Daha 1844’te, 24 yaşındayken, usta bir sosyolog titizliğiyle yazdığı İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu kitabında kendini göstermeye başlayan capcanlı bir bilim merakı vardır Friedrich Engels’in. Tam kırk yıl sonra, 1884’te yazdığı Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı kitabı, Doğanın Diyalektiği (1873) ve Anti-Dühring (1876) ile sürmüş olan bu ilginin son ürünüdür. Bütün bu yapıtların yazılma gerekçeleri, Engels’in, ütopyaların ve ütopyacılığın bir ideoloji olduğu yolundaki görüşüne dayanır; Engels’i bu çalışmaları yapmaya motive eden şey, sosyalizmin, ütopik değil, bilimsel olduğunu ispatlama arzusudur.
Engels’in Marksizmin bilimselliğine ilişkin hassasiyeti, ütopyacılığı bir ideoloji olarak görmenin de kendine özgü sorunları olduğu iddiasıyla çokça eleştirildi. Ne var ki bu eleştiriler, Karl Mannheim gibi ancak aldatıcı bir el çabukluğuyla Engels’i harcamanın dışında, pek bir işe yaramadı. Marksizmin sağlam temeli onun bilimsel karakteridir. Engels, tüm çalışmalarında o karakteri ortaya koymuştur.
Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (bundan sonra kısaca Ailenin… Kökeni diyeceğiz), Marksist antropoloji literatürünün önemli eserlerindendir. Ama bizde, Marksist olanı bir yana, standart antropoloji literatürü dahi bilinmediğinden, Engels’in yapıtı Marksist politik eğitimin temel kitaplarından biri olarak ün kazanmıştır. Bu eğitim çerçevesinde kendisine, tarihsel materyalizmin ilkel-köleci-feodal-kapitalist (ve sosyalist) diye akan şematik çizgisinin yüce kaynaklarından biri olarak saygı gösterilir.
Yapıt, Amerikalı antropolog Lewis Henry Morgan’ın, kısaca Eski Toplum olarak bilinen (uzun adı Eski Toplum ya da İnsanlığın Barbarlık Döneminden Geçerek Yabanıllıktan Uygarlığa Yükselmesi Üzerine Araştırmalar olan) çalışmasına[1] dayanır. Morgan, bir anıt kitap niteliği taşıyan Altın Dal’ın yazarı ve tarihte antropoloji profesörü unvanı alan ilk kişi olan James George Frazer ile birlikte “evrimci antropoloji” denen ekolün en büyük isimlerindendir. Frazer, söz konusu yapıtında, insan imgelerinin çeşitli gelişim aşamalarına denk düşen tarihsel süreçleri dikkate alarak, mit, inanç ve diğer ruhsal kültürel formların ortaya çıkışlarında kendi iç mantıklarının işler durumda olduğunu göstererek evrensel bir açıklamasını ortaya koymuştu. Aynı şekilde Morgan da ailenin, mülkiyetin, akrabalık ilişkilerinin ve devlet pratiklerin iç mantığını ve evrensel izahını ortaya koymuştu.
Morgan’ın Kuzey Amerika yerlilerinden İrokualar arasında otuz yılı aşkın süre yaşayarak yaptığı derin etnografik araştırmalar ve mevcut kaynakları yeniden gözden geçirişi sonucunda ortaya çıkan Eski Toplum’un iki tezi vardır: 1.Tarihsel ilerleme, sırasıyla yabanıl, barbar ve uygar toplum aşamalarını izler. 2.Yabanıl toplumlar, bugünkü uygar toplumların atasıdırlar. Morgan’a göre, uygarlaşma surecinde ileriye doğru aşılmış her dönemde bütün insan toplumlarının aynı güçlükler, aynı çözümler, aynı beceriler, aynı bilgi sistemleştirmeleri ve aynı örgütlenme biçimlerinden geçmiştir. İnsan toplumlarından bazılarının bu süreci daha kısa bir zamanda başarması, diğerlerinin gecikmesi ya da bir aşamadan diğerine geçişinin uzun sürmüş olması, o dönemde yaygın şekilde iddia edildiği gibi, bazı ırkların üstün olmasından filan değil, toplumsal yaşam koşulları ve örgütlenme biçimlerinin uygun olmayışındandır.
