydık keşke, diye?
Pek düşünmedim bunu, çünkü Sennur o sırada yaptıklarımı, ettiklerimi biliyordu, onun için… Biraz da kızıyordu…
Peki, Bitlis zamanını saymazsak, neredeyse hep İstanbul’da yaşadın ve hep İstanbul’da yazdın. O Beykoz’daki kundura fabrikasından, Kağıthane’deki deri fabrikalarına kadar… İstanbul’un içinde geçti ve Sur’u yazdın. Sur’da başlayan yıkım günleri Torik Akını’nda devam etti, bu ikisi arasındaki süreci nasıl değerlendiriyorsun, bir öykücü olarak İstanbul’u nasıl görüyorsun? Bu yıkım günleri devam ediyor mu?
Yıkım günleri, “yapım günleri”iyle birlikte, çok kötü devam ediyor. Aslında İstanbul’un yıkımı bu yaşadığımız. Şimdi yükseltilen o kulelerle ve rezidanslarla İstanbul’un yıkımı oluyor. İstanbul öyle yıkılıyor. İstanbul’un hem tarihini, coğrafyasını hem de kültürünü ortadan kaldırıyor. Herhangi bir yıkım yok ama o yapım ayrı bir yıkım oluyor. Her iktidar kendi yıkımıyla geldi İstanbul’a.
Biraz da mesleki şeylerle devam edeyim. Cumhuriyet gazetesinde uzun yıllar musahhihlik yaptınız, eski yazı okuyabildiğin için işe alındın bildiğim kadarıyla. Orada eminim çok enteresan anıların var…
Çok ilginçtir, 1959 yılı, ben Türkolojideyim çünkü 55’te girdik fakülteye, 59’da Cumhuriyet’te Nadir Nadi, Doğan Nadi, Burhan Felek, Hamdi Varoğlu, bu dört yazar eski yazı yazıyordu. Cumhuriyet’in dizgicileri çok eski adamlar olduğu için, eski Türkçeyi biliyorlar, eski yazıyı biliyorlar, takır takır diziyorlar, ama bunu karşılıklı tashihte okuyacak kişi lazım. O zaman Vasfi Hoca diye Türk Dili’nin İstanbul’daki temsilcisi vardı. Ben de Kemal Özer’le birlikte Türk Dili’ni dağıtıyoruz, oradan tanıyor beni. Dedi ki, “Sen eski yazı biliyorsun, gel seni Cumhuriyet’e alayım, ben Cumhuriyet’te yeni bir tashih kadrosu kuruyorum.” Ve ben öyle Cumhuriyet’e girdim. O zamanki parayla 400 Lira, büyük para o zaman. Büyük para olduğunu ise, 64’te ben Bitlis’e gittiğimde öğrendim, orada 380 Lira idi benim maaşım. Ben 59’da girdikten sonra 60’ta Kemal Özer’i, Konur Ertop’u ve Doğan Hızlan’ı kadroya aldım, böylece kadro tamamlandı.
Peki o musahhihlikten kalma bir yazı alışkanlığı ya da okuma alışkanlığı var mı?
Yazı değil, okuma alışkanlığı var. Musahhihlik çok yorucu bir şey aslında, Nâzım Hikmet de onun zorluğunu söyler biliyorsun. Ama bana kazandırdığı şey de şu, bütün olan biteni görüyorsun, okuyorsun ve onun sana getirdiği bir şey var, yani yaşananlar. Yani neler yaşanıyor, politik, ekonomik, siyasal, bütün yaşamı gazete haberlerinden öğreniyorsun. O zaman, herhangi bir şeye baktığın zaman, bir ağaca baktığın zaman bile oradaki sosyo-politik yaşantıyı görüyorsun.
İşin aynı zamanda da entelektüel bir birikim de yaratıyor. Cemal Süreya da şöyle söylüyor senin için bir şiirinde:“Şu bizim göçmen Adnan/ Hep aldı armağan/ Bıyıkları pek düzgün/ Musahhih olduğundan”
Bıyıklarımın düzgünlüğü ondandı, o zaman bıyıklıydım doğru.
Hatırlıyorum, senin bıyıklı fotoğraflarını görmüştüm … Bir de Türkiye Yazarlar Sendikası (TYS) var. 1974 yılından beri Aziz Nesin’le birlikte genel sekreterliğini sürdürdün ve hep örgütlü bir hayatın oldu aslında. Bir yazar örgütünde, örgütlü hayat sürdün. Bir yazarın örgütlü olmasının arka planı nedir, gerekçesi nedir, nedeni nedir? Yazar neden örgütlü olmalıdır?
