Edebiyatın herhangi bir türünün ve şiirin masabaşında yazılabileceğine hiçbir zaman inanmadım. Dili “müştemilat” olan şiirlerin, düzyazı metinlerin ruhunu ilginç bulanlardanım. Şehrin dışındaki pahalı sitelere benzeyen, kendisinin dışındaki “dünyada” her ne olursa olsun, kendi gündeminin peşinde olan, hiç etkilenmeyen, üst bakışını hep koruyan dilden uzak durmayı tercih ettim. Çünkü onların rağmensiz metinlerinde parmak izi bulamadım.
Sonsuz ev diye bir şey yoktur. Adorno, ikâmetin mümkün olmadığını söylerken, aslında evde “evde hissetmenin” mümkün hatta ahlaki olmadığını belirtiyordu. Dışarısı, yani ikincil doğayla kalın, ısı yalıtımlı, arasında duvar örmüş bir zihin hangi çelişkinin farkına varabilir? Evin aslında tekinsiz olduğunun farkında olan şair ya da yazar, kendisini rahat hissettiğini sandığı yerin aslında korkularının da uyandığı yer olduğunu bilir. Evin bazen sadece beden, bazen de her şeyi sarmalayan doğa olduğunu da… Bundan belki, memleketimden insan manzaralarını dört duvar arasında da olsa anlatabilecek poetikaların hamurundan şiirler insan çaresiz hissettiğinde elinden tutuveriyor.
Müştemilatlar nasıl bozulmak için kurulursa, çuvallamaktan korkmayan, çuvallayan şairlerin diline yakınlık hissettim. Ben demekten de, biz demekten de çekinen, üçüncü şahıs zamirinden mürekkep, yazanı tanrı, dünyayı laboratuvar sanan şiir anlayışının, Samatya’nın denize inen çakırkeyif sokaklarında, Hadımköy’deki fabrikalarda bant başında, Bağ(cı)lar’da nasıl bir karşılığı olabilirdi ki? Olamadı da, arka sayfadaki reklamlarının poetikasını taşıyan dergilerin sayfalarının arasında, neo ile başlayan tartışmalarsa herhangi bir matriks yaratmadan sönüp gitti. O dergilerin uydu kentleri olan mahfiller de… Oysa fanzinler ve fanzinlerin ruhunu taşıyan mecralar hep sürer. Yayımları süreli olup, sonlansa bile, sonlanmaya yazgılı olsalar dahi… Aslında bu da şiirin ruhuyla örtüşür. Bir şair[1], sohbet ederken, “peşin satın alınamayacak” tek şeyin, şiir olduğunu söylemişti. Gerçekten de şiir ve şiire ilişkin mecralarla ilgili meteorolojik tahminde bulunmak güçtür, pencerenizi sonuna kadar açmanız gerekir.
Şiirde de, öyküde de “dünyayı laboratuvar olarak görme” bir başka deyişle yabancılaştırmayı bir yöntem olarak görerek, mesafeli metinler kaleme alma itkisi mevcut. Bu metinlerde anlatımsallıktan çok, uzaktaki bir nesneyi işaret etme duygusu yer alıyor. Hiç metrobüse binmeden, metrobüse binenleri anlatmaya çalışan bir antropolog gibi yazan… Hayatın tesadüflerinden de hatalarından da uzak, yaratıcılığın bulaşmadığı, daha çok bir son ütücünün elinden metinler… Her şeyin pürüzsüz olması amacı. Hâlbuki hayatın içinde hata vardır. Bu zenginliğidir. Zaten edebiyat ve şiir de dili, olanı biteni anlatırken, biraz da rayından çıkarmak değil midir? Yürüyebilen ama dans edemeyen ayakları kim tercih eder?
Türkçe şiir, egonun hiperplazisi ile süperego otomatizmi[2] arasında savrulan bir tarihe sahiptir. Süperego otomatizminin hâkim olduğu şiirlerin toplumsal olanı önceleyen bireysel olanı bir anlamda geride bırakan şiirler olduğunu, egonun hiperplazisinin toplumcu olanın dışta bırakıldığı bir(eyci) şiiri işaret ettiğini düşünebiliriz. Ancak şu soruyu da sormamız gerekir, bireysel olanla kolektif olan birbirinden bu denli kopuk mudur? Uzak olsa, Turgut Uyar Divan kitabını kaleme alabilir miydi? Ataol Behramoğlu bir şiirine “Bu gün seviştim, yürüyüşe katıldım sonra,” diye başlayabilir miydi? Ve Ahmet Telli, “Soluk Soluğa” şiirini yazabilir miydi? Ya Gülten Akın’da toplumsallıkla bireyin gerçekliği bir arada değil midir? “En ağır sınavdan en saf olan geçer/öder geçer” Alain Badio, şiirin hakikatin estetik üretimi olduğunu ifade eder, bu üretime toplumsal ve bireyselin denge halinde oluşuyla ulaşılabileceği açıktır. Ancak bu çetrefilli hal, tel üzerindeki tel cambazının durumuna da benzetilebilir.
