Sanat ve kültür, her zaman toplumsal dünyanın farklı düzey ve alanlarında yaşanan çatışma ve gerilimlerin izini taşır. Bilhassa şiddetli gerilim dönemlerinde (ki Türkiye’de bu dönem neredeyse hiç bitmedi) çok açık biçimde böyledir bu. O düzeyler arasında en fazla da politikadaki çatışma ve gerilimler kendi karşılığını kültürel alanda çarçabuk bulur. İktidar ve ideoloji bağının somut yapı, kurum ve ilişkilerini içeren kültür; yöneten ve yönetilen ilişkisinde kıymeti yüksek, ihmale gelmez bir mücadele alanıdır.
Türkiye’de kültür, epeydir “kültürel hegemonya” ya da “kültürel iktidar” tartışmaları sebebiyle böyle bir niteliktedir.
“Kültürel hegemonya” 2010’lardan beri gündemde olan bir mesele. Özetle, AKP’nin siyasal alanda iktidar olmasına rağmen ideolojisinin kültürel alana hâkim olamadığı tespitinden hareket ediyor; siyasal İslâm’ın politik iktidarını kültürel alana taşıma ve politikada olduğu gibi kültürde de “yerli ve millî” olarak ifade edilen kendi tarzını, kendi bakış açısını hâkim kılma arzusunu ifade ediyor.
Bu arzuyla kültürel alanı adeta bir savaş alanı gibi kullanıyor siyasal iktidar. Seri müdahaleler, hücumlar tertip ediyor. İktidarın geçtiğimiz aylardaki ses getiren hücumu, ID iletişimin sahibi menajer Ayşe Barım soruşturmasıydı. İlkin kendisine oyunculuk sektöründeki tekelleşme iddiasıyla soruşturma açılıp gözaltına alındı Barım. Sonra mesele Gezi Parkı olaylarına uzandı. Barım’ın “Gezi Parkı olaylarının planlayıcılarından olduğu” ve “hükümeti ortadan kaldırmak amacıyla, menajerliğini yaptığı oyuncuları Gezi Parkı’na planlı şekilde yönlendirdiği” iddiasıyla tutuklandı. Bu kapsamda “tanık” sıfatıyla bazı popüler oyuncuların ifadesi alındı. Hatta bunlardan Halit Ergenç ile Rıza Kocaoğlu hakkında “yalan tanıklık” suçundan 4 yıla kadar hapis istemiyle iddianame düzenlendi. Soruşturmayı yürüten savcılık, medyayı da incelemeye aldı. RTÜK’e bir yazı yazılarak, Gezi Parkı olayları sırasında “propaganda mahiyetinde yayınlar yapan” medya kuruluşlarının yayın kayıtlarının soruşturma dosyasına gönderilmesi istendi. Bütün bu soruşturmaların, belki ayrı ayrı, belki tek bir “torba dava”ya dönüştürülerek kültürel alan içinde tanımlanan medyayı kuşatacağı söylentileri temelsiz değil.
Bir de aynı günlerde Gassal dizisiyle dikkatleri üzerine çeken Tabii olgumuz var. TRT’nin dijital yayın platformu Tabii, şüphesiz ki siyasal iktidarın kültürel alana dönük hegemonik gayretinin bir uzantısı. Dijital yayıncılık alanında Netflix, Amazon Prime, Disney+ gibi platformlara alternatif olması maksadıyla, “yerli ve millî değerler” odaklı içerik üretmede stratejik rol üstlenecek bir platform olarak kuruldu Tabii. Gassal’a kadar muhalif cenahın ilgisini çekmedi platform, çünkü TRT’den alışık olduğumuz hep aynı türde yapımlarla başladılar işe. Fakat Gassal farklıydı. Başlangıçta önyargılıydık diziye karşı zira siyasal iktidarın kültürel alan üzerindeki hegemonik gayretinin uzantısı olan bir platformda yayınlanıyordu. Daha dizi yayına girmemişken, tanıtım kampanyasında kullanılan “Ölünce beni kim yıkayacak?” sorusu (bekleneceği gibi ve doğal olarak) bu bağlamda değerlendirildi. “Ölünce beni kim yıkayacak?” sorusunun kitlelere “Bu dünyayı (zamları, yoksulluğu vs.) boş ver, zaten fâni; sen ahireti, ölümü ve ölümden sonrasını düşün” demeye geldiği yorumları yapıldı. Oysa tam aksine, dizide baş karakterin kendi dünyevi varlığını, en temelde de şu hayattaki yalnızlığını, kimsesizliğini sorgulamasının bir aracı olarak işleniyordu bu soru. Ne denli kutuplaştırıldığımızın açık gösterenlerinden biriydi Gassal hadisesi.
