Zaman geçer ve susturulan insanların sesinin yükseldiği bir kurgu, gerçeğin bütün olanaklarıyla ses verir cümlenin gücüyle. Su, huzur ve mutluluk düşleri kuran insanların ertelenmiş düşleri girer roman sayfalarına. Latife Tekin, uzun süren yılların ardından iki yeni romanıyla hayatımıza yeni sorular ekledi. Sorduk, soruyla karşılık verdi. Manves City ve Sürüklenme üzerine içimizden birinin içten sözcükleri çıktı ortaya.
“Yuvası dağılanın yurdu genişlermiş,” diye bir deyim/cümle geçiyor Manves City’nin başlarında. Devam eden sayfalarda Nergis sık sık bu meseleye değiniyor “Hani ev, hani yuva?” sorusuyla bitiriyor yazılarını. Çöp karıştıran yaşlı kadına söylemiş bunu Nergis “Fakirlerin evi olmaz, yuvası olur,” demiş. Nasıl bir hiyerarşik ve sınıfsal düzlem var ev, yurt, yuva üçgeninde? Sizin “yoksulların bilgisi” diye adlandırdığınız dil ve kavramlar bu tür durumlarda mı kendini gösteriyor; mal, mülk, yurt, yuva, ev, bark?
Bu sınıfsal hiyerarşinin nedenini sormuyorsundur elbet bana. (En azından Ailenin, Özel Mülkiyetin Devletin Kökeni’ni okumuşuzdur ikimiz de.) Önce her şey herkes içindi, Don Kişot bu zamana Altın Çağ der ya. Hemen herkes göçebeydi önce. Şimdi de öyleler, en azından zihinsel göçebe. Göçebeler bir yerden bir yere göç ettiklerinde, bulabildikleri en uygun ortama bir barınak kurarlar önce. Sonra da çevrelerini yaşanabilir duruma getirecek biçimde bitkilerden ağaçlara, hayvanlardan insanlara kadar genişleyen bir habitat oluştururlar. Türkçede bu duruma “vatan etmek” denirdi bir zaman, Namık Kemal’in “vatan”ından da çok önceki uzun mu uzun bir zamanda. Sonra nerden türedilerse türediler, biz öyle diyelim, zorbalar geldi, onları sökün ettirdiler vatanından ilinden. Bu ezeli tarihsel dert türkülerle birlikle savurulur gelir günümüze; daha dün Halepçe yakılır, Bağdat yıkılır, Kerkük, Şengal, Kobane yanar ateşler içinde. Kenya’da, Kongo’da, Arakan’da, Senegal’de… Hemen her yerde yoksullar bir gecede çığlık çığlığa kaçışır yuvalarından, kuşlar gibi. Dünyada hiçbir yer tekin değildir fakire. Ev daha yerleşik bir kavramdır. İşi, gücü, konumu, tehditsiz yaşamı; her bakımdan güvenli oluşun kavramıdır ev. Nasıl evi olsun? Olsa olsa başını sokacağı bir yuvası olur kuşlar gibi. Kuşların bile yuvasız olanıyla özdeşi kurar en fakirimiz. “Yuvasız kuşlar gibi kalmışım perakende.” Ya da çocukluğumda duyduğum, Muharrem Emmi’nin (Ertaş) şu türküsündeki gibi her an yüklenik yaşar yoksullar: “Yüklendi barhanam çekildi göçüm/ Bilirim kusurum affeyle suçum/Genç iken ağardı başımda saçım/ Küskündür gönlüm yâre söylemem”. Dünya insanların ortak evi olana kadar yoksulların evi olmayacak kanımca, olsa olsa yuvası olacak. Nergis’e candan katılıyorum.
Gittikçe hoyratlaşan, zenginleştikçe çürüyen, çürüdükçe daha bir zalimleşen karekterler var her iki romanda da. Seralar, teknoloji, madenler ya da dünya zevkleri çoğaltıyor bu çürüme. Bu kötülük karşısında edebiyatla nasıl baş edebiliriz?