İrokua kabilelerinden hareketle Morgan’ın ulaştığı evrensel sonuçlardır bunlar. Bu sonuçlar, Marx ve Engels’in insanlık tarihinin gelişimine ilişkin görüşlerini ve bu gelişim içerisinde özel mülkiyete biçtikleri rolü destekler nitelikteydi. Zira Morgan’ın bulgularına göre, kan bağı esasına dayalı yabanıl toplumlardan barbar ve uygar sınıflı toplumlara geçiş, mülkiyetin özelleşmesiyle olmuştur. Gücünü kan bağından alan “kabile otoritesi” modern burjuva devlet aygıtının ilk ve en saf haliydi. Engels’e göre, Morgan, “Marx’ın kırk yıl önce keşfetmiş bulunduğu materyalist tarih görüşünü, Amerika’da kendi alanında yeniden keşfetmiş”, barbarlık ile uygarlık arasındaki karşılaştırma konusunda, belli başlı noktalar üzerinde “Marx’la aynı sonuçlara varmaya” götürmüştü.[2]
Ailenin… Kökeni, hem döneminin doğrusal tarih anlayışının hâkim olduğu, hem de etnografik çalışmaların neredeyse hiç olmadığı, antropologların kuramlarını dayandırdıkları verilerin tümüyle gezginlerin, misyonerlerin ya da sömürge görevlilerinin anlatılarından derlendiği bir dönemin ürünüdür. Bugün ulaşılan veriler ve elde edilen bilgiler ışığında bakıldığında Engels’in bu kitabında bazı geçersizleşmiş iddialar olduğu gibi kalıcı tezler de olduğu görülür.
Kitap, Marx’ın ölümünden sonra yayınlandığı için, tarihsel yanılgılarından ötürü genellikle Engels sorumlu tutulmuştur. Oysa ki kitap, Marx’la Engels arasında Kutsal Aile ile başlayan ortaklığın bir ürünü olarak değerlendirilmelidir.[3]
Engels, kitabın ilk baskısının önsözünün ilk cümlesinde “Bu kitap, bir vasiyetin yerine getirilmesidir” diye yazar, kitap böyle başlar. Çünkü Eski Toplum üzerine bir çalışma yapmasını ondan Marx istemiştir. Marx ve Engels, daha 1846’da, “üretim biçimleri”nin ilk kez ele alındığı Alman İdeolojisi’nde, kan bağına ve ortak mülkiyete dayalı yabanıl toplumun insanlığın uygar toplumdan önceki aşaması olduğunu öne sürmüşlerdi. 1877’de yayınlanan Eski Toplum’u Marx 1879’da okur ve kitap hakkında uzun notlar alır. Marx’ın kendi toplumsal tarih görüşünün doğa tarihindeki karşılığı olarak Darwin’e atıf yaptığını biliyoruz; nitekim Engels de Marx’ın mezarı başında yaptığı konuşmada, onun toplum tarihinin temel yasasını keşfetmesini, Darwin’in biyolojik evrim yasasını keşfetmesine benzetmiştir.[4] Dolayısıyla Marx, Darwin’in biyoloji dünyasında başardığı şeyi toplumların dünyasında başarmış olduğunu düşündüğü bu yapıtı Alman toplumuna tanıtmak arzusundaydı. Bu işi Engels’den rica etti. Ailenin… Kökeni’nin ilk baskısı, neredeyse tümüyle Marx’ın Eski Toplum’dan çıkardığı geniş özet ile kitap hakkında aldığı notların bir derlemesinden ibarettir. Engels, aslında sadece Marx’la bu konulardaki ortak fikirlerini sistematik bir tez olarak sunmak niyetindeydi. Ama insanlık tarihinin erken dönemlerinin üzerine cesaretle gitmek, zaten Engels’in tarzıdır. On dokuzuncu yüzyılın bilimsel bulgu, teori ve tartışmalarıyla diyalektiğin kavramları arasındaki uygunluğu ortaya koymaya çalışan Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü adlı uzun makalesini bu kitaptan 8 yıl önce, 1876’da yazmıştı. Üstelik bilimsel duyarlılık Marx’ta olduğu gibi Engels’te de had safhadadır ve bu duyarlılıkla, kitabın ilk baskısından sonra geçen süre içinde alana ilişkin bilgilerdeki gelişmeleri yakından takip etmiş ve bunları dikkate alarak kitapta düzeltmeler ve eklemeler yapmıştır. Engels’in yabanıl toplumlar üzerine topladığı geniş malzeme, özellikle de Rus toplumbilimci Maxim M. Kovalevsky’nin yapıtları ışığında eserini yeniden gözden geçirmesinin ardındandır ki, kitabın 1891’de Stuttgart’ta yayınlanan dördüncü baskısı önemli değişikliklere uğramış, son halini almıştır.
