yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Maid: Tırmanışı Zor Bir Zirvenin Bitmek Bilmeyen Tümsekleri

Bir tümsek, koca bir dağ, ayaklarımıza dolanan ufacık taşlar bazen, içine düştüğümüz; tepesindeki ışığı ancak derinlerinden görebildiğimiz bir kuyu, yalpalayıp yuvarlandığımız bir çukur… Şiddetten kurtulmak isteyen kadınların o “kendi kurtuluş” gününe uzandığı yolda karşılaşılan engelleri pek çok şeye benzetmek mümkün. Netflix’in Maid dizisi de şiddetten kurtulmaya çalışan bir kadının o ulaşmak istediği “en mutlu günü”ne giden yolları pek çok şeye benzetiyor; balta girmemiş bir ormana, tümseklerle dolu bir dağ zirvesine, sıkışıp kalınmış bir derin kuyuya, hiç bitmek bilmeyen bir döngüye, bir kanepenin arasında küçülerek kaybolan Alex’e… 

Maid (Hizmetçi), özgürlükler ülkesi(!) Amerika’da şiddetten kurtulmak isteyen yoksul ve güvencesiz kadınların sosyal devlet anlayışından medet dahi umamadığı, karşısında türlü bürokratik engellerin, sistemin noksanlığının ve önüne koşul olarak koyulanların kadınların hayatına nasıl mal olduğunu, kadınların devlet kapısından şiddet yuvasına gerisin geri nasıl döndürüldüğünü, en kararlı olanın dahi nasıl da yıldırıldığını, şiddet döngüsünü, bir kadının; hatta çevresindeki pek çok kadının dizi sahnelerine tuz biber niyetine konu olmasıyla meselenin sistematikliğini mercek altına alıyor.

Bu sebeple kıymetli bir dizi Maid; zira Türkiye’den ABD’ye şiddettin tek başına memleket meselesi değil, sistem meselesi olduğunu yüzüne vurdukça vuruyor izleyicinin; öyle ki tanık olduklarımız, sorunu tek başımıza, sadece olduğumuz yerde yaşamadığımızı gösteriyor. Şiddetin tek başına vurduyla kırdıyla, yani fiziksel olarak maruz kaldığımız dayakla değil, psikolojik ve duygusal olarak, hatta ekonomik olarak maruz kaldığımız yönlerini, hatta bir rızanın devlet ve toplum eliyle nasıl da inşa edildiğini de işaret ediyor. Ve elbette sırt yaslanan her bir erkeğin erkliğini maskelese de o erkekliğin nüvelerinin patır patır nasıl ortaya saçıldığını; ancak kadınların dayanışmasının tümsekleri aşmaktaki kurtarıcı rolünü, iki kadının sınıf farklılıklarını, yoksul bir kadının hayatının her anında ve alanında hesap kitap yaparak, en çok da kendinden ödün vererek çocuğunun bakımının az buçuğunu karşılayabildiğini gösteriyor. Gösterdikleri çok, alabilene daha da çok.

Maid bir mini dizi; 10 bölümlük serisiyle izleyiciyi sıkmadan, oturduğu yerden çare aratarak, kimi zaman mizahıyla güldürerek, kimi zaman da öfkelendirerek akıp gidiyor ekrandan. Baş kahramanımız Alex’e Margaret Qualley ve hayatın gerçekliğinden kopuk bir karakter olarak karşımıza çıkan annesi Paula’ya –gerçek hayatta da Qualley’in annesi olan– Andie MacDowell hayat veriyor. Alex’in küçük kızı Maggy, ve şiddetinden kurutulmaya çalıştığı Maggy’nin babası Shane (Nick Robinson) etrafında olabildiğince geniş çaplı, çokça karakter ve hikayeyi harmanlayarak ilerliyor dizi. Tümsekli yokuşa bol müzik ve aksiyon da eşlik ediyor.

Alex psikolojik şiddetin ardından korkarak evden kaçıyor, kucağında küçük çocuğuyla birlikte. Ancak gidecek yer bulmak pek çok kadın gibi Alex için de zor. Hele kucağında çocuğu varken, şiddetten kurtulması biraz daha zor oluyor. Maggy’ye iyi bir hayat vermek, kendi korkuları onun da korkuları olmasın diye çareler arayıp bulmak en büyük amacı. Başta ne olduğunu tam olarak anlayamasak da, olaylar ilerledikçe kronolojik sıranın geriye sarması ve eşlik eden flashbacklerle gerçeğe tam adapte oluyoruz. Alex’in ilk durağı en yakın arkadaşları oluyor. Ancak ‘kurtuluş’un önündeki ilk engeli burada görüyor. Oradan annesine geçiyor, ancak burada da çok çare bulduğu söylenemez. Hikâyeler hep tanıdık, şiddet uygulayanla mağduru barıştırmak ve tekrar bir araya getirmek yollarını arayan, bunun için kadını ikna etmeye çalışan, ancak tek bir hayrı da dokunmayan akraba, eş, dost vs. görüyoruz; şiddet gören neredeyse her kadının başına geldiği gibi. Deli olmakla, çılgın olmakla, durumu abartmakla suçlanıyor Alex. Yaşadığı şeyin şiddet olmadığına ikna edilmeye çalışılıyor çevresi tarafından. Kendisi de bunun bir şiddet olmadığını düşünüyor başta, ama yine şiddetle yüz yüze gelen kadınların desteğiyle, yaşadığının gerçek anlamda bir şiddet olduğunun farkına varıyor, geç de olsa. Bunu fark ettikten sonra çevresindekileri ikna etmek de yine kendisine düşüyor. Şiddete uğradığını kanıtlamak hakikaten zor Alex için, yalnızca Alex için mi? Bugün hangi kadın karakola gidip de şiddete uğradığına dair fiziksel bulguların olmasını şart koşan sağlık raporu almak zorunda kalmıyor ki? Alex de şiddeti vücudunda herhangi bir morluk olmadığı için kanıtlayamayanlardan oluyor. Kalacak yeri yok, sosyal hizmetlerin yolunu tutuyor. Elbette muhteşem koşullar sunan(!) Amerika’da devletin kapıları da pek açık değil Alex’e. Onu kuşatıp koruyan, şiddetten kurtarmak için türlü olanaklar sunan bir manzara yok. Eğer yardım almak istiyorsan, öncelikli koşulları yerine getirmelisin. Üstelik bir de üstüne işi yok Alex’in, sömürülmeden karşılık alamazsın Alex! Önce bir şeyler yapman lazım. Çocuğunu bırakacak yer bulamayan bir kadın için çalışmak için gerekli zamanı üretmek büyük bir lükse dönüşüyor neredeyse! Alex’in de kreş yardımı alabilmesi için çalışması lazım, çalışması için ise çocuğunu bırakacak yer bulması lazım. Bu korkunç döngüler Alex için bitmek bilmiyor. Tüm koşulları zorlayarak sosyal hizmetlerin tavsiye ettiği “Değerli Hizmetçiler” şirketine gidiyor, üç kuruşa saatlerce yoğun emek harcadığı ev işçiliği günleri, yine burada da türlü badirelere takılarak sürüyor.