Sonrasında bir hınç, karalama ve yaftalama faaliyeti olan Cihangir Cumhuriyeti geldi. O da Tabii yapımıydı ve bu kez hiç şaşırtmadı. Hakkında uzun uzun konuşmaya gerek yok; ismini duyduğunuzda, veyahut iktidarın ateşli tenorlarından birinin Cihangir sakinleri hakkında ne söyleyebileceğini hayal ettiğinizde aklınıza ne geliyorsa işte öyle bir dizi. Ve şimdi de ne biçim bir şey olduğu tanıtım sloganından, spotundan belli olan Yankı: Görünmez El girdi yayına. Bu yoğunluğu bakılırsa, Ayşe Barım üzerinden yürütüldüğü iddialarını temelsiz kılmayacak biçimde, dizi piyasasındaki hegemonyaya göz koymuş görünüyor siyasal iktidar. Nitekim, Mart ayı ortasında da Rekabet Kurumu, Netflix, Disney+, Amazon Prime, Blutv, Exxen ve Gain platformlarına soruşturma açıldığını duyurdu.
Yani kültürel iktidar ya da hegemonya arzusu tüm gücüyle dijital medyaya da yönelmiş durumda ve aslında bu son derece doğal, çünkü dijital medya kültürel etkileşim ve yayılımın lider mecrası artık. Günde kitap okumaya ortalama bir buçuk dakika ayıran yurttaşlarımız, (ağırlıklı olarak sosyal medya olmak üzere) dijital medyaya sekiz saatini veriyor.
Ayrıca işin ekonomik tarafı da var. Milyonlarca dolarlık film ve dizi sektörü söz konusu. 2024 yılında Türk dizilerinin sadece yurtdışı satışı 500 milyon doları aştı. Unutmayalım ki AKP, İslâm’ın ve piyasa liberalizminin fonksiyonel bir sentezi olarak iktidara geldi. Sonuçta medya da bir üretim aracı, pazar ve piyasa için bir değer üretiyor. Dijital medya da öyle, o da bir üretim aracı. İletişim Marksist araştırmacıları çoktandır dijital medyanın ekonomi politiğine odaklanmış durumdalar; Marx’ın “emek”, “değer”, “ücret” gibi temel kavramlarını hem dijital medyayı anlamakta yararlanılacak bir araç olarak sunmuş hem de bu kavramları dijital medyanın tekniği, iktisadı, kültürüyle ilişkili olarak güncellemiş durumdalar. Bir “sosyal fabrika”ya dönüşmüş sosyal medyada, dijital platformlarda içerik üretmek de bunlara vakit harcamak da piyasa için değer üreten bir şey. Devlet, hele ki AKP idaresindeki devlet piyasayı asla ihmal etmez, kendi başına bırakmaz onu.
İktidar “yerli ve milli kültür”, “muhafazakâr kültür” filan diyor ama gündeme baktığınızda bunun daha ziyade polis ve adliye marifetiyle kurulmaya çalışılan bir “kültürel hegemonya” olduğunu görüyorsunuz. Halbuki kültürel alanda iddianız varsa, bunu beğenmediğiniz mevcut kültür dünyasını aşacak ürünler ortaya koyarak yapabilirsiniz. Ama yirmi küsür yıllık iktidar döneminde, her türlü imkân mevcutken üstelik, “Huzur Sokağı”nın, “Minyeli Abdullah”ın yanına yeni bir eser, Kısakürek’in, Sezai Karakoç’un, Özdenören’in yanına yeni bir isim ekleyemediklerini herkes görüyor, söylüyor. Çıkarabildikleri “şair”e bakın: Mezhepçi, küfürbaz İsmail Kılıçaslan! Eğer bugün iyi sanatçıları yoksa, ideolojilerindendir; iyi sanat yapıtları yoksa, ideolojilerinin iyi sanat yapıtına muhteva olamayacak kadar (pek meraklı oldukları dille söyleyeyim) “tefessüh etmiş” olmasındandır.
