TEVFİK TAŞ
Mezopotamya’nın yabanıl topraklarında yaya ve dağları, nehirleri kollayarak yürümüş olanlar ve onların torunları ya da başka diyarlardan gelenler, burada at koşturanlar, suların koruduğu kaleler, kentler arzulardı.
Sadakat ve zorunluluk birbirine bakardı. Irmakların çağlayışınca delişmen ve kayalar misali kavi duygularla didinirlerdi. Söylence odur ki, Ortaçağ’da ‘ilmi arzulayanların kenti’ denen Hasankeyf, erişilmesi en güç olanıdır.
Bu satırların hayali, şiiri, alemi ve hülyası doğrudur. Lakin hem yazanın, hem kazanlarının o günkü olanakları yetmediği için eksiktir. Bu satırların düşgücünün çağının, zaman mevhumunun esas sınırını Ortaçağ çiziyor.
Oysa, Japonya Tsukuba Üniversitesi Tarih Öncesi bölümünden Yutaka Miyake, bize hayal zamanımızın sınırlarını daha da genişletmemizi söylüyor:
“Ortaçağ’ın önemli kent merkezlerinden biri olarak bilinen Hasankeyf, iskan tarihi bakımından çok daha eskiye dayanıyor. Kale’nin bulunduğu Yukarı Şehir’de ve modern Hasankeyf kasabasının altında kalan Aşağı Şehir’de, Roma Dönemine ait kalıntılara yer yer rastlanırken, Hasankeyf merkezinin kuş uçuşu 1,5 kilometre doğusunda, Dicle Nehri’nin kuzey kıyısında yer alan Hasankeyf Höyük’te ise, günümüzden yaklaşık olarak 11,500 ile 11,000 yıl öncesine ait bir Neolitik Çağ yerleşmesi tespit edildi.”
GÖBEKLİTEPE’YE SIĞINIP HASANKEYFİ YOK ETMEK!
“11,500 ile 11,000 yıl!”
Bu tarihler ne söyler bize?
Hasnkeyf’le ilişkili kazılar devam edebilseydi; Göbeklitepe’nin akranı olan bu höyük ve akrabaları bize bambaşka bir harita verebilecekti.
Nefes alabilirseniz, bir başkayı daha düşünün!
AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan 2019 yılını GÖBEKLİTEPE YILI ilan etti. 2019 yılının son aylarında Hasankeyf, dinamitlendi, betona, demire ve ateşe gömüldü.
Gece suların kıyıları bulanık. Batman’ın Raman Dağı’nın etekleri seçilmiyor.
Yitip gidenler artık sadece hayale geliyor:
İster Roma kalesinin yerine yapılan ve IV. yüzyıla tarihlenen kaleyi, ister İS 2. yüzyıldan kalma kaya kiliselerini… İster taşlarının hemen tümünde Artuklu taş ustalarının işaretlerini taşıyan Büyük Saray’ı ya da duvarlarına altından şiirler işlenerek yapılan Küçük Saray’ı düşünelim… İster Dicle’ye inen merdivenleri, yeraltı yollarını; Eyyubilerin açtıkları ve onardıkları görkemli kapıları ya da Eyyubi sultanının 728 yılında yaptırdığı Ulu Cami’yi… Eyyubiler döneminin diğer anıtlarını; Süleyman Eyyubi’nin yaptırdığı Cami-el Rızk’ı, Sultan Süleyman Camii’ni, Kızlar Camii’ni getirelim aklımıza.
Bahçelerine, hanlarına, çarşılarına ve meydanlarına gidip gelsin hayalimiz, usumuz… Akkoyunlular döneminde yapılan, Semerkand-Timuri geleneğinin ülkemizdeki tek örneği olan Zeynel Bey Türbesi ya da… Ya da’sı yok öldürüldüler… Ortaçağ’ın “en gösterişli köprüsü” kırk metrelik kemer açıklığıyla Artuklu döneminin ‘mühendislik harikası’ olan köprü yok…
Alıp veriyor aklım.
Hasankeyf’in son halini görmek için gelen insanlar.
Fotoğraf: Bülent Kılıç
SÖZ YAZILAMAZ OLUNCA!