Şiirin günümüz semptomlarına bakarsak, bir denge halinden çok, bir savrulma hali dikkatimizi çeker. Modernizmin bağlılık duygusu ile postmodernin kopma itkisi bir arada gibidir, bunun sonucu da metamodernist bir parodileşmeye doğru ilerlemektedir. Sosyal medyaya yazanın içkin tavrı bunun için billur bir örneği sunar. Bir yandan olana bitene, ama en çok da kendisine ilgiye ilgisizdir, bir yandan da kitaplarının ikinci baskıları onun için bir coşku kaynağıdır.
Metamodernist ikilemde en çok da coşku ve ironi duygusunun bir aradalığı sorgulanabilir. Coşku, aidiyetle ilişkilidir. İroni ait olmama, uzakta kalmanın sonucu bir bakışla yaratılabilir. İroni, postmodernist yazım tekniklerinin arasında görülürken, Amerikan Heritage Sözlüğü tarafından, “beklenenle gerçekte olan arasındaki uyumsuzluk” olarak tanımlanmıştır, uyumsuzluğun ya da çelişkinin ifşası, bir eleştiri yöntemi olarak da gösterilmiştir. Ancak tuhaftır ki, ironi bir kritik aracıyken, ironinin eleştirisine rastlamak güçtür.
Peki, ironinin eleştirisi mümkün mü? İroninin teknik olarak kullanıldığı metinler, özellikle de şiirler “ideal ve abartı” arasında savrularak, parodileşmektedir. Beklenen hep ideal olmak zorunda mı, gerçeklikle ideal arasında (çel)ilişkiyi göstermek için hep abartı sanatına mı başvurmak zorunda şair? Gerçeği başka türlü beklediğinin üzerinden aşırtamıyor mu? Ve ironi her zaman ağzın isyankâr ama müstehzi bir gülüşle kapandığı an olmak zorunda mı? Her şair, elbette avangart olmak zorunda değil, ama yeniye göz kırpıyorsa ve her şair aslında, yeni şiire göz kırparsa, edimsellikten bunca vazgeçerek, felç olarak yeniye uzanmak mümkün olabilir mi?
Şiir yapıbozumcu mudur, yoksa Ücra’da konuşulmuştu, hatırlıyorum, yapbozyapcı mıdır? Zaten böyle değilse, hiçbir şey kurmadan sadece yıkıyorsa, yağmacı mı demeliyiz ironiye kapanmış şiire? İroni yarattığı hiçlik içinde yeniye uzanmıyor. Peki, geçmiş? İronik metnin geçmişi var mı? Yoksa yaslandığı “askıda bir tarih” midir? Askıda tarih dediğimiz masaldır, çünkü isteyen istediği gibi icat edebilir yani “şairane bir yalan”… Oysa şairane olmadan da şiir yazılabilir. Ayık ve çakırkeyif görünmek sahicilik midir? Eleştiri erkini elinde bulundurduğunu sanmak, yani ironik dizeleri sıralamak, ne zayıflıkları örter, ne de dünyayı anlamış gibi gösterebilir. Ne de büyük meselelerde konformist olduğunu, küçük şeylerde asileştiğini saklayabilir.[3] Ya da tümünü becerebilir!.. Tâ ki, biri “konuş ki seni görebileyim” diyene kadar…
İroni edimsellikten uzaklaşmanın bir yöntemi olduğunda, onu negatif ironi olarak adlandırmaktan yanayım. Pozitif ironi mümkün değil mi? Elbette, mümkün… İroni, eleştirelliğin estetik edimselliğini fark ettiğinde, haksızı amansız bir biçimde kendisi olmaya zorlar, kendi kendinin yıkımına, çürümesine iter. Yaşar Kemal’in edebiyata taşıdığı bir Anadolu sözü, “Zulmün artsın ki çabuk zeval bulasın” tam da bunun bir örneğidir.
Tuvalet kâğıdı peşinde koşma bireyciliğinden balkondan balkona şarkı söyleme kolektivizmi arasında gidip geldiğimiz kapanma günlerinde, virosferin kozmik ironisi içinde yaşamaya devam ederken, askıda bir soru bırakıyorum: yazar ya da şair kendi mitosferini kurmaya çalışırken, sözcükler de maske takacak mı? Edimselliği ironi maskesiyle hiçlik derecesini indirirken, insan bir bitki gibi hareketsiz durduğunu sanabilir. Elbette bitkilerin birbirleriyle bin dille iletişim kurduğunu, köklerinin, yapraklarının birbirine uzandığını bilmediğinden… İronik şairin kalemi bir bitki kadar durağan görünse de çağ silip süpürürken, peki, onun kadar masum ve zarif kalabilir mi?
[1] Ozan Can Türkmen, Bostancı Sahil.
[2] Ücra dergisinin arka sayfasında yer alan Bülent Keçeli ve Murat Üstübal sohbetlerinde okumuştum, Üstübal’ın yarattığı kavramlardan ödünç aldım.
[3] Søren Kierkegaard’ın İroni Kavramı ve Vladimir Jankélévitch’in İroni kitaplarına bir göz atın.