Ama zaten maksat sinema, edebiyat, sahne sanatları, plastik sanatlar gibi alanlarda yetkin ve kalıcı eserler vermek filan değil, asıl mesele siyasal iktidarın kültürel mühimmat ve tahkimatını eksik etmemektir. Yoksa zaten (TÜİK’in açıkladığı verilere göre) önceki yıl 15 yaş ve üzeri fertlerin yüzde 69’u hiç kitap okumamış, yüzde 85,3’ü sinemaya, yüzde 93,7’si canlı gösteriye (tiyatro, konser vs) gitmemiş. “Kültürel hegemonya” ifadesinde içerilen mânâ ve hedef de esasen gündelik yaşamı muhafazakârlaştırabilmekti. Politik iktidarların kültürden muradı, insanların (hâl, tavır, tutum, davranış, öncelik, beğeni ve yatkınlıklarımızın oluştuğu) yaşamsal çevresini (habitusunu) belirleyip biçimlendirmek ve böylelikle kendine uyumlu kitleler yaratmaktır. Bu bakımdan, AKP nezdinde mesela Millî Eğitim Bakanlığı’nın Diyanet İşleri Başkanlığı ile imzaladığı ÇEDES projesinin opera ve baleden daha çok önemsendiğine şüphe yok.
Erdoğan ve AKP’nin birincil hedefi iktidarda kalmaktır. Toplumsal dünyanın (ekonomi, politika, hukuk, sağlık, eğitim vs) bütün alanlarında olduğu gibi kültürel alandaki bütün söylem ve politikalarının ana kaynağı ve temel amacı da bunun ideolojik koşullarını yaratabilmektir. Ortaya konulan söylemde, kültürel iktidarın yerli ve millî olmayan sahipleri var, “beyaz Türkler”den, Kemalistlerden solculardan oluşan bu kokteyl zümreye karşı mücadele veriyor siyasal iktidar. Şüphesiz bir mağduriyet söylemi de var burada ve bu aslında muhalif kesimlerde politik zayıflığı telafi eden bir böbürlenme de yaratmıyor değil. Kültürel hegemonya arzusu, doğal olarak, kültürü muhalif kesimler için de terk edilmeyecek bir özgürlükler alanı haline getirdi. Genel olarak, politik alan içinde toplumsal muhalefetin iktidarı sarsacak güce erişemediği her yerde ve her zamanda kültür muhalefet için özel bir önem kazanmıştır. Buna istinaden muhalif kesimler için kültürel alan siyasal iktidarın hücumlarına karşı bir savunma, hatta mümkünse bir karşı hücum hattı olma özelliği taşıyor.