Zaman şimdi kum eliyor gözlerime. Kentten geriye kalana bakamıyorum. Hasankeyf için Türkiye’de kapsamlı ilk yazılardan birini yazanım. Basra Körfezi’ne, Arap coğrafyasına kadar taşımacılığın en güzel yollarında biri olan Dicle gibi hırçın bir nehirle baş etmeyi öğrenebilenlerin yarattığı Hasankeyf, Mağara Devri’nin başkenti değildi sadece Mezopatmya, İran ve İç Asya, Pers, Roma, Bizans, Selçuklu, Kürt, Türk, Süryani, Ermeni gibi onlarca kültürün buluştuğu bir yerdi.
Hasankeyf için belki onlarca kez daha yazabilirim. Fakat belki de bu son yazım olacak. Bildik, tekrarlanarak yorgun kılan bütün sözler gibi ağır geliyor kenti tanımlayan kalıplar, cümleler bana.
Kifayetsiz.
Paul Verlaine’in o tek dizesi dönüyor aklımda:
“Tekdüze bir bitkinlikle kalbimi yaralıyorlar.”
Yenilgiyi, kayıplarla konuşmak, kayıpları ağıtlarla konuşmak, biraz da yapmadıklarımızı örtmeye yarıyor diye düşünmek sıkıyor sözümün boğazını.
HALKLARIN YAPISINI, MARX’IN KAPISINDA ANLAMAK!
Seherde, insana sessizlik gibi gelen yelin sesiyle ışıyor dağlar. “Yerde, ocaklarımızda yanan ateşinin kökü göktedir” diyordu Çin’in dağlık bölgesindeki Yünnanlı köylü kadın. “Kentleri, tapınakları, insanları, hatıraları, değerli olanları yakanın gökte saklanan saygısız ateş olduğunu” söylüyordu. Karşımda beton yığınıyla yakılmış bir tarih, insanlığın hatırası var.
Aklım, Marx’ın kapısına gidelim, diyor; çünkü nelerle ve neyle mücadele edeceğimizi ve bundan ötesi; aslında neyi unutursak durmadan yenilip ağlamaklı ağlamaklı dolaşmak zorunda kalacağımızı da o kapıda düşünebiliriz.
Halkların kapısını, halkların birikimiyle yeniden düşünelim, diyor seherin ateşli alacaları.
Kral Marx’ın Kapital kitabının ilk cildindeki ilk cümlesi, bir kapıdır:
“Kapitalist üretim tarzının hâkim olduğu toplumların serveti (zenginliği / birikimi t.t), ‘muazzam bir meta yığını’ olarak görünür; bunu oluşturan birim tek bir metadır.”
Bir cümle değil, yeryüzü!..
Bir cümle değil; metanın, alınır ve satılır olanın tapınaklarında “hiçleşen” insanın, insanlaşamaya çağrıldığı bir mücadele evreninin kapısı, temeli.
Cümlede, hayır (kapitalistlerin, onlarla ayrışmasını bilmeyen envai sol ya da başka çevrenin) yaygın olarak söylediği gibi Marx “metayla” başlayıp metayla bitirmiyor.
“Toplumların serveti / zenginliği / birikimi” ne olarak görünüyor?
“Muazzam bir meta yığını”
Nerede?
“Kapitalist üretim tarzının” hakimiyet kurduğu her yerde, her toplumda. Halkların birikiminin metaya dönüşmesine yol açan, onu halkların elinden alıp kendi hakimiyetine, çıkarlar dünyasına taşıyan, halkların birikimiyle kendi hakimiyetini, “dünyanın tek hakimiyeti” gibi satan bütün ilişkiler silsilesini anlama çabasının cümle kapısıdır!
Fırat ve Dicle nehirlerinin ışıltısı, akışı ve bereketinin içinde doğmuş Hasankeyf, Göbeklitepe, Boncuklu Tarla, Karahantepe höyükleri bir bütün olarak halkların zenginliği / serveti / birikimidir.