Bunun gibi sorularla karşılaştığımda aklıma hemen Elias Cannetti geliyor. Onun Sözcüklerin Bilinci’nde, Yazarın Uğraşı başlıklı yazısında da bu konu tartışılıyor. “Gerçekte bugün yazar olma hakkından ciddi olarak kuşku duymayan bir kimse yazar sayılamaz. İçinde yaşadığımız dünyanın durumunu göremeyenin o dünya üzerine yazacak hemen hiçbir şeyi yoktur” diyecek kadar konuyu derin bölgelere çekiyor Canetti. Şu soruyu kendisine de soruyor: “Yeryüzünün bugünkü durumunda (savaş ortamıdır bu durum) yazarların ya da bugüne dek yazar sayılmış olanların yapabilecekleri bir şey var mı?” Bu konuyu düşünmek, harcanmaya değer bir çabadır dedikten sonra bir örnek veriyor. İkinci Dünya Savaşı başladığında kimsenin tanımadığı müntehir bir yazarın bıraktığı nottan söz ediyor. Not şu: “Her şey bitti artık. Gerçekten bir yazar olsaydım, savaşı önleyebilmem gerekirdi.” Canetti de bu notla karşılaşan herkes gibi “ne saçma” diyor önce: “Sinirlendim bu cümleyi okuduğumda (…) İşte, diye düşündüm, ‘yazar’ sözcüğünde bana en itici gelen şeyi burada buldum; Bir yazarın yapabileceğinin üst sınırıyla düşünülebilecek en büyük çelişkiyi oluşturan bir istem; yazar sözcüğünün saygınlığını yitirten, yazarlar loncasından biri göğsüne vurarak dev amaçlarını dile getirdiğinde, dinleyeni kuşku içerisinde bırakan büyük söz söylemenin bir örneği.”
Böyle deyince kurtulur muyuz konunun dayattığı sorumluluktan? Canetti kurtulmamış, biz de kurtulamayız. Sonraki günlerde bu cümlenin peşini bırakmaz, hatta aklından hiç çıkmamasına şaşırır kalır, öyle diyor. “Burada biri, sessizliğin ortasında konuştuğu için söylediğini ciddiye alan biri, silahı kendisine doğrulmaktaydı.” Canetti, düşündükçe hak vermeye başlıyor yazara. Bu savaş noktasına bunca zaman konuşulan, bilinçli ve sürekli söylenen sözler aracılığıyla gelindiyse, sözcükleri kullanan birinin sözün etkisinden etkilenmesinde şaşılacak hiçbir yan olamaz. Yazarı paramparça eden de bu: “sözlerle dile getirilebilen her şeyin sorumluluğunu üstlenme ve sözün başarısızlığa uğradığı yerde kendini cezalandırma iradesi. Yazarlık bilinci açısından hiç de yanlış görünmüyor bu durum” diye düşünen Canetti sonunda gene dikkati “yazar” sözcüğüne döndürüyor: “Yazar sözcüğü, birçoklarının gözünde delik deşik olmuş bir sözcükse eğer, bunun nedeni yapaylığa, ciddiyetten yoksunluğa, güçlükten kaçınmaya ilişkin bir tasarımın bu sözcüğü sarmış olmasıdır.”
Bugün yaşanan bundan farklı mı sence Hakkı? Bir kez daha insanlık tarihinin karanlık bir döneminin (belki de en korkuncu) eşiğinde değil miyiz? Bu gidişi durdurabilir miyiz? Bilemeyiz bunu, kimse bilemez. Cannetti’nin de vurguladığı şu gerçeğe asla burun kıvıramayız. Bugün insanlık adına bir şeyler biliyor, düşünüyor, hissediyor, anlıyorsak bunu insanlığın en önemli yapıtlarını yaratanlara borçluyuz. Onlar bize insandaki değişimi gösterdiler, ilerlemeyi, gerilemeyi, iyiliği, kötülüğü ve daha birçok şeyi. Yazar olmak bu geleneğe kendi zamanı için katılmaktan başka nedir ki Hakkı!
Epey bir zamandır yoksul mahallelere, köylere, fabrikalara dair cümle geçmiyor Türkçe romanlarda. Ya tarihi bu güne taşıma telaşında, ya da kentli insanın günlük bunalımıyla, yalnızlığa dair şarkı mırıldanıyor anlatılar. Evde yazılıyor, evde yaşıyor roman. Siz yazdığınız yerlerde yaşadınız bir zaman, orada işçiler ya da işsizlerle zaman geçirdiniz, biriktirip yazdınız sonra. Bütün yapıtlarınızda var bu gözlem ve araştırma. Gözlem ve deneyimlerinizi bizimle ayrıca paylaşır mısınız?