Türkiye’nin temel sorunları elbette kültürel değil sınıfsaldır ama her türlü gerilim ve çatışma halini politik iktidar tahkiminin aracı olarak kullanan iktidar, kültürel alanı da bu şekilde kullanmaya çalışıyor. Zaten kültürel kimlikler üzerinden ilerleyen tüm ideoloji ve siyasetlerin temel açmazı da budur, sınıfsal açıdan ortak çıkarları olanları birbirlerine düşürür. Maddi dünyada yaslanabileceği somut bir dayanağı yoktur kimliğin. Bu yüzden iktidarın gücü karşısında da dayanıksızdır. Kimlikler, yabancılaşmış ben’in toplumsal rollerinden ibaret birer yapıntıdan başka bir şey değiller. Kimlik, belki ilkin (postmodernist itkiyle) sistem tarafından uydurulmuş üst kimlik’lerin baskıcı, tek tipleştirici etkisine karşı tasavvur edildiler; ama sonuçta onlar da bu etkiden uzak durulduğu yanılsaması veren, -bu nedenle de- yalnızca, uydurulmuş başka türden bir yapıntıdır. Yalan bir özdeşleştirmeye karşı oldukları için belki de sahiden kısmi bir direnme alanı yaratırlar; ama sahici bir karşıtlık yaratacak gerçeklik zemininden de maalesef yoksundurlar. Çünkü sistemler, kimlik değil birey yaratır ve birey de son derece karmaşık, yoğun, kapsamlı somut bir toplumsal durumdur. Bir dindar muhafazakâr ya da laik modern, bugün yalnızca Whatsapp’dan “Hayırlı Cumalar” mesajı atan bir dindar muhafazakâr ve yalnızca TV’de “Kızıl Goncalar” izleyen bir laik modern değildir; aynı zamanda aile babasıdır, ev hanımıdır, ücretli emektir, yoksuldur ya da zengindir, memurdur, amirdir, sendikasız bir şirketin freelance çalışanıdır vs…
Kültürel muhalefet, kültüre sığınan politik karamsarlığın eseridir. O yüzden, yetersiz ve çelişkili sonuçlar üretmeye meyilli bir tutumdur. Bunun yaygın bir örneği “gerçeklikten kaçış”tır. Bu ülkenin muhalif okur yazar kesimi -politik bir karamsarlıkla- gerçeklikten kaçıyor. Cazip de geliyor çünkü görünüşte muhalifliğe halel getirmeyen konforlu ve maliyetsiz bir tutumdur bu. Çünkü gerçeklik, sorumluluk almak, bir işin ucundan tutmak, çalışmak çabalamak demek. Nitekim sorumluluk almaktan, çalışmaktan yüz çevirenler tabii ki İstanbul’a, Ankara’ya, Diyarbakır’a değil de -mesela- Urla’ya kaçıyor. (“Belle epoque” dönemi romantizminin İsviçre Alpleri gibi oldu Urla. Avrupa’da Birinci Dünya Savaşı’na kadar “kaçışın dehaları” buraya sığındı. Ama Alplerde olup bitenin bir önemi yoktu. Tarih, Berlin’de, Paris’te, Londra’da yapıldı. Bu şehirlerde -demek ki- daha “dikkate değer” insanlar vardı ki kaçanların romantik ütopyalarına rağmen 1914 yılında orduları harekete geçirebildiler. Şimdi Urla’da olup bitenin de bir önemi yok, olmayacak. Tarih, sanki İstanbul’da, Ankara’da, Diyarbakır’da yapılıyor gibi.) Urla, bir sembol; Datça’ya, Assos’a kaçanlar da var. Kaçamayanlar Cihangir’e, Moda’ya sığınıyor. Veyahut kimi de sistemle marjinal bir uzlaşma içine girerek gerçekleştiriyor kaçışını. Halkın tercihleri karşısında bohem bir kırılganlıkla “Benden bu kadar!” deyip sisteme katılıyor, onunla bütünleşiyor. Ama güya marjinal biçimde yapıyor bunu, nihayetinde okur yazarlığına halel gelmemesi lâzım! Kendi kültünü, ritüelini bu yolla sürdürüyor. Bunlardan hiçbirini yapamayan da “Kızıl Goncalar”ı izliyor. Küsme noktasına gelmiş olanlarımız, “hâlâ bizim olan” kültürün bu alanına sığınıyor.
Ne neyitle yapılmış olursa olsun, bütün kaçışlar, maalesef, yanlış ve kötü dünyayı uslu uysal kabullenmekten başka bir işe yaramıyor Bunlar, içinde yer alması kaçınılmaz, dışına çıkılması ise imkânsız bir hayatın saygınlaştırıcı, haklılaştırıcı deneyimlerine dönüşüyorlar. Bu türden ihtimallerin önünü kesmek için muhalefetin daima somut, geniş ve güçlü bir sosyal taban ya da sınıflar ittifakına dayanması gerekir. Kültürün muhalefeti dört dörtlük olsa dahi doğaldır ki toplumsal düzeyde hiçbir şeyi değiştirmez. Şüphesiz ki gerçek bir toplumsal değişim için çok daha fazla şey gerekir. Nihayetinde kültür soyut bir alandır; gerçek bir değişim içinse somut mücadele alanlarına ihtiyaç var.