Yeryüzünün saklı ya da işlenmiş tüm madenleri, bu madenlerin bulunuşu ve işlenişi, 12 bin yıl önceden bugüne çıkan buğday, Sümerlerden bugüne sürüp gelen bira ve şarap; Bergama’nın sağlık bilimi ya da Karadeniz’in fındığı, Ege’nin tütünü, matbaanın bulunuşu, uzay yolculuğu ya da Covid 19’a karşı aşı arayan bilim insanlarının deney birikimi, emeği… Bunlar halkların serveti ve birikimidir.
O ilk cümle ah!
Halklar yoksul olduğu için değil; halkların zenginliği kapitalist saldırganlıkla “bir meta yığınına” dönüştürüldüğü için mücadele etmek zorundadır.
Arkeoloji, bize, bizim zenginliğimizin kültürel tarihini anlattığı için önemli değildir sade; o birikimle bugünkü emeğin toplamının bizim öz zenginliğimiz olduğunu anlattığı için önemlidir.
El konmuş, hırpalanmış, heder edilmiş.
O ilk cümle! Bırakın tekrar edeyim:
Kapitalistin ve onun yardımcısı kaba solculuk yanılsamalarında söylendiğinin tersidir söylenen:
Yoksul olduğumuz için değil, zengin olduğumuz için mücadele etmeliyiz!..
Bizim zenginliğimizle, bizi, yoksul kılacak devletler biçiminde örgütlenmiş yerel ve küresel bütün çetelere karşı.
O halde, Hasankeyf ya da başka bir değerin yok edilmesi, satılması, bizim görgümüzü, öğrenme gücümüzü ve hazzımızı bilete (=paraya) bağlayan müze ve turizm çeteciliğine karşı mücadelenin esasını / aslını / temelini anlayabilmek için bütün bunları “meta yığını” yapanla nasıl mücadele ettiğimize bakmak gerekmez mi?
Temelinden yıkılması gerekenin karşısında ağlaşan, kendi hikayesini değil, ağlatanın hikayesini ezberler ve bir süre sonra o hikayeyi kendinin zanneder.
Bakın Hasankeyf’in son haline!.. Ve bakın halkların olan diğer zenginliklerin söylediklerine….
“TURİZM, BARAJ YA DA HİÇLİK”
KOBRA Sanat Grubundan, ressam, aktivist, mimar Constant Nieuwenhuys “Yeni Babil” başlığını taşıyan tablolar yaptı ve kentleri, art arda gelen sanayi devrimlerini –tek bir sanayi devrimi değil- bir de “ütopya” sayılan bu görünümlerden okumamızı istedi.
İletişimin, hızın ve yeni kentin bütün üretim ilişkilerinin, gündelik yaşamanın bağlandığı enerji santralleri; onların yalnızca demirden, betondan ve ateşten oluşan hakimiyetlerinin, insanın özlediklerine verdiklerini, aldıklarıyla ölçmemize ilişkin bu tartışmayı Nieuwenhuys tabloları, 1960’lı yılların ilk çeyreğinden başlattı.
Yeni Babil’in dilleri yok. Tek bir dili var. Tanrıyı kızdıran ortak ütopyaları yok. Elektrik, hız, tüketim (=Para). Bu tablolarda insan handiyse yok.
Yutaka Miyake bize aslında bölgedeki emek evrelerinin, yönetici sınıfların doğma göstergelerini, din olmayan inançların bu sınıflar tarafından kullanılmasının evrelerini anlamanın haritasından söz ediyor:
“Neolitik Çağ yerleşmeleri içinde normal konut yapılarından farklı özellikler taşıyan özel yapıların varlığı, ilk olarak Diyarbakır’ın Ergani ilçesi yakınındaki Çayönü’nde ortaya çıktı. Buna örnek olarak, büyük taş döşemeleri ve dikilitaşları ile Saltaşlı Yapı, başta kafatası olmak üzere içinde çok sayıda insan iskeleti bulunan Kafataslı Yapı ve oldukça kalın ve sert bir kireç tabana sahip Terazzo Yapısı gösterilebilir,” diyor ve ekliyor:
“Ancak bu yapıların tespit edildiği 1960 ve 1970’li yıllarda başka bir yerde benzer örneğe hiç rastlanmamış olması ve Güneydoğu Anadolu’nun uzun süre Yakındoğu Neolitiği’nde kenar bölge olarak değerlendirilmiş olması, Çayönü’ndeki özel yapıların varlığının, yorumlanması güç, olağandışı bir durum olarak algılanmasına neden olmuştur.