Edebiyat bir karşı koyma, kültürel bir direniş aracı olduğuna göre tek olarak bunu yapmanız çok faydalı, yararlı olmaz ama örgütsel olarak bunu yaparsanız, karşı koymanız, tıpkı işçilerdeki gibi grev gibi bir direniş hareketine, toplu direniş hareketine dönüşecektir. Nitekim yazarlar sendikasının kuruluş nedeni de buydu aslında. 15 Şubat 1974 tarihinde kuruldu. Ama neden 74’te kuruldu? Çünkü 71’in getirdiği bütün o baskılar, bütün o işkenceler, bütün o yazarların adeta dağıtılması sonucunda birlikte karşı koyma ihtiyacı doğdu. Onun için Aziz Nesin 70 kişiyi topladı ve 70 yazara dedi ki, “Arkadaş, biz kendi başımıza bir yerlerde bir şeyler yazıyoruz, söylüyoruz ama tek kalıyoruz. Şimdi toplu olarak hareket edelim. Nasıl yapalım bunu? Bir sendika kuralım.” Neden dernek değil? Çünkü sendika olunca siyasal olarak da birtakım faaliyetler gösterebiliyordun. Onun için o sırada 11 kişi kurucu heyet seçildi, Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Bekir Yıldız, Leyla Erbil, Adnan Özyalçıner, Tomris Uyar, Turgut Uyar, Ali Özgentürk, Nihat Behram, Adalet Ağaoğlu, Orhon Murat Arıburnu… Biz 11 kişi sendikayı kurduk. Geçici başkanımız Yaşar Kemal oldu. Geçici başkanlıktan sonra genel başkanlığa Aziz Nesin geldi, ben de genel sekreterliğe geldim. 15 yıl biz o sendikayı öylece yürüttük.
Şimdi de genel başkanısınız.
Şimdi de genel başkanı oldum, arkadaşların isteğiyle. Çünkü öyle günlere geldik ki, aynı toplu direnişi göstermemiz gerekiyor, aynı toplu direniş içinde olmamız lazım. O bakımdan. Yani benim de kabul edişim ondan oldu.
Bu sene de 38. İstanbul Uluslararası Kitap Fuarı’nın onur yazarısın. Onur yazarı olmak nasıl bir duygu, bunca yıllık bir yazı serüveninden sonra neler hissettiriyor?
Bu onur yazarlığı hatırlanmak, yeniden bir yere getirilmek adına güzel bir şey. Ayrıca bir de her ödül, her yarışma, her onur yazarlığı yeni bir sorumluluk yüklüyor. Yani bundan sonra yazacaklarımı nasıl yazarım diye düşünüyorum. Ama beni sevindiren ayrı bir nokta da 1950 kuşağının temsilcisi olarak onur yazarı olmak. Çünkü gerçekten o kuşağın edebiyata getirdiği etkinlik ve yetkinlik çok önemliydi. Onun yeniden hatırlatılıyor olması beni çok sevindirdi. Yani o bakımdan çok sevindirdi beni. Benim onur yazarlığım Onat Kutlar’ın da onur yazarlığı, Erdal Öz’ün de onur yazarlığı…
Onur yazarlığı 1950 kuşağının yazarlarını da onur yazarı yapmakla beraber Sennur Sezer de orada. Kuşağı adına ikisi birlikte seçilmiş gibi. Öyle düşünüyorum.
Öyle oldu. Hazırlanan kitap da öyle çıkıyor zaten. Kitabın da adı Mahallem İstanbul oldu. Benim mahallem İstanbul zaten. Onun için Sennur Sezer’le birlikteyiz gene, her zaman olduğu gibi.
Başucunda kimin kitapları var, genç, yaşlı, öyküden bahsedersek?
Benim başucu kitabım pek olmuyor ama vaktiyle 50 kuşağı olarak bizim başucu kitabımız, Rilke’nin Malte Laurids Brigge’nin Notları’ydı. Neredeyse hepimiz onun hem yaşadıklarını hem hayallerini hem düşüncelerini anlatışına, o güzel, şiirsel anlatımına hayran kalmıştık. Ve o hayranlık hep sürdü. Hepimizin başucu kitabı oldu. Behçet Necatigil ve Andreas Tietze’nin çevirisiydi. Dayanılmaz bir Türkçe tabii, ulaşılmaz bir Türkçeye çevrilmişti. Rilke’nin tabii kendi, Almancasında müthiş bir şiirselliği vardı ama Türkçeye onu Behçet Necatigil çok etkin bir şekilde, çok yetkin bir şekilde aktarmıştı. Onun etkisi tabii çok önemli oldu. O yüzden biz, mesela o kitap yüzünden Kemal Özer, Erdal Öz, ben, birbirimize uzun süreli mektuplar yazdık. O mektuplar da şimdi Arkadaş Mektupları adıyla yayınlanıyor. Bir dönemin mektupları onlar. Ama biz mektuplaşmaya başlayacağımız zaman kendi kendimize dedik ki, bunlar iş mektubu gibi olmayacak, bunlar edebi mektuplar olacak. İşte Rilke’den gelen o şeyle biz edebiyat mektupları yazdık birbirimize. Yani edebiyatta ne nasıl olur, edebiyat dedikoduları da var arasında tabii ama edebiyatın konumu, nasıl yazmalı, neyi yazmalı, niçin yazmalı? Mektuplarımızdaki tartışmalarımız bunlardı. Zaten bütün tartışmalarımız öyleydi.
