6 Şubat sabaha karşı 04.17’de, Maraş merkezli 7.8 büyüklüğünde yaşanan deprem Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı en büyük felaketlerden biri oldu. Aynı gün yine 7.4 büyüklüğünde olan depremin ardından bu defa Antakya’da 20 Şubat’ta bir deprem daha meydana geldi. Karanlık bir geceye uyanan ve devamında dinmeyen depremlerle 11 ilden Antakya, Adıyaman ve Maraş’ın tamamına yakını yıkıldı. Depremin ilk günü, gün ağardığında ortaya çıkan tek yıkıntı ise şehirlerde oluşan enkazlar değildi, 20 yılda hiçbir önlem almayan devlet depremin şiddetini ve kaybını artırmaktan başka bir şey yapmadı. Yardımlar engellendi, depremzedelerin, hatta göçük altındakilerin sesini duyurmaya çalıştığı Twitter bandı daraltıldı. Irkçılık ve yağma söylemiyle linçler yaşandı.
Tüm bunların ortasında halk kendi çabalarıyla dayanışmayı büyütmeye devam etti. Siyasi partiler, sendikalar bölgeye koştu. Yardım ağları ortaya çıktı ya da başka sebeplerle bir araya gelmiş insanlar, kuruluşlar birer gönüllüye dönüştü. Nehna da bunlardan biri. Antakyalı Ortodoks Rumlar ve Arapların bir araya gelerek kentin hafızası, çok dilliliği ve de kültürü için yazılar üreten bu ekip memleketleri için birer dayanışma gönüllüsü oldu. Sosyal medya ağlarından arama kurtarma, kiliselerdeki aş evleri, çadırlar ve daha birçok şey için kampanya yürüttüler.
Sadece yardım ağını örgütlemedi Nehna ekibi, aynı zamanda Antakya’nın geleceğini de tartışmaya, yazmaya kent için bir şeyler üretmeye devam ediyor. Zira Diyarbakır Sur gibi kentin dokusunu kaybetmemesi için çaba sarf ediyorlar. “Hâlâ buradayız” diyenlere de göçmek zorunda kalıp “Geri döneceğiz” diyenlere de ses oluyorlar. Çünkü onlar için Antakya’nın önemi çok güçlü bir hisle anlatılabiliyor. Nehna ekibinden konuştuğumuz Ketrin Köprü’nün söylediği gibi bir tarif bu: “Öyle bir memleket ki bu insanı ile gönül bağı var. Git bir süre ne yapacaksan yap ama sonra bana geri dön diye fısıldamış gibi kulaklarımıza.”
Nehna’dan Ketrin Köprü ile hem deprem sürecindeki dayanışmayı hem de Antakya’nın önemini konuştuk…
Sizler Antakyalı Ortodoks Rum ve Araplar hatta daha farklı isimlerle de anılan bir coğrafyanın insanları olarak Nehna’yı kurdunuz. Farklı sosyo- kültürel yapılardan gelenler olarak bu coğrafyanın tarihini, kimliğini anlatan, araştıran bir ekip olarak tanımlıyorsunuz kendinizi. 6 Şubat’ta unutulmaya yüz tutan birçok yanıyla da ele aldığınız Antakya’nın neredeyse tamamı yıkıldı. Kalanların da onarılması şart. Yeniden inşayı da konuşuruz elbette ama öncelikle bu yıkım sonrası Nehna’nın sosyal medya ağlarından ciddi bir yardımlaşmayı da örgütlediğine tanık olduk. İlk olarak 6 ve ardından 20 Şubat depremleri sonrası oluşan bu yardım ağını, gönüllülüğü anlatmanızı isteyeceğim.