“Ayrıca paylaşayım” öyle mi? Aslından bu söyleşiler bile gereksiz bence. Sesle biçimlenmiş sözden öteki canlı söze, canlı bir bedenden öbürüne, yüzden yüze yaşanan deneyim, yazının kuru dünyasına nasıl aktarılabilir? Benjamin bunu vurguluyordu, “Hikâye Anlatıcısı” başlıklı o müthiş metninde. Ama diyordu “hikâye anlatıcıları arasında en kalıcı olanlar o gerçeğe en fazla sadık kalanlardır.” Ben bir romancıyım; Nergis ile, Ersel ile yaşadığım etkileşimi size bir belgeselle bile aktaramam. Ama şu var, işte, ortada iki metin var. Edebi bir yazıysa bu, o metinlerin içinde nasıl edindiyse bir biçimde yer edinmiş bu tür deneyimler var aslında. Gülyaz Abla’yı, Bahal’i, Kıvırcık Ayten’i nasıl anlatayım yazdıklarımın dışında. Çaredar’ın gerçekliğini nasıl ispatlayalım, Karaca’yı, Tamsi’yi, Sezer’i? Söyleşi, işin kolayına kaçmak. Leyla Erbil bir keresinde kendisiyle söyleşen dergi editörü arkadaşı tatlı tatlı azarlamıştı. “Kendi ödevinizi de bana yaptırıyorsunuz” diye.
İstanbul, Moskova ve Avrupa kentleri dışında romanda adı geçen bütün yerleşim birimleri kurgusal. Kişi adları için de bunu söyleyebileceğimiz ayrıntılar az değil. Hatta Sürüklenme’deki başkişinin, cinsiyetini de bilmiyoruz. Okur kendi adıyla mı doldurmalı bu boşlukları yoksa zaten nerede yaşadığımızın bir önemi yok; biz neredeysek yoksulluk, işsizlik, haksızlık orada mı?
Aslında böyle olacağını düşünmeliydim. Tuhaf bir durumla karşılaştım. Sanki bilinmeyen bir evrenden mektup getirmişim gibi karşılanıyorum, bu iki romanla. Oysa o denli yakınında, o denli içindeyiz ki bu gerçeklerin. Bir zamanlar, romancılığın altın çağında da benzer durumlar yaşanırmış ya; Madam Bovary gerçekte kim acaba? Charles kim? Balzac’ın Eugeni Grandet’sinin gerçeği kim? Ya da Zola’nın natüralist yapıtlarındaki kahramanlar, gerçek hayatta kimler filan. Ben yalnızca yoksulluk, işsizlik, haksızlık konularını yazmadım, bu ve benzer evrensel konuların bugün, bu ülkede suyu, toprağı, havayı zehirle donatan sanayi bölgelerinde, teknolojiyi fetişleştirip canlıyı hiçe sayan her yerde yaşanabilecek bir insanlık durumunu kurguladım aslında. Sürüklenme’deki kimi gerçekler senden benden ötede değil aslında.
Cinsiyet konusuna gelince; Sürüklenme’deki Asistan lakaplı anlatıcının da cinsiyeti bilinmesin istedim. Cinsiyetlere dair önyargı yığınaklarıyla kuşanıktır zihnimiz; erkek ve kadında, çok farklı değil. Buna karşın, dikkatli okur anlatıcının üslubundan, sözcüklerinden, bunları kullanış biçiminden cinsiyetini anlayabilir.
Kadınlar daha bir önde yine, daha bir gür çıkıyor sesleri. Yetim ya da öksüz olana aile olmakta hiç tereddüt etmiyorlar. Karşı gelmenin ve itiraz etmenin bütün adımlarını en önde atmak için ısrarcılar yine. Türkçe romanlardaki kadın karakterlerin rolleri ve işlevlerinin bu denli öne çıktığı bir anlatı hatırlamıyorum. Sizce de öyle mi?
Her yerde söylüyorum artık, hem de sevinçle; kadınlar bir sınıftır, tarih boyunca böyleydi bu. Belki bu yüzyıla kadar kendinde bir sınıf olmuş olabilirler ama şimdi “kendileri için” bir sınıf olma düşüncesi hızla yayılıyor kadınlar arasında. Dünyada da bizde de yaşamın her alanında mevcutlar. Politik alanda “eş konum” edindiler. Bu hemen karşılık gördü, apartman yönetimlerine bile yansıdı. Kadının kendisi için kadın olma bilinci, bu gerçeğin yansımalarını fabrikadan sokağa, tarladan ev içine kadar hemen her yerde gözlemlemek mümkün. Aslında asıl gerçek bu; dünyanın en ağır yükü onların omuzlarında. En ağır sorumluluk, gelecek kaygısı kadınların yüreğinde, aklında. Koca zorda kaldı mı kaçıp gidiyor; çocuklarıyla baş başa kalan kadının yaşarkalma çabasındaki kararlılığı görüyoruz bugün. Bunları herkesin gözlemlemesi mümkün. Kahramanlarımın birçoğunun kadın olması zaten gözettiğim bir poetika ama öncü ben değilim. Benden önce kadınları yazan çok ve güçlü yazarlar var. Fatma Aliye, Suat Derviş, Yaşar Nezihe, Leyla Erbil, Nezihe Meriç, Sevgi Soysal, Tomris Uyar, Gülten Akın, Sennur Sezer ve daha birçokları var. İlk ateşi yakanlar daima önemlidir.