Aynı zamanda dergicilik zamanında kitaplar da bastınız, özellikle Yazko döneminde, bir anlamda yayıncılık da yapmış oldunuz. Sizin Yazko’da yaptığınız yayıncılık ile şimdi karşılaştığınız yayıncılık arasında ne gibi bağlar, benzerlikler var ya da bir yazar olarak yayıncılığı nasıl değerlendiriyorsunuz memleketimizde?
Yani, ne diyeyim şimdi yayıncılık için. Yazko’daki yayıncılık kooperatif olduğu için ortaklaşa bir şeydi aslında. Gelen kitaplar ortaklık olarak basılıyordu, dergiye gelen yazılar da öyle seçiliyordu, bakılıyordu tabii ama gene de ortak yazarların belli olarak basılıyordu… Yani bu basılabilir mi bu basılamaz mı diye bir şey yoktu. Zaten bilinen kitaplardı, birçoklarının o zaman yeni baskıları yapılıyordu. Mesela benim kitaplarım çıkmıştı ve Yazko’da hep yeni baskıları yapıldı. O bakımdan hiçbir problemi yoktu. Ama şimdiki yayıncılık bence edebiyattan çok başka şey arıyor, okuru avlayacak kitaplar istiyor.
Senin yazdıklarında içerik ve izlek ön planda ama buna rağmen dilden hiç ödün de vermiyorsun. Dili kendi iradesi olan bir varlık olarak kabul ettiğinizde bunu öyküde nasıl var edebiliyorsun? Bunun için ne söylersin?
Edebiyat aslında dil demek. Şiirde de romanda da öyküde de edebiyat dil olmalıdır. Bunun dışında biz dil konusunda hep Ataç’ı izledik 50 kuşağı olarak. Ama Ataç’ın yalnız özleştirmeci yanını değil, Ataç’ın dili kullanmadaki sentaks, yani söz dizimini izledik. Nasıl bir söz dizimi yapıyor, devrik cümlelerle bir kelimeyi daha etkin bir şekilde nasıl kullanıyor dizim içinde. Bir sözcüğü şuraya koyarak ya da öbür tarafa koyarak nasıl bir etkinlik yaratıyor. Yani onu çok iyi izledik ve Ataç’tan o konuda çok şey öğrendik. Ben buna hep çok önem verdim, yani kelimeleri, sözcükleri yerli yerine yerleştirerek bir söz dizimi kurmak.
Yazmakta olan, yazmaya heves eden, yazmak isteyen genç arkadaşlarımıza ne demek istersin, nasıl bir mesajın olabilir?
Ben başlangıcından bugüne Türk edebiyatının çok iyi izlenmesi gerektiği kanısındayım. Mesela bizde modern romanı ilk getiren Halit Ziya Uşaklıgil. Halit Ziya Uşaklıgil’den başlayarak okumaları gerekiyor. Ve okurken düz okuma değil, yorumlayarak, irdeleyerek okumak gerekiyor. Sabahattin Ali’yi irdeleyerek okuduğunuzda çok başka bir şey görüyorsunuz. Onu okuduğunuz zaman nasıl bir betimleme ustası olduğunu görüyorsunuz. Sait Faik için hep avare yazar derler, hayır, Sait Faik’i dikkatle okudukları zaman ne kadar gerçekçi bir yazar olduğunu anlayacaklardır. Orhan Kemal’e hep “diyaloglarla anlatıyor, bu kolay bir anlatımdır” derler. Değil. Orhan Kemal’de hiç psikolojik çözümleme yok, hiç yok, ama diyaloglarda var. Karakter anlatma Orhan Kemal’de yok ama diyaloglarda var. Diyaloglarla hem karakter anlatıyor hem psikolojik çözümleme yapıyor. Onu okuyarak görmek lazım, bilmek lazım, yararlanmak lazım. Yani böyle bir okuma biçimi geliştirmek lazım. Ama bizim genç yazarlarımız öyle yapmıyorlar, en son şeyden başlıyorlar, ötekilerini bilmiyorlar.