Esasında bu kitabında Engels, bilimsellik hassasiyetinin odağında olan, toplumdan ayrı bir doğa diyalektiği olamayacağı görüşünü toplumsal evrim içerisinde geliştirme fırsatı bulduğunu düşünmüştü. Engels, toplumdan ayrı bir doğa diyalektiği düşünüyor değildi. Doğadaki tüm süreçlerin diyalektiğin kesin bir doğrulaması, açık bir kanıtı olduğunu dile getirmiştir. Bunun politik uzantısı, sosyalizmi bilimsel seçenek geliştiriyor olmasıydı: Doğaya bakınca, sosyalizm güvencededir. Oysa Marksizmin Marx ve Engels sonrasındaki gelişimi, bilhassa da Batı Marksizmi, diyalektik yöntemin herhangi bir şekilde toplumdan doğaya genişletilmesine karşı çıkmıştı. Genellikle bu yaklaşım, György Lukacs’ın Tarih ve Sınıf Bilinci’nin birinci bölümündeki ünlü 6 numaralı dipnotuna dayandırılır. Orada şöyle yazar Lukacs: “(Diyalektik) yöntemin toplum-tarihsel gerçeklikle sınırlı tutulması çok önemlidir. Engels’in diyalektiği yorumlama biçiminden kaynaklanan yanlış anlamalar, aslında Engels’in -Hegel’in verdiği yanlış örneğe dayanarak- diyalektik yöntemi doğa bilgisine de genelleştirmeye kalkışmasından ileri geliyor.”[5] Lukacs’a göre, diyalektiğin belirleyici unsurlarını doğada bulmanın imkânı yoktur. Doğa diyalektiği kavramının sorgulanmasında başı çeken Lukacs’ın sonraki yıllarda fikir değiştirerek teslim ettiği gibi, “Batı Marksizminin bu kavramı reddetmesi, klasik Marksist ontolojiyi (en az Engels kadar Marx’a ait olan ontolojiyi) tam kalbinden vurdu.”[6] Bu bir bakıma doğa bilimlerinden toplum bilimlerine pozitivist bir sızmaya karşı önlem olarak görüldüğü için benimsenmişti ve sızıntının kaynağı da Engels’in diyalektiği doğada arayış biçimiydi. Engels’in “hatası”, Anti-Dühring’de “diyalektiğin kanıtının doğa olduğu”nu söylemesiydi. Bu meselede de genellikle Engels’in “Doğa, diyalektiğin deneme tahtasıdır” sözüne[7] atıf yapılır.