Ancak daha sonra Atatürk Barajı’nın etkileşim alanı içinde yer alan Nevalı Çori’de de içerisinde terazzo taban ile T biçimli dikilitaşlar yer alan özel yapılar tespit edilince, bu durumun yalnızca Çayönü’ne özgü olmayıp, Göneydoğu Anadolu’nun genel bir özelliği olabileceği düşünülmeye başlandı. Son yıllarda İç Anadolu’da, Suriye’nin Orta Fırat Havzası’nda ve Güney Levant’ta da özel yapılara rastlanmaya başlayınca, bu yerleşme düzeninin yalnızca Güneydoğu Anadolu’da sınırlı kalmayıp, Yakındoğu’nun geniş bir alanı için geçerli olan Erken Neolitik Çağ’ın vazgeçilmez bir unsuru olarak ele alınması mümkün oldu. Hasankeyf Höyük dışında Gusir Höyük’te de içerisinde dikilitaşlar bulunan yapılara rastlanmış olması, Yukarı Dicle Havzası’nın da aynı düzene sahip olduğunu gösterir.”
KAÇ DİLLE DOĞDUK, KAÇ ZAMANDAN GEÇTİK
‘T biçimli dikey taşlar!’
‘Özel yapılar!’
Göbeklitepe’de bunlar daha belirgin bir bütünlükle açığa çıktığı için neredeyse, Müslümanlığın veya Hristiyanlığın atalarının toplandığı yer sayıldı.
Ne var ki bütün bu höyükler bize, buralarda kuş ya da leopar, doğuran kadın ya da tanımsız canlı figürleri işleyecek kadar el becerisi, tekniği, düşünce gücü gelişmiş insanların tarihini haber veriyor.
O dikili taşların etrafında birikenler neyliyordu tastamam bilmiyoruz; fakat o taşları oralara dikmenin arkasında belki yüzlerce, belki binlerce yıllık zamanların olması gerektiğini düşündürüyorlar.
Benim arkeolojik sosyoloji diye tanımlayabildiğim bütün ilişkileri….
O sanatçıları bulan, seçen, doyma ve barınma olanaklarını sağlayan bir toplumsal örgütlenmenin öğrenilmiş olduğunu düşündürüyor.
Dillerin içinde diller büyüdüğünü; evrimleştiğini bütün bunlara bakarak düşünme olanakları veriyorlar bize.
Fransa’nın, İspanya’nın, Van’ın ve Hakkari’nin mağaralarına yapılan resimlerle; bütün Mezopotamya bölgesindeki höyüklerin akrabalığının yarattığı bize, bizi anlamayı “muazzam bir meta yığını”nın diktatörlükleri, gah yok ederek, gah satarak yasaklıyor.
Hasankeyfi savunduğunu düşünenlerin bir kısmı baraj geliriyle turizm gelirlerini kıyaslayarak yol almaya çalıştı. Oysa Hasankeyf sadece o olduğu, kendine has olduğu, bize öğrettiği için yaşamalıydı. İŞİD’in işgal ettiği alanlarda arkeolojik değerleri bombaladığını okuyup durduk. Oysa tümünü sattı ve dünyanın en büyük müzeleri başta olmak üzere para diktatörlüğünün mensupları alıcılar arasındaydı. Hangi meta zihniyetinin daha iyi koruyacağına sapan herkes, Meta Sistemi’ne eklenmekten kurtulamaz / kurtulamadı…
MÜKEMMEL KISIRLIK
Şimdi artık bir ırmak olmayan Dicle’ye bakmak!
Bu sözü içimden yineledikçe, yetmediğini anlıyorum. Rene Magritte, diyalektiğin insanlığa sunduğu olanakları sanatıyla kıldan ince, kılıçtan keskin işleyen ressamın bir tablosu geliyor aklıma.
