Tiyatronun yeni sezonu kapısını araladı. Sonbaharın gelişiyle sezon boyunca izleyeceğimiz oyunların listeleri ufaktan ortaya çıktı. Kimi klasik oyunların çağdaş yorumlamaları kimi yepyeni metinler derken izlemek istediğimiz oyunlar da sahnede yer almaya başladı. Bu sezonda merak ettiğimiz oyunlardan biri Moda Sahnesi’nin sahneye koyduğu Macbeth’ti. Geçtiğimiz günlerde prömiyerini yapan oyun, tekinsizliğiyle, çağdaş yorumu ve ters köşe rejisiyle sezon boyunca tartışılacak ve üzerine çokça konuşulacak.
Shakespeare’in Macbeth’i; iktidarın kara büyüsünü, hırsın bedenleri ve ruhları nasıl ele geçirdiğini anlatan en önemli trajedilerden biri. Bundan dört yüz yıl önce yazıldığı düşünülen metni, tekrar sahnede görmek ve altını çizdiği olguların bugün bile şaşırtıcı ölçüde geçerli olduğunu bilmek Shakespeare’e duyduğumuz hayranlığı biraz daha artırıyor. Bu eski metni yeni bir bakışla sunan Moda Sahnesi yorumunda, rejide Kemal Aydoğan’ı görüyoruz. Emine Ayhan’ın özgün çevirisiyle tekrar sahneye taşınan oyunda Macbeth’i Barış Atay, Leydi Macbeth’i Ezgi Çelik canlandırıyor. İkiliye ise cadılar; Aybanu Aykut, Deniz Elmas, Melek Ceylan, Gözde Kısa ve Özge Öztürk eşlik ediyor. Özellikle Aybanu Aykut’un performansı dikkat çekerken, cadılar arasında inşa edilmiş uyum oyuna büyük katkı sunuyor.
“ATEŞ YANSIN, KAZAN FOKURDASIN”
Oyun, Macbeth’in istemekten ve arzulamaktan korktuğu gücü elde edeceğini bildiren cadıların kehanetleriyle yola koyulur. Savaştan dönen Macbeth’e önce Glamis Bey’i olacağı müjdelenir, ardından yine yükselip Cawdor Bey’i ve son olarak da Kral olacaktır… Bu Macbeth’e başta imkânsız ve gülünç gelse de içten içe o güce yürürken bulur kendini. İlk kehanet gerçekleşince hırs kazanı da kaynamaya başlar. Macbeth’in iç çatışmasını Leydi Macbeth’in zehri azaltacak, onu gücün derin ve kaos dolu çukuruna uğurlayacaktır. Koca Birnam Ormanı da ayaklanıp üstlerine gelmeyeceğine göre Macbeth, hırsına kurban olmayı seve seve göze alacaktır. Tabii, her şey bu kadar basit ve kolaysa.
Moda Sahnesi’nde de oyun bu hikâye üzre başlar ve seyirciyi derin bir gerilime sürükleyen, tekinsizliği baştan sona hissettirecek olan o gürültüyle sahne açılır: şimşekler, savaş sesleri… Cadılar kehanette bulunmadan hemen önce bir ayin başlatır, bir döngü, kimileri için belki de bir semah… O kasvetli, içe işleyen ve seyirciyi ilk andan itibaren rahatsız edip kurcalayan hareket biçimi oyun boyunca Macbeth’in içinde debeleneceği ruh hâlinin de aynasıdır… Hareket diner, sesler azalır… Macbeth, Kral Duncan’a karşı yapılan ayaklanmayı durdurmuş, Norveç Krallığı’nı hezimete uğratmıştır. Kral Duncan’ın, Macbeth’e minnetini bildiren haberciler etrafta salınırken, Macbeth ile Banquo’nun da yolu oyunbaz cadılarla kesişir ve o bildik kehanetleri duyarlar. Bundan sonrası Macbeth’in kontrol edebileceğini sandığı çelişkiler yumağının gitgide büyüyeceğinin habercisidir.
Kemal Aydoğan’ın Shakespeare metinleri söz konusu olduğunda müdahalesi ve rejiye kattığı yorum yıllar içerisinde bir üslup oluşturduğunu gösteriyor. Macbeth’te de Aydoğan’ın reji buluşlarını ve metni nasıl şekillendirdiğini daha en baştan anlayabiliyoruz. Oyunun belki de hepimizi ters köşe eden en önemli silahı cadılardır. Macbeth’ten ziyade oyunun tüm yükü onların üstündedir ki biz onları yalnızca kehanet saçan varlıklar olarak değil, Macbeth’ler hariç diğer tüm karakterlerin yüklenicisi olarak görür, kabul eder ve izleriz. Macbeth’e bir bütün olarak -dekoru, ışığı, müziği- odaklanmadan önce biraz bu cadıları kurcalamak ve işaret ettiklerine değinmek isterim.