Toplumdan ayrı bir doğa diyalektiği olamayacağı, doğadaki tüm süreçlerin diyalektiğin kesin bir doğrulaması olduğu yönündeki düşüncelerini kanıtlamaya adanmış Doğanın Diyalektiği ve Anti-Dühring de Ailenin… Kökeni gibi Marx’ın bilgisi dahilindeydi. Engels Anti-Dühring’i yayınlamadan önce Marx’a tam olarak okudu ve Marx da kitaba bir bölüm yazdı. Ve Engels’in Doğanın Diyalektiği adlı çalışması da esas olarak, kimi kısımları 1873 ile 1882 yılları arasında yazılmış, dolayısıyla da Anti-Dühring’in yazıldığı zamanla örtüşen, yani Marx’ın haberdar olduğu, metinlerden oluşan bir el yazması idi. Ayrıca, 1873-1874 dönemindeki yazışmaları da Engels’in bu konudaki girişimlerinin Marx tarafından yakından takip edilip onaylandığını göstermektedir. Ayrıca, Kapital tam da Marx’ın düşüncesinde somut diyalektiğin doğaya uzanışına işaret eder; Doğanın Diyalektiği’nde Engels, bu çabayı devam ettirir. Engels, diyalektiğin aslen doğa bilimine ait bir yöntem olduğunu, dolayısıyla da, doğa bilimine ait bir yöntemin topluma uyarlanması gerektiğini savunmuş oluyordu. Batı Marksizminin gelişiminde ise bunun tam tersi, toplumda olduğu gibi doğada da bir diyalektiğin var olduğu görüşünün reddi belirleyici olmuştur. Engels’in bu yaklaşımı Marksizmin yirminci yüzyıldaki ilerleyişinde, bilhassa resmi Marksizm içerisinde kaba bir pozitivizme evrilerek, diyalektik olmaktan hayli uzakta, mekanik bir düşünceye dönüştü. Toplumsal dünyaya referans olması için diyalektiğin doğada doğrulanışı Batı biliminde pek fazla ilgi görmedi. Onu onurlandıranlar reel sosyalist deneyimler (Sovyetler Birliği, Çin, Doğu Avrupa) oldu.
Toplumun ne ölçüde doğayla aynı biçimde incelenebileceği sorusu, günümüzde sosyal bilimlerin süregelen metodolojik çekişmelerinde sürekli biçimde ortaya çıkan halledilmemiş bir problem olarak durmaktadır.
Bunun yanında, Engels’in özel mülkiyet ile devletin ortaya çıkışı ve gelişiminde kritik bir rol verdiği aile de Marksist düşünce içinde çözülememiş bir sorundur; Ailenin… Kökeni bu sebeple de sıkça eleştiriye uğramış bir kitaptır. Bilindiği gibi, daha Komünist Manifesto’da “ailenin kaldırılması” hedefi dile getirilmişti. Engels de bu kitabında, proleter ailenin kadın ve erkek arasındaki eşitsizliği ortadan kaldıracağını öne sürüyordu. Engels, kapitalizmin kadın ve aile pratiğindeki kadının kocasına ekonomik bağımlılığı karşısında, proleter ailelerde hem kadının hem de kocanın ücretli emek olarak çalışıyor olmasını eşitlikçi evliliğin anahtarı olarak görmüştü. Kitap, bu sebeple yirminci yüzyılda kadınların özgürleştirilmesi için izlenecek sosyalist politikaların kılavuzu haline geldi ama yüzyılın sosyolojik deneyimleri Engels’in proleter aile ile eşitlikçi evlilik arasında kurduğu ilişkiyi desteklemedi. Tahmin edileceği gibi, klasik Marksizmin “kadın sorunu” ile ilgili ender kaynaklardan biri olarak kitap feminist teorinin ilgisini fazlasıyla çekti ve çekmeye de devam ediyor.
Engels’in kitabının geçerliliği ve bilimselliği, şüphesiz, temel dayanağı olan Morgan’ın kitabının bilimsel geçerliliğinden ayrı düşünülemez.