Geçmişinden koparılıyor insanlar, evlerinin ya da tarlalarının yerine dikilen fabrikalar geçmişlerinin üstünü de örtüyor ve zamanlar silik bir anı gibi yerini yadırgıyor, tanımadığı bir yerde yoksulluğunu çoğaltıyor insanlar. Ersel de hapisten çıkıp Erice’ye döndüğünde şaşırmıştı. Kaybettiklerimiz aynı zamanda yabancılaşma nedenlerimiz mi?
Her kayıp durumunda yeni bir gözle bakarız dünyaya. Bizi düşünce konforundan ayırır kayıp, sarsar, silkeler. Yazarlığın işlevlerinden biri de bu değil midir; değişimi anlamak, korumak ya da yadsımak. Değişimim insana, doğaya, canlıya ne ettiğini anlamayı dert edinmeden nasıl yazılabilir? Yabancılaşma kaybın bir sonucu birey için ama bu kavram daha geniş bir anlamla yüklü. İlk kaybımız doğadan kopuşla başlıyor, sonra emeğimizden uzaklık yabancılaşmanın nedenleri. Bu ezeli gerçekler zamandan zamana, çağdan çağa görüngü değiştiriyor.
Balzac da karakterlerini ulu orta çekiştirirmiş. Okurken takıldım da, sizinle kahramanınız çekiştirmek istedim. Sürüklenme’deki Vahap’a ve onun cümlelerine dayanarak soruyorum. Kötü olan ve zulmeden elindekini korumak, onunla yetinmeyip daha bir çoğaltmak için tehdit mi eder hep, karşısına çıkan herkesi ahlaksızlıkla mı suçlar?
Başka bir söyleşide de karşıma çıktı benzer bir soru: Öteden beri şunu düşünüyorum. Yoksulların yoksullara ettiği kötülük bu ülkede sınıf atlamanın, zengin olmanın asıl motivasyonlarından biri. Eskiden yoksullar çocuklarını okuturlarsa bir yukarıya çıkabileceklerine inanırlar, yaşamlarını bu yönde kurarlardı. Bugünse bu hayal büyük oranda yıkıma uğradı. Okumanın kendisi bile artık başlı başına bir sermaye gerektiriyor. Bu durumda yoksulun yoksul üzerinden yükselme çabası, gözü kararmışlarının mafyalaşması, kendi küçük iktidarlarını kurdukça asıl iktidarlara, sermaye güçlerine yamanma gayretleri artık gündelik hikâyeler arasında. Dizilerin iştahlı konusu. Vahap bu tiplerin en zavallılarından bir aslında.
Önceki romanlarınızda olduğu gibi bu romanlarınızda da -açık söyleyeyim- kıskanarak okuduğum cümleler oldu. Roman cümlesi değil yer yer bir şiirin dizeleri gibi okudum yazdıklarınızı. Yazarken ya da yazmayı biriktirirken şiirin dünyasında mı dolaşıyorsunuz?
Şiir bizim içimizde bir şeydir. Herkesin içindedir. Ona ne kadar yakınsınız, ne denli uzaksınız bunu yalnızca şairler bilmezler, şair olmayanlar da bilir. Ayrıca Hakkı, bizler, edebi ya da sanatsal bir yolun yolcuları olan her kimse onlar; ister roman, öykü, film, resim, müzik, heykel vd ile dünya gerçekliğini algılamayı deneyimleyenler, hepimiz şiir denen o anadan çıkmadık mı? Onu nasıl unutabiliriz, nasıl o dili var eden, duyan, düşünen, anlayan, besleyen, koruyan, ışıyandan varlıktan uzakta yaşayabiliriz? Ne diyordu bizim küçük İskender; “Şiire iltica edin!”
Fotoğraf: Erdost Yıldırım