Bizlerin bir araya geliş amacı içine doğmuş olduğumuz toplumu tanıma, anlama ve bunu anlatma isteğiydi. Ve bunu başardığımızı düşünüyorum. Toplumun unutulmaya yüz tutmuş gelenek ve göreneklerini, adetlerini ve yüzyıllardır anadili olagelmiş Arapça dilini korumak ve yeniden yaşatmak için altı kişi bir araya geldik ve ‘Nehna’yı kurduk. Zaman içerisinde yazar ağımız genişledi ve kısa sürede sadece kendi toplumumuzdan değil, neredeyse herkes tarafından ilgi gördük. Yakın zamanda ana ekibimiz de genişledi, 9 kişi olduk.
Tabii depremle birlikte her birimiz bambaşka roller üstlendik. Kurucu üyelerimizden Mişel Uyar İskenderun’da yaşıyor. 6 Şubat sabaha karşı WhatsApp’tan: “Arkadaşlar çok büyük deprem oldu, biz iyiyiz ama durum iyi değil” diyordu. Annem beni sabah 04:45 gibi iyi miyim diye sormak için aradı, depremin büyüklüğü o kadar fazla ve uzun sürmüş ki annem Türkiye’nin her yerinde deprem oldu sanmış. Ben o sabah artık geri uyuyamadım ve en hızlı bir şekilde Samandağ’a nasıl gidebilirim diye düşünmeye başladım. Telefonla babamı arıyorum, babamın telefonu kapalı annemle sonrasında bir daha konuşamadım. Kuzenimin sadece şu cümlesini hatırlıyorum. Sabah 7’ye karşı “Keti, Samandağ artık yok her şey yıkıldı. Yağmur intikam alırcasına yağıyor göz gözü görmüyor, biz babana bakmaya gittik ama babanı bulamadık” dedi. Ve ben o andan itibaren boş boş evin içinde dolanıp Samandağ’dan hemen hemen herkesi aradım ama maalesef kimseyle o andan itibaren iletişim kuramadım.
Sonra WhatsApp gruptan bizim diğer kurucu üyemiz olan Can Terbiyeli, aracı ile İskenderun’a doğru yola çıkacağını yazdı. Ben de hemen kendisini arayıp onunla gideceğimi söyledim. İskenderun girişine vardığımızda 7 Şubat saat gece 2’ydi ve limandan dumanlar geliyordu. Resmen bir film sahnesini yaşıyor gibiydik, her yer karanlık tek bir ışık yok. O korkunç gecenin sabahına uyandığımızda durumu daha net görmeye başlamıştık. Mar Circos Kilisesi’ne doğru yola çıktık, insanların feryatları, çığlıkları, enkaz başındaki çaresiz bekleyişlere tanık olmak ve hiçbir şey yapamamak… Kilise’de Mişel’i görünce biraz rahatladım sonra hemen bir grup gönüllü aşçı ekibini fark ettim kilisenin bahçesinde. Kurucu üyemiz ve aynı zamanda editörlerimizden biri olan Anna Maria Beylunioğlu hemen işe girişmişti. Dünya Gıda Programı’ndan bir arkadaşının çağrısıyla akademisyenlerden, özel sektör çalışanlarından ve şeflerden oluşan gönüllü bir ekibin Hatay’da belirleyeceğimiz yerlere mutfak kurma amacıyla hemen ertesi gün orada kilisenin bahçesinde gönüllü şefler olarak geldi. Mişel ile Anna konuşmuş ve Mar Circos Kilisesi’nin durumunun iyi olduğunun teyidini almıştı. Sonra bir baktım yavaş yavaş ekipmanlar gelmeye başladı, şaşkın şaşkın etrafa bakıyor, bir taraftan yardım etmeye çalışıyor ve Samandağ’ına ailemin yanına nasıl ulaşırım diye düşünüp duruyordum.