Türlerin Kökeni adlı eseriyle Darwin, tıpkı Newton’ın Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri ile evrendeki hareketin düzenini açıklayışı gibi, canlılar alemindeki değişmenin düzenini göstermişti. Benzeri bir düzenin uygarlık tarihine uygulanması işi o dönem sosyal teorinin başat göreviydi. Magellan, Colomb, Begonville ve Cook’un seyahatleriyle keşfedilen yabanıl topluluklar bu görevi iyiden iyiye zorlaştırmıştı. Aziz Augistinus’un “Sonda olacak olan baştan bellidir” sözünde ifadesini bulan teolojik izah ve tarihin bütün insanlar için sürekli bir ilerleme olduğunu öne süren ve bu yüzden uygar insanın yanında tuhaf yaşayışları ve yarı çıplak bedenleriyle son derece ilkel kalan insanlar için, beyaz adam tarafından uygarlaştırılmayı bekleyen, “Tanrı’nın haksızlık ettiği zavallılar” demekten öte başka bir açıklama getiremeyen düz doğrusal ilerlemeci anlayış karşısında Morgan, toplumların evrimi, ilahi iradeye, ırksal üstünlüklere değil, tarihin rasyonel yasalarına uygun olarak gerçekleşmektedir diyordu. “Benim amacım” diyordu Morgan, “birden fazla gelişme çizgisi ve ardışık etnik dönemlerden geçerek oluşan, ayrıca, buluşlar ve keşiflerle yönetim, aile ve mülkiyet fikirlerinin gelişmesiyle kendini ifade eden insanlığın ilerlemesini açıklığa kavuşturacak bazı kanıtlar sunmaktır.”[8] Morgan’a göre, ihtiyaç maddelerinin (geçim araçlarının) üretiminde verimliliği belirleyen teknoloji ve toplumsal örgütlenme biçimi en önemli değişkenlerdi. Örneğin Aztek ve İnka toplumlarının M.S. 15. yüzyılda bile bildiğimiz manada devletli bir toplum haline gelememiş olmalarını, üretim artışını sağlayacak olan insanın kas gücünün sınırlarını aşacak araç gerecin yokluğuyla, teknik düzeydeki yetersizlikle açıklar, yani teknolojinin toplumsal değişimde başat bir rol oynadığını kabul eder gibidir, öyle anlaşılır ama kitabın sonlarına doğru kan bağına dayalı toplumlardan sonraki aşamalarda, üretimin artan toplumsallaşması neticesinde, teknolojinin etkinliğinin gitgide daha belirgin biçimde toplumsal ilişkiler tarafından belirlendiğini açıkça belirtir.
Morgan, “insanlığın en alt düzeylerden yola çıkıp kendi çabaları ile yükselmesi gerçeği insanoğlunun ardı ardına geliştirdiği varlık sürdürme sanatlarından açıkça anlaşılmaktadır. İnsanın yeryüzündeki egemenliği sorunu insanların bu yöndeki becerilerine dayanmaktadır” diye yazmıştır.[9] Bu tez, materyalist tarih görüşü ile uyumluydu. Çünkü Engels de, “Materyalist anlayışa göre” diyordu, “tarihte egemen etken, sonunda, maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Ama bu üretim ikili bir özelliğe sahiptir. Bir yandan yaşam araçlarının, beslenmeye, giyinmeye, barınmaya yarayan nesnelerin ve bunların gerektirdiği aletlerin üretimi; öbür yandan bizzat insanların üretimi, türün üremesi.”[10] Belirli bir tarihsel dönem ve belirli bir yerde insanların içinde yaşadıkları toplumsal kurumlar, bu iki türlü üretim tarafından belirlenmekteydi.