CADILARIN TEMSİLİ
Bilindiği üzere 16. yüzyılda Avrupa’da cadı avı artmış ve kilise “cadılıkla” amansız bir kavgaya girmiş, cadı korkusunun had safhaya ulaştığı bu dönem beraberinde bir kıyımı da getirmişti. Bugünden baktığımızda “cadılık” adı altında yapılmış kadın kıyımının izlerini daha net görüp anlayabiliriz. İngiltere de Avrupa’da olup bitenlerden azade değildir. Her ne kadar İngiltere’deki cadı avı kadınların iktidarda görece söz sahibi olmasından kaynaklı daha az olsa da cadılarla mücadelenin bir dönem arttığını görüyoruz. Cadılar yoldan çıkaran, başa musibetler getiren varlıklar olarak temsil edilir. İşte Shakespeare’in Macbeth’teki cadıları da bu sebeple karşımızdadırlar. Peki Moda Sahnesi’nin günümüz yorumunda cadılar bu bakışla üstü bir kalemde çizilebilir ve salt bu temsille düşünülebilir unsurlar mıdır?
Fuaye alanından yerlerimize geçecekken kapıda karşılar bizi cadılar. Ellerindeki ışıklar, yerimizi aydınlatan fenerlere dönüşür. Hâlimizi hatrımızı sorarlar: Hoş geldiniz, nasılsınız, rahat gelebildiniz mi? Oyundasınızdır artık. Sahneyle seyirci, oyuncuyla izleyen arasındaki duvar yıkılmıştır. Başta dediğim gibi cadılar yalnızca bir “cadılık” vazifesiyle orada değillerdir. Belki bizden biridir, belki ötekileştirilmiş bir kimliğin, belki de karanlıkta yanıp sönen ateşböceklerinin bir temsilidir. Ki bana kalırsa Kemal Aydoğan’ın dramaturjiye, rejiye en önemli katkısı (İrfan Varlı’nın da ışık tasarımına dahil ettiği) cadıların “ateşböcekleri”ni temsiliyetinde ortaya çıkar.
Burada araya büyük parantez açıp karşısanat tarihçisi Georges Didi-Huberman’ın kaleme aldığı Ateşböceklerinin Var Kalma Mücadelesi’ni hatırlayalım. Didi-Huberman bu kitabında “her şeye rağmen” var kalma mücadelesini sürdürenleri ateşböceği metaforuyla anlatıyordu. Bu metafor üzerinden de Dante’den Pasolini’ye kadar ateşböceklerinin temsili üzerine tartışıp “ateşböcekleri kayıp mı oldular” “hepsi birden mi?” “hâlâ aralıklarla da olsa olağanüstü sinyallerini gönderiyorlar mı?” “…bir yerlerde birbirlerini arıyorlar mı?” “azgın projektörlere, karanlık geceye, totaliter makineye ve her şeye rağmen birbirlerini seviyorlar mı?” sorularının peşine düşüyordu.[1] Kitabın ilk bölümünden bir örneğe odaklanalım:
19 Ocak 1941’de Benito Mussolini, Berghof’ta Hitler’le buluşur, sonra 12 Şubat’ta General Franco’yu dünya savaşında aktif bir rol alması için ikna etmeye çalışır. (…) İşte 1941 Ocak ayının sonunda günler ve geceler böyle geçmektedir. Büyük ışık (luce) ve küçük ışık (lucciole) ilişkilerinin tamamen altüst olmuş bir halini düşünelim. O halde bir tarafta, faşist diktatörlerin kör edici ışıklarını yansıtan propaganda projektörleri ve aynı zamanda karanlık gökyüzünde düşman arayan güçlü hava savunması araçlarının ve –tıpkı tiyatro ışığının oyuncuları “takip etmesi” gibi– tarlaların alacakaranlığında düşman kovalayan gözetleme kulelerinin projektörleri bulunur. Bu öyle bir zamandır ki, “hain danışmanlar” kelimenin tam anlamıyla parlak bir zafer elde etmişlerdir. Diğer tarafta aktif veya “pasif”, savaşa direnenler olabildiğince sağduyulu bir şekilde sinyallerini göndermeye devam ederek sürekli bir kaçış halinde olan ateşböceklerine dönüşmüşlerdir. (…) Artık cehennemin kapıları sahtekâr ve ışığa aşırı maruz kalmış şöhretli politikacılara açılmıştır.[2]
Kemal Aydoğan’ın reji yorumunda da cadıların temsiliyeti biraz bu patikaya doğru kırılmıştır. Didi-Huberman’ın Pasolini’ye ait hikâyede bulduğu ve aşağıdaki alıntıda göreceğimiz biçimde tariflediği o hâli oyunun en başında bize yer gösteren ateşböceklerinde, Macbeth’in sorularına cevap beklediği cadılarda görürüz.