Arnheim Bölgesi tablosunu, Edgar Allen Poe’nin bir öyküsünden yola çıkarak yaratmış ressam. Baktığınızda her şey ilmine uygun, mükemmel… Kanatlarını açmış bir kartal. Altında bir yuvada yumurtalar.
Gel gelelim ki kartal taştan topraktan, yumurtalar mermerden. O katı kartal imgesi, o katılaşmış yumurta imgesiyle bize üremeyi değil, donmuşluğun mükemmelliğini düşündürüyor sadece. Magritte sadece soruları tersine çevirmiyor. Yanıtlarımızın içindeki alışılagelmiş olanı da sorgulamamızı istiyor.
Hasankeyf’e yapılan Ilısu Barajı, betonu, suyu zapt eden duvarları, direkleri, tirbünleri vb… Mükemmel… Fakat tüketimden başka hiçbir şey doğuramaz. Yeryüzünün her olanağını tüketim olarak görenden ötesini doğuramaz. Ele geçirdiğini öldüren bir kısır bir zalimliktir.
AYASOFYA VE HASANKEYF MÜKEMMEL YAMAN ÇELİŞKİ
Zaman Ortaçağ’dır.
Benim bakıp izlediğim eski Hasankeyf’teki zaman değil. Kalenin burçlarında meşaleler yanmıyor. Ve mağara kentinin ara sokakları, çıkmazları, vadileri ayın şavkında artık sereserpe yatmıyor. Hasankeyfli ulema toplanmış, ırmağın çağıltısını dinleyerek belagat, ticaret ya da bahçecilik üzerine konuşmuyor. Bilgin El Cezeri, mağarasında bir kandilin ölgün ışığında, handiyse aklını kanatırcasına suyla çalışacak robotlar düşünmüyor. Tahtalara ve terbiye edilmiş ince derilere, birbirini iten, çeken ve döndüren şekiller çizen o bilginin kenti yok çünkü; öldü. Bir basınç merkezinden ötekine geçerken, uzun uzadıya hesaplar yapmıyor, dalgınlaşmıyor Cezeri. Onun eserleri, bu kayalarda yaratılan ilk mekanik harikalardı. Hasankeyf’e su taşıyan, eğlencesine savaşan ve satranç oynayan ilk robotlardı. Lakin onların şimdiki Ortaçağ piyasasında kıymeti yok.
Bir başka Ortaçağ’dayız ve sadece bir kente değil Meta’ya bakıyoruz.
Ben bu satırları yazdığımda, AKP hükümetinin ve Türkiye Cumhuriyet’inin başında olanlar, Ayasofya’yı müzeden camiye çevirdiler. Bunu her yanıyla konuşmak elbette gerekir.
Gelin görün ki Hasankeyf, Türkiye coğrafyasında, İslam kültürünün mağara devrinden kalma tek kentiydi. Mağara Devri’nin İslam kültürünü temsil eden başkenti… Biricikti! Kendine “Müslümanım” hatta “en iyi Müslümanız” diyerek Türkiye’ye hükümet edenler onu yok etti.
Nefes alabiliyor musunuz?
UZADI LAKIRDI. KAPIDAN ÇIKARKEN DEDİKLERİMDİR…
Ben, Hasankeyf beton bir mezar dönüşürken atalarının, çocuklarının mezarını bu yok oluştan kaçırmak için didinen insanlara baktım. Yüzlerine, öfkelerine, ellerine… Egemen sınıfların halktan hangi düşünce ve öfke meziyetlerini alıp hangi kederli, büzüşmüş öfkeyi verdiğini bir de böyle dert ettim kendime.
Marx’ın o ilk cümlesi vardı ya! “Kapitalist üretim tarzının hâkim olduğu toplumların meta yığınına dönüşmüş olan birikimi!” Bunun üzerinde düşünmek bize, kapitalistliğin hâkim olmadığı toplumları da düşündürmez mi?
Fakat bu emek ve örgütlenme isteyen bir cümledir. Kolayı da var belki önümüzdeki turizm sezonu, bu kez de “HASANKEYF DENİZİ’NDE BALIK YEMEK” gibi bir gezi turu satın alırız. Eski fotoğraflarını gösterirler… Bir metaya baktığımızı koyup bir kenara, ağlaşırız…