Hem Morgan’ın hem de Engels’in yapıtını şüpheli kılan şey, materyalist tarih görüşünün “her şeyi belirleyen ekonomidir” şeklinde kabalaştırılmış yorumudur. Oysa Engels, çok açık biçimde, “Materyalist tarih anlayışına göre, tarihte en sonunda belirleyici etken, gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Marx da ben de bundan daha çoğunu asla ileri sürmedik. Bundan ötürü, herhangi bir kimse bunu ekonomik etken biricik belirleyen etkendir diyerek bozarsa, bu önermeyi anlamsız, soyut, saçma bir söze dönüştürüyor demektir”[11] diye yazmıştı. “Bizim tarih anlayışımız, her şeyden önce bir inceleme kılavuzudur” diyordu Engels; “Tüm tarih yeniden incelenmeli, değişik toplum biçimlerinin varoluş koşulları -onlara karşılık düşen politik, hukuksal, estetik, felsefi, dinsel vb. görüşleri ortaya çıkarmaya girişmeden önce- ayrıntılı olarak gözden geçirilmelidir.”[12]
Kendi koyduğu bu şartı hiçbir zaman çiğnemeyen Engels, ilk baskının üzerinden geçen yıllar içerisinde ortaya çıkan yeni bulgular ve belgeler nedeniyle, analizlerinin dayanağı olan Morgan’ın pek çok varsayımının sarsıldığını, hatta geçerliliğini yitirdiğini, Ailenin… Kökeni’nin 1891 tarihli dördüncü baskısına yazdığı önsözde kabul eder. Ama buna rağmen, Engels’e göre, yeni bulgular ve belgelerin hiçbiri, onun başlıca büyük görüşlerini yeni görüşlerle değiştirmek sonucunu vermemiştir.[13] Bu sebepledir ki, Marksizmin antropoloji içinde saygın bir yer edinmesinde Morgan’ın ve Engels’in yapıtlarının katkısı büyüktür. Bu bilimi geliştiren isimlerin önde gelenlerinden Gordon Childe ve Maurice Godelier, Morgan ve Engels’in çalışmalarını çağdaş araştırmaların verileriyle karşılaştırmalı şekilde ele alarak onları antropoloji için vazgeçilmez bir kaynak haline getirmişlerdir.
Eski Toplum’daki tezler, insanlığın geliştirdiği binlerce değişik kültürü kısa yoldan hazır kalıplara dökmeye çalıştığı ve böylelikle toplumsal yaşamın karmaşık yapısını fazla basitleştirdiği gerekçesiyle eleştirilere uğramıştır ama toplumsal evrimin aşamalarını bölme biçimimiz, tarihöncesi dönemleri anlamlandırma biçimimiz, Morgan’ın ayrımlarının etkisinde kalmıştır. Sadece, “yabanıllık” ve “barbarlık” terimleri kulağa pek hoş gelmediğinden olsa gerek, bu dönemleri adlandırırken başka terimleri tercih etme yoluna gidilmiş, “yabanıllık” yerine “avcı toplayıcılık”, “barbarlık” yerine de “yerleşik yaşam” ya da “çapa tarımcılığı” denmiştir.
Tarihin yasalarının rasyonel olduğunu ve bu rasyonel yasalar gereği toplumun dün olduğu gibi yarın da değişeceğini söylemiş biridir Morgan. Toplumsal evrim kuramına, döneminin beylik uygulaması olan a priori bir şema çizmek yerine, hem kendi saha verilerinden elde ettiği hem de daha önceki etnolojik ve tarihsel materyallerden derlediği verilerin ayrıntılı ve kapsamlı çözümlemelerini yaparak ulaşmıştır; toplumsal evrimin evrenselliği varsayımına deneysel bir içerik kazandırmıştır. Bu tam da Engels’in tarzıydı. Engels, “tümevarım eşekleri” dediği deneyciler gibi, başından sonuna dek gözlemle yetinen biri değildi ve olamazdı. Engels’in tarzı da, Morgan gibi, incelediği şeyleri her nasılsalar öyle bırakan bir tarz olmadığı için ve üstelik burada incelenen şey de insan ve onun dünyası olduğu için, onları olduğu gibi bırakamazdı. İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu kitabında bunun ilk kanıtını ortaya koymuştu zaten. Bu sebeple, Morgan’ın insanlığın gelecekteki özgürleşiminde insanın “özel mülkiyet üzerindeki efendiliğini” bir gün yeniden kurması gerektiğini söylemesi Engels’i elbette cezbetmiştir. Mülkiyetin insan üzerindeki şimdiki efendiliği “bir kör yazgı gibi, insanlığın varabileceği son nokta olmamalı” demişti Morgan; “bir gün gelecek insan aklı mülkiyet üzerinde yeniden kendi efendiliğini kuracak” diye de açıkça yazmıştı.[14] Bu özgürleşme, insanın insanla ve doğayla ilişkisinin değiştiği gelecekte olacaktır ama bu değişimin nasıl olacağı konusunda açıklayıcı bir önermesi yoktu Morgan’ın. Bu konudaki başarı Marx ve Engels’indir.