Ben Samandağ için yola çıktım o gün, ancak o gün, o kiliseden sıcak yemek çıkabildi. 7 Şubat akşamı sonunda Samandağ’ına varmış ailemin güvende olduğunu görmüştüm. Fakat öyle çaresizdi ki herkes dışarıda o dondurucu soğukta, bir odun sobası etrafında karanlıkta kalmıştı ailem. Bir an önce bir şey yapma içgüdüsüyle hemen kendimi sokağa attım, yıkılmamış güvenli büyük bir saha arayışına girdim. Ekipten Anna sürekli iletişim kurmaya çalışıyor ve “Ketrin neye ihtiyaç var, oraya da hemen bir mutfak kurduralım, bir yer bul bana haber ver” diyordu. Sonunda Jan ve Suphi Beyluni Lisesi aklıma gelmişti, mezun olduğum lisenin bahçesini bir gün bu şekilde bir koordinasyon merkezine dönüştüreceğim aklıma gelmezdi…
8 Şubat sabahı hemen liseye gittik birkaç arkadaşımla birlikte ve bize yardımcı olabilecek herkesi oraya topladık. Sonra bin bir zorlukla Samandağ’ına ulaşmaya çalışan tırları resmen yolda karşılayıp hepsini liseye yönlendirmeye çalıştık. Fakat bir AFAD yetkilisi olmadan tırların indirilmesine izin vermiyorlardı. Bütün bu çaresizlik içerisinde bir de onlara diller döktük her birimiz. Nihayet bu zorluklara rağmen bütün sorumluluğu üstümüze alarak tırların indirilmesini sağlamıştık. İletişim kurmanın neredeyse imkânsız olduğu bir anda yine Anna’yla görüştük ve bana “Ketrin, Serra Şef geliyor okula ve bir mutfak kuracaklar sen onlara sadece yer göster” dedi. Serra Beklen Şef’le okul bahçesinde o dondurucu soğuk ve zifiri karanlıkta tanıştık. Hemen o an okulu gezdi ama okulun yemekhanesini uygun bulmadığımızdan ertesi gün hemen kilise papazları ile görüşüp kilisenin bahçesine bir aş evi kurabileceğimizi söyledim. Ve Twitter’dan çağrılarımıza yağan destekler ve sonradan Acil Gıda Kolektifi adı verilen, Anna’nın da içinde bulduğu grupla beraber kilisede de bir mutfak kurmuş olduk. Ama bu sırada İstanbul’da bulunan Anna, Emre Can Dağlıoğlu ve Can Terbiyeli bağlantılarıyla bir koordinasyon sürdürüyordu. Bazı noktalarda arama kurtarma ekiplerinde çalışan arkadaşlar onlara ulaştı, İBB ve Ahbap onlarla temasa geçti. Böylece sahadan gelen enkaz bilgisi dahil her türlü talebi ve ihtiyacı doğru noktalara ulaştırabildiler.
Şu an devam eden bir ağ var mı?
Şu an hâlâ Samandağ’daki kilisede kurduğumuz aşevi iki haftada bir gönüllü gelen aşçılarımızla aktif olarak, her gün iki öğün yemek çıkarmaya devam ediyor. Biz de oradan gelen eksik listesini Twitter’dan duyurarak gönüllülerimizden sağlamaya çalışıyoruz. İskenderun’da kilisede çadırlarda kalan bir grup var. Oradaki arkadaşlarımızla Antakya’daki Ortodoks cemaatimiz için Arsuz’da bir konteyner kent kurma projesi içerisindeyiz. Samandağ’da da cemaatteki halkımızın evi bahçeli olduğu için hasarlı olan evlerinin önüne konteyner ayarlamak için birtakım çalışmalar yürütüyoruz. Hâlâ bölgede olan Mişel Uyar’ın ihtiyaç gördüğü, listelediği şeyleri Twitter’da duyurmaya devam ediyoruz. Bununla beraber Nehna’yı ana kuruluş amaçlarımıza yönelik olarak Antakya’nın hafızasını korumaya dair bazı projeler ürettik. Bunları hayata geçirmek için sponsor arayışındayız. Bir an önce hayata geçireceğimizi umuyorum bu projeleri.