lucciola, İtalyan halk dilinde fahişe ve aynı zamanda Pasolini’nin sıkça ziyaret ettiği eski sinema salonlarında, karanlıkta küçük fenerleriyle izleyiciye sıralı koltuklar arasında “yer gösteren” kadınların esrarengiz varlığını simgeler. Coşkunluk ve “esaret”, zevk ve kabahat, rüyalar ve umutsuzluk arasında bu genç adam bir berraklığın, en azından herhangi bir ışığın (luce) saltanatına ait olmayan bir ateşböceğinin (lucciola) izinin ortaya çıkmasını beklemektedir. (…) Pasolini için mutlak olarak birbirine bağlı olan aşk ve arkadaşlık gibi tutkular, geceleyin bir anda ateşböceği sürüsü biçiminde vücut bulur.[3]
Cadılar, kaosun yaratıcılarıdır evet, ama aynı zamanda bir çığlığın ve var kalmanın da yansımasıdır. Nasıl ki Huberman’ın ateşböcekleri kendilerini hedefe koyan karanlık karşısında parıltılarıyla etrafa sinyaller gönderen direnişçilere dönüşmüşlerse Macbeth’in cadıları da bunu hatırlatır seyirciye.
“O halde, ateşböcekleri meselesi her şeyden önce siyasi ve tarihi bir meseledir,”[4] diyen Didi-Huberman’a Macbeth’te bir haklılık kazandırır Aydoğan. Cadılar, Macbeth’in en kritik sorularında ortadan kaybolurlar ama oradadırlar, Macbeth onları göremese de oradadırlar, Kral Duncan’la, Banquo ya da sıradan bir haberciyle. Didi-Huberman’ın dediği gibi belki “Onlar yalnızca izleyicilerinin onları takip etmekten vazgeçtikleri anda ‘ortadan kaybolurlar’. Çünkü artık onları görebilecek doğru yerde konumlanmadığımız için kaybolurlar.”[5]
BİR BÜTÜN OLARAK MACBETH
Macbeth’in Moda Sahnesi’ndeki biçimini kuşkusuz yalnızca rejiyle yorumlayamayız. Oyunun Bengi Günay imzalı sahne tasarımı, İrfan Varlı’nın üstlendiği ışık, Mustafa Avcı’nın elinden çıkan müzik/ses ve Dilan Yoğun’un koreografiyle yarattığı derinlik de metne ve atmosfere büyük katkı sunar.
Sahnede yer alan üçgen formundaki masa, aynı zamanda bir platforma da dönüşür. Üzerinde danslar edilir, yemek orada yenir, ihtiraslar orada ortaya saçılır, planlar onun üzerinde gerçekleşir, cadıların mağarası yine bu masa olur. Bu işlevsellik seyirciye seyir zevki verdiği gibi sahnenin her bir köşesinin de oyuna dahil edildiğini, tasarımın oyun içerisinde bir rol üstlendiğini gösterir. İrfan Varlı’nın ışıkla yarattığı soğuk atmosfer ise ölüm kokmaktadır. Duvarlara yansıyan hançeri Varlı’nın tasarımıyla takip edebiliriz ve bir cinayetin işlendiğini, Macbeth’in artık dönmeyeceği o kanlı yola girdiğini de yine masaya vuran kan kırmızısıyla hissederiz. Oyun karakterlerinin kostümleri, kostümlerin renk seçimleri de metnin militarist yanına vurgu yapar ve oyundaki ters hamle kostümlerde de karşımıza çıkar. Ledy Macbeth’in haki renkteki kostümünün hikâye ilerledikçe yerini kırmızıya bırakması dramaturjiyle yakalanan uyuma bir örnektir. İzleyici dönem kıyafetlerinin aksine askerî üniformaları görecektir Macbeth’te ki bu bana kalırsa metnin evrenselliğine ve günümüzdeki değişmeyen düzene dair de bir selam duruşudur.
Macbeth’in tek perde oluşu ve oyun süresi kimi seyirciyi yer yer zorlasa da Shakespeare’in en kısa olduğu bilinen bu trajedisini bölmek izleyiciye yapılacak haksızlık olurdu bana kalırsa. Belki de bu yüzden insanı zorlayan ve rahatsız eden atmosferinde biraz sabırlı olmayı gerektirecek bir oyun duruyor karşımızda. Evet, olaylar Türkiye’de geçmiyor neyse ki fakat hassas erkekliğin doğurduğu öfkeden, hırstan ve güç zehirlenmesinden azade sayabilir miyiz kendimizi? “Hele şu velvele bir ersin de sona / Şu dalaş kaybedilip kazanılsın da” düşünürüz sonra.
[1] Georges Didi-Huberman, Ateşböceklerinin Var Kalma Mücadelesi, Çev.: Halil Yiğit, Norgunk Yayıncılık, Nisan 2023, sf. 53
[2] A.g.e., sf. 33
[3] A.g.e., sf. 34-35
[4] A.g.e., sf. 38
[5] A.g.e., sf. 55