Engels’in Morgan’a dayalı tezleri ile bu tezlere yöneltilen eleştiriler bir arada düşünüldüğünde, günün tarihsel toplumsal manzarasına bakıp da yapılması gerekenin, Engels’in ve Morgan’ın kuramını reddetmek değil, temel önermelerini biraz daha açıklığa kavuşturup belirginleştirmek olduğu açıkça görülmektedir.
Engels’in Ailenin… Kökeni’ndeki analizleri, pek çok bakımdan eleştiriye uğramış olsa da hâlâ mülkiyetin, ailenin ve devletin kökeninin biricik Marksist-Leninist açıklaması olmaya devam etmektedir. Özel mülkiyet ve devletin biçimlenişiyle aile ilişkilerinin dönüşümü (mesela kadın cinsinin ikincilleşmesi) arasında determinist bir bağ saptamak hâlâ mümkündür; bu, çürümeyen bir gerçek olarak kitapta durmaktadır.
Engels, bu yapıtıyla, insanın kendi toplumsal yaşamı üzerinde rasyonel denetim kurabilmesini sağlayacak bir toplumsal tarih kuramını yetkinleştirmeye çalışmıştır. Bugün bu kuramın kıymeti vazgeçilmezdir. Kitap, içerdiği evrimci paradigmanın zaaflarına ve –zaten eksik olan– etnografik dayanaklarının –bir de üstelik– eskimişliğine rağmen, sırf bu kıymeti nedeniyle bile günceldir.
[1] Lewis Henry Morgan, Eski Toplum I-II (ç.Ünsal Oskay), Payel Yayınları, İstanbul 1994
[2] Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (ç.Kenan Somer), Sol Yayınları, İstanbul 1979, s.13
[3] Zaten Marx ile Engels neredeyse bir bütündür. Amerikalı sosyolog C.Wright Mills, Marksistler adlı kitabında şöyle yazar: “Bu kitapta kolaylık olsun diye, Marx’ın ölümünden sonra Engels’in yaptığı birkaç şüpheli yorum dışında, Marx ve Engels arasında bir ayrılık gözetmedim; her ikisini de ‘Marx’ adı altında inceledim ve çalışmalarından ‘Klasik Marksçılık’ diye söz ettim. Marx’ın ve Engels’in çalışmaları birbirinden ne kadar ayrılabilir bilmiyorum, ama bu ayrımı yapmak pek yararlı olmasa gerek.” [C.Wright Mills, Marksistler (ç.T.Hasan), Ağaoğlu Yayınevi, İstanbul 1966, s.38]
[4] Engels de, Ailenin… Kökeni’nde, Darwinci evrim teorisinin biyoloji bakımından, Marksist artıdeğer teorisinin ekonomi-politik bakımından önemi neyse, Morgan’ın Eski Toplum’daki bulgularının da yabanıl tarih bakımından öneminin aynı olduğunu belirtir. (Friedrich Engels, age., s.29)
[5] György Lukacs, Tarih ve Sınıf Bilinci (ç.Yılmaz Öner), Belge Yayınları, İstanbul 1998, s.58
[6] John Bellamy Foster, “Doğanın Diyalektiği ve Marksist Ekoloji”, Bkz.Bertell Ollman ve Tony Smith (der.), Yeni Yüzyılda Diyalektik (ç.Şükrü Alpagut), Yordam Kitap, İstanbul 2013, s.79
[7] Friedrich Engels, Anti-Dühring (ç.Kenan Somer), Sol Yayınları, Ankara 1977, s.73
[8] Lewis Henry Morgan, age., Cilt 1/s.64
[9] Lewis Henry Morgan, age., Cilt 1/s.78
[10] Friedrich Engels, age., s.14
[11] Friedrich Engels, Joseph Bloch’a Mektup, Tarihsel Materyalizm Üzerine Mektuplar 1890-1894 (ç.Öner Ünalan), Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Ankara 1993, s.15
[12] Friedrich Engels, Conrad Schmidt’e Mektup, Tarihsel Materyalizm Üzerine Mektuplar 1890-1894, s.13
[13] Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s.31-32
[14] Lewis Henry Morgan, age., Cilt 2/s.352-353