Bu sırada sığınma evine yerleşiyor, orada kadınların hikâyesi ona ve seyirciye pek çok farklı şeyi düşündürmeye zorluyor. Örneğin çok güçlü ve kararlı olan bir kadının üçüncü kez şiddet yuvasına döndüğünü görüyoruz. Buna başlangıçta anlam veremeyen Alex, sonra kendi yaşamından anlam katmaya başlıyor.

Üç yıl önce şiddetten kurtulan 27 yaşındaki bir kadının çocuklarıyla gittiği sığınma evi deneyimlerini dinlediğimde bana şu sözleri söylemişti; “Umutla gittiğim, ‘Bu kez başaracağım’ dediğim her yerden elim boş döndüm. Beş kez evden çıktım, ama ancak altıncıda kocama boşanma davası açabildim.” Feray’dı adı. Feray’dan önce ve sonra pek çok benzer hikâye duymuştum başkaca kadınlardan. Şimdi o hikâyeler bütün bir dizi halinde karşımda duruyor ve dinlediğim tüm hikâyeleri hatırlatıyordu. Feray en başta psikolojik şiddete maruz kalmıştı, sonrasında ise kendisine ve çocuklarına yönelik fiziksel şiddete dönüşmüştü bu. Şiddet gördüğü evde artık öldürülmemek için bıçakları, kesici aletleri saklar hale gelmişti. Canına tak ettiğinde karakola sığındı, sığınma evine yerleşti. Ancak Türkiye’deki sığınma evi koşullarına ilişkin de çokça eleştiri var. Öncelikle Türkiye’de sığınma evine yerleşebilmek öyle kolay değil. Önce karakoldan, hiç olmaması gerektiği halde, Aile Mahkemesi’ne yönlendirilmeniz mümkün; sonrasında elbette kolluk güçlerinin, asıl amacı sizi yolundan döndürmek olan bir dizi nasihatiyle muhatap olabilirsiniz. Karakoldan dönen, yanlış yönlendirilen kadınların yaşadıklarını basın yoluyla çokça duyduk. Diyelim ki size “Sığınma evleri çok kötü, oraya çocuğunu almazlar” gibi şeyler söyleyip yolunuzdan döndüremediler; o zaman da konukevi ve sığınma evlerindeki ‘yer sorunları’nı aşmanız gerekecek. Buralara geçici olarak yerleşen kadınların bu kez de iş bulması, kendi hayatını kurması gerekecek ve bunu yapmaya çalıştıkça türlü yeni zorluklar çıkacak karşısına. Altı ay sonra mı? Hâlâ bir işi ve evi yoksa bile, sığınma evinde kalma süresi doldu! Sığınma evlerinin kadınları güçlendirmesi için kadın örgütleri tarafından türlü öneriler sunulsa da uygulamalar bu önerilerin çok gerçekleşmediğini gösteriyor ve sığınma evindeki kadınların bir kısmı şiddet gördüğü eve geri dönüyor. Feray’ın yolu sığınma evlerinden beş kez geçti ve gerçek anlamıyla şiddetten ancak altıncıda kurtulabildi. Ama onu kurtaran devlet değil kadın dayanışması ile kurulan Mor Çatı sığınağı olmuştu.

* * *

Maid dizisini ve benzerlerini var eden koşullar, küresel düzeyde yaşadıklarımız elbet, ancak yaşadıklarımız bu döneme özgü sorunlar da değil sadece. Peki, ne oldu da bugün mercek altına alınıp işlenir oldu? Netflix ve kültür endüstrisinin diğer araçları kadınların maruz kaldığı şiddet ve yoksulluğu, eşitsizlikleri konu etmek durumunda kalıyor. Çünkü sokakları dolduran kadın mücadelesi ve dayanışması, bunların tartışılmasını, konuşulmasını kaçınılmaz hale getiriyor.

Hilal Tok
diğer yazıları