Hem Nehna’nın yazılarında hem de Antakyalı birçok kişinin ortaya çıkardığı ortak bir vurgu vardı “Geri döneceğiz.” Bu söz bazı yerlerde “Hâlâ buradayız” olarak da karşımıza çıkmaya devam ediyor. Antakya’nın çok kimlikliği elbette buradaki temel nedenlerden biri. Bu anlamıyla geri dönmenin ya da hâlâ orada yaşamanın koşulları şimdiden bakıldığında ne kadar mümkün kılınabilir?
Evet, Anna Maria “Geri Döneceğiz” diye çok anlamlı ve güzel bir yazı kaleme aldı Nehna’da. Öyle büyük bir felaket ki bu, hâlâ kendimize gelemedik ve uzunca bir süre gelemeyeceğiz maalesef. Birçok insanın haklı olarak göç etmesine, bir süreliğine bile olsa kenti terk etmek zorunda kalmasına sebep oldu bütün bu geç kalınmışlık… Hâlâ birtakım yerlere çadırların ulaşmadığının haberini alıyorum. Bu insanlar en temel ihtiyaç olan barınma ihtiyacı için günlerdir her mecradan seslerini duyurmaya çalışıyor. Artık çoktan çadırdan bir sonraki aşama olan konteynerlere geçilmesi gerekirken biz hâlâ çadır bekliyoruz.
Ne olursa olsun, insanın başına ne gelirse gelsin, Antakya ve çevresindeki halk zorluklarla mücadele etmeyi bilen, direnen bir halk. Memleketini seven ne pahasına olursa olsun terk etmeyeceğini bildiğim o kadar insan var ki! Koşullar ne kadar zor olursa olsun bir gün o koşulların iyileşeceğine hatta kendilerinin el ele vererek, dayanışarak her şeyin üstesinden geleceğine inan büyük bir kesim var. “Hâlâ buradayız” diyen. Bizler de her ne kadar çok önceden dışarıya göç etmiş olsak da “Hâlâ buradayız” diyen insanlarımız için elimizden ne geliyorsa, onların orada kalabilmeleri, göç etmemeleri için koşullarını en iyi hale getirmek için bir araya gelmeliyiz.
Nedir bu koşullar mesela?
Daha önce de söylediğim gibi, ilk önce barınma, sonrasında bu insanların büyük çoğunluğu işlerini kaybetti ki bu göç etmelerinin en büyük sebebi. Çünkü bu insanların geleceğini düşünmek zorunda oldukları çocukları var, onların eğitimlerini düşünmek zorundalar. Hayatlarının en büyük sınavlarından geçiyor bu çocuklar. Artık önlerindeki herhangi bir sınav gözlerini belki de bu kadar korkutmayacak, eğer tüm gerekli desteği onlara sağlarsak. Bir örnek vermek istiyorum şahit olduğum, yeğenim bu sene üniversite sınavına hazırlanıyordu ve ailesinin evi yıkıldı babasının iş yeri de yıkıldı. Ailesi ile birlikte gidebilme şansı var iken kendisi annesinin babasının karşısında durup “Ben burayı terk etmeyeceğim” dedi. 17 yaşında bir genç bu ve onun gibi yüzlercesi, binlercesi var. Şimdi biz bu çocukların orada sınavlarına hazırlanabileceği koşullar yaratmalıyız hep birlikte, belki de en çok orada kalan çocukları düşünmeliyiz öncelikle. O şehirlerin geleceği onların elinde artık. Benim arkadaşlarımın birçoğu üniversitelerini okuyup kendi memleketi olan Antakya’ya, Samandağ’a, İskenderun’a döndü oralarda işlerine başladılar ya da orada iş kurdular ya da evlendiler yuvalarını kurdular. Öyle bir memleket ki bu insanı ile gönül bağı var. Git bir süre ne yapacaksan yap ama sonra bana geri dön diye fısıldamış gibi kulaklarımıza. Bu yüzden çok önceden gitmiş olarak ben bile bir gün Antakya’ya yeniden dönebileceğimin güvenini hâlâ hissediyorum. Hepimiz bunun için ne gerekiyorsa yapacağız.
Bu çok kimlikliliğe bir yanıyla kültürel bir miras varlıkları da eşlik ediyor. Bu anlamıyla Antakya’nın yeniden inşası nasıl ele alınmalı? Diyarbakır Sur örneği gibi bir tehlikeyle karşı karşıya olduğuna dair sizin de yayınlarınızda haberler oldu. Antakya’nın Sur olmaması için ne yapılmalı?
Evet, yine ekibimizden ve editörlerimizden Emre Can Dağlıoğlu’nun Nehna’da gerçekleştirdiği bir röportaj var, Antakya’daki durumun Sur’la benzerliklerine dikkat çeken. Elbette en büyük kaygılarımızdan biri Antakya’nın bir daha aynı yer olamayacağı, tıpkı zamanında Diyarbakır Sur örneğinde yaşandığı gibi. Bunun gerçekleşmemesi için ne yapabiliriz düşünmemiz gerekiyor. Diyarbakır devletin gerçekten en kötü ve acımasız politikalarını uygulamış olduğunu bildiğimiz bir şehir. Antakya ise devletin hep gözünü diktiği bir kent. Tarihsel ve kültürel değerler acısından Sur’un da Antakya’nın da önemi büyük ölçekte elbette. Diyarbakır’da devlet sokağa çıkma yasakları ilan edip mahalleleri ablukaya aldı. Büyük çatışmalar yaşandı. Ve Suriçi’ndeki altı mahalle insansızlaştırılarak iş makineleriyle yıkıma başlandı. Antakya’da da aynı şeylerin yaşanmaması için bizim orada yıkılan mahallerimize, tarihimize sahip çıkıp terk etmememiz gerekiyor. Çok zor farkındayım bir depremzedeye orayı terk etme demek ama oradakilere gerekli desteği sağladığınızda, onlara yanlarında olduğunuzu hissettirdiğinizde, bu imkânsız değil.
Emre Can Dağlıoğlu aynı zamanda bazı kiliselerin kayıtları olmadığı için yeniden inşada sıkıntılar yaşanacağına dair sosyal medyadan bir bilgi paylaşmıştı. Buradan hareketle kilise ve vakıfların yıkım aşamasındaki varlıklarına da el konulup konulmayacağını bilmediğimiz bir süreç de var. Bu anlamıyla tehlikede olan yapılardan söz edilebilir mi?
Samandağ ve Altınözü’nde bazı kiliselerin tescilli olmamasından ötürü böyle bir tehlike vardı ama Nehna’nın yaratılmasına katkı sunduğu kamuoyu baskısıyla bu tehlikenin şu an için kalktı. Bir de vakıfların kültürel veya dini yapı olmayan mülklerinin yeniden yapım sürecinde ne olacağına dair şüphelerimiz var, 126 sayılı Kararname, bu mülkler konusundaki tüm tasarrufu itiraz yolu kapalı olacak şekilde devlete bırakıyor. Dolayısıyla bu konuda endişeliyiz.
Elbette yıkım sadece bir şehrin kimliği kadar o kimliği inşa eden insanlar için de büyük bir kayba sebep oldu. Aslında benzer bir soru sordum ama tümü itibariyle hem şehir hem insan kimliğiyle eski bir Antakya yeniden mümkün mü?
Mümkün olduğuna inanmak isteyenlerdenim. Eğer bizler oraları terk etmezsek, hep birlikte Antakya’dan yolu geçmiş her insanın yapacak bir şeyi olduğuna inanıyorum. Bizler oraları sahipsiz bırakmazsak eski Antakya’yı yeniden inşa etmek mümkün. Dayanışmanın ne kadar etkin olduğunu hepimiz bu süreçte gördük ve önemli olan bu dayanışmanın sürdürülebilir olması. Vazgeçmememiz gerektiğini ve de bunun çok uzun soluklu bir yol olduğunu ve de bu yolun her bir kısmına dâhil olarak oradaki insanlara nefes olabileceğimizi